Eugenio Borgna Umut ve Bekleyiş kitabında Augustinus’un bellekle ilgili şunları söylediğini yazar:
Belleğime başvurduğumda, ondan istediğim şeyleri anımsamasını istiyorum. Bazıları hemen belleğime geliyor, bazıları da uzun bir araştırmadan sonra, sanki çok karanlık bölgelerden geliyorlarmış gibi geliyorlar. Başka bir şeyi istiyor ve arıyorken, bazıları da yığın halinde gelip sanki ‘bizi istemiyor muydun…’ der gibi geliyorlar. Onları aklımın eliyle belleğimin yüzünden uzaklaştırıyorum, ta ki istediğim şey bulutları dağıtıp, bulunduğu derinliklerden gelip gözlerime görünene dek… (Borgna, 2015: 101).
Augustinus, mutluluğun bellekte olduğunu da düşünür. Mutluluk bellekte midir, tartışılır ama geçmişin yanıp sönen, solgun veya ışımış ama donuk olaylarını depoladığımız karanlık odadır bellek. O olayları şimdinin kaygı ve endişeyle tükenmiş karmaşasına, yoğun mutsuzluğuna çağıran, bir zamanlar onlarda olduğunu hayal ettiğimiz mutluluk ve yaşama sevinci inancıdır. Şimdinin gerçeklerinden hatıraların kanatlarında uçup sığındığımız geçmiş, belleğin kuytularında saklı ve bizi beklemektedir. Geçmiş, bellek denen uzamın geriye doğru en uç köşesinde takılı durumda bizi bekler mi, yoksa şimdinin salınımında gerek duyuldukça dokunulmaya-çağrılmaya hazır mı bekler, tartışılır ama şimdiyi anlamlı kılmak için ona duyduğumuz ihtiyaç tartışılmaz. Burhan Sönmez’in de romanlarında “bellek”i güçlü bir motif olarak işlediğini, kahramanları üzerinden bellek sorgusuna yöneldiğini, özellikle üzerinde çalıştığım İstanbul İstanbul, Labirent ve bu yazının konusu olan Taş ve Gölge romanlarında bellek motifini sorunsallaştırdığını fark ederiz.
Sönmez, İstanbul İstanbul’da, şehri yerin altı ve üstü olmak üzere iki ayrı dünya, iki ayrı ruh ve gerçeklik olarak ele alır. Yazar, anlatısında yerin metrelerce altına mahkûm ettiği işkence kurbanı kahramanlarının bir gidip bir gelen bellekleri üzerinden dramatik bir konstrüksiyon gerçekleştirmişti. Burhan Sönmez, John Berger’in Buluştuğumuz Yer Burası ve Calvino’nun Görünmez Kentler eserlerinde yaptıkları gibi, modern insanın kentle kurduğu ilişkiyi sorgulayan, ona anlamlar yükleyen yaklaşımını İstanbul İstanbul ve Taş ve Gölge romanlarında, belleği de kullanarak yapmıştı. Her iki romanda da mekân ve mekânın kimlik üzerindeki etkisi güçlü bir izleğe dönüşürken mekânın bellekte bıraktığı izlerin de peşine düşülür. Yazar, İstanbul İstanbul’da yerin altındaki daracık bir hücreyi merkez mekân olarak alır ve olaylar da kahramanların anımsamaları üzerinden gelişirken bellek önemli bir işlev görür. Burhan Sönmez, Labirent romanında da bir kaza sonucunda belleğini yitirmiş bir müzisyenin (Boratin) geçmişini hatırlama çabası ile kendisi-geçmişi ve özel olarak belleğin kurulumuyla ilgili yaşadığı içsel çatışma, anlamlandırma ve varoluş sorununu işliyordu. Taş ve Gölge romanında da Sönmez’in bellek motifinden vazgeçemediğini görüyoruz. Özellikle ailesiz, bir başına ve dolaysıyla geçmişsiz başkarakter Avdo’nun, ailesine ve geçmişine ilişkin bir bellek edinme çabası ile yine yedi farklı adı olan ama ilkin İsa adıyla tanıdığımız kahramanın 1938 Dersim Harekâtı’nda yitirmiş olduğu belleğinin peşinde gidişinin trajik serüveni, romanın güçlü izleklerinden biri olur. Sönmez, bu romanda bellek motifini sadece kahramanların tekil hikâyeleri üzerinden örüntülemez, metnin yapısal mimarisinde de olaylar arasında geçmişe didaktik gezintiler yaparak belleği romanın yapısal kurulumunun da bir parçası yapar.
Kimliğin Temeli Bellek
John Locke, İnsan Anlayışı Üzerine Deneme‘sinde “belleğin” kişisel kimliğin temeli olduğu tezini ileri sürer. Locke ayrıca kimliği yaratanın, bedenin sürekliliği değil, bilincin sürekliliği olduğu savındadır ve insanı tek ve aynı kişi yapan şeyin, geçmişteki eylemlerini ve algılarını hatırlaması olduğunu düşünür. Başka bir deyişle ona göre kişisel kimliği oluşturan bellektir. Çünkü o, bir kişinin kimliğinin, bilincin geriye dönük olarak geçmiş herhangi bir eyleme veya düşünceye ulaşabildiği noktaya kadar uzandığı fikrindedir. Locke belleği de daha önce yaşanmış durumları yaşıyormuş hissi ile temsiller üretebilme yeteneği olarak tanımlar. Belleği, bir şeyi deneyimlemiş olma duygusunun eşlik ettiği bir yeniden üretim alanı olarak da düşünür. Bu betimlemeye göre düşünürsek Sönmez’in İstanbul İstanbul’unda bellek, yerin altında gece gündüz işkence gören kahramanların normal hayata tutundukları tek kanca ve kişisel kimliğin de tutamağı olur. Kim olduklarının izleri de ancak yaralı belleklerinin derinlerinde sızan bilgi kırıntılarına bakılarak sürdürülebilir. Bu romanda evet, bellek, Locke’un dediği gibi kişisel kimliğin temelidir ve aynı zamanda belleklerini, belleği kişisel yaşamın tümünün örüntülendiği alan olarak varsayarsak kahramanların hiç kaybetmek istemedikleri gölgeleri olduğunu da söyleyebiliriz
Labirent romanında ise kahraman Boratin belleğiyle birlikte kimliğini de yitirmiştir, ancak yerine gelecek bellek yardımıyla yeniden eski yaşantısına ve kimliğine de kavuşmak istememektedir. Boratin’in bilincinin geriye dönük olarak geçmiş herhangi bir eyleme veya düşünceye ulaşabilmesi artık imkânsız olmuştur. Dolayısıyla kaçtığı ve tekrar sahip olmak istemediği şey aynı zamanda yaşamının tümü, yani gölgesi, kimliği ve geçmişte kim olduğudur da. Boratin, hatıralarla değil, boş bir bellekle ve bedeninin deneyimleyeceği yeni yaşantılarla bir kimlik sahibi olmak isteyecektir. Boratin’in bu yaklaşımı Locke’tan çok, Leibniz’in kimlik inşası tezine yakındır. Nitekim Leibniz, içimizden geçen her şeyin farkında olamayacağımıza göre, belleği sahip olduğumuz bilinçli anılar deposu olarak düşünemeyiz, dolayısıyla kimliğimizin temeli bellek olamaz düşüncesindedir. O kimliğimizi oluşturan şeyin “beden” olduğunu, yani “bedene ne olduğu” olduğunu düşünür. Bellekte süreklilik yoktur, bedende vardır ve bedenin içinden geçeceği tüm durumlar kimliğin oluşmasını sağlar. Kısacası, Locke, başımıza gelen her şey bilinçli olduğu için bellek kimliğimizin ilk koşuludur; Leibniz ise başımıza gelenlerin yalnızca küçük bir kısmı bilinçli olduğu için bellek kimliğimizi oluşturmaya yetmez, bunu bedenin deneyimleriyle ediniriz, düşüncesindedir. Bu bağlamda geçmiş hiçbir hatıraya, bellek bilgisine kavuşmak istemeyen Boratin için kimlik edinmenin tek yolu olarak Leibnizci bedenin deneyimleri kalır.
Taş ve Gölge’de Avdo; yersiz-yurtsuz, annesiz-babasız, dinsiz, milliyetsiz ve mülkiyetsiz çırılçıplak bir insan olarak bir süre için soygeçmişinin bilgisine sahip olamamayı, buradaki belleksizliği sorun etse de bu durumu başka bir bilinç düzeyiyle aşar. Onun kimlik inşasının, Leibnizci ve Lockeçu tarzın senteziyle oluştuğunu söyleyebiliriz. Oysa Taş ve Gölge’nin çok kimlikli İsa’sı, belleksizliğini büyük bir soruna dönüştürür ve boş belleğinin yarattığı savrulmayla çokça isme, kişiliğe, kimliğe ve belleğe sahip olmaya mahkûm olur. Çoğa sahip olmak, hiçbirine sahip olamamak anlamına geldiği için, kimliksizlik kriziyle içine düştüğü trajik bir dağılma yaşar. “Daha önce iki başka adım vardı, Haydar ve Ali. O adlarım yüzünden aklım uçup gitti, bildiklerimi unuttum. Şimdi kendime İsa adını aldım” (s. 63) ve İsa’nın ölmeden önce Avdo’ya yazdığı mektupta söylediği gibi: “Avdo. Mezartaşım sana emanet. Ben çok dine girdim, pek çok ada büründüm. Sonunda dinim kalmadı. Pek çok adım olunca adım da kalmadı” (s. 8). Avdo’da da bellek çokludur, örtülü veya açık, epizodik veya anlamsal ilerler. Burhan Sönmez, Taş ve Gölge’nin taş yontucu kahramanı Avdo’da bellek sorununu işlerken bu nedenle sık sık tarihe, tarihsel fenomenlere, karakterlere referanslarda bulunur, oralara uzanma ihtiyacı hisseder. Bu uzanma otomatik, hatta tesadüfi veya kasıtlı reflekslerle gerçekleşiyor gibi düşünülebilir. Otobiyografik bellek bilgisi, Avdo’nun kişisel tarihinin bulanıklığından yeterince elde edilemediği için, bunu tarihten elde etmeye, olaylar zincirini epeyce gerilere taşımaya çalışır. Sönmez’in bu çabasının nihai amacının, kahramanlarına kişisel bir bellek ve kimlik kazandırmak yerine, bu kadim ve çok kültürlü toprakların güçlü kimliğini, çoklu belleğini öne çıkararak burada yaşayan her bireyi de o kolektif kimliğin bir parçası yapmaya çalışmak olduğu düşünülebilir. Böylece bu kolektif kimlik, bireysel kimliklerin travmatik tarihiyle kesintiye uğramayacak ve bu topraklarda yaşayan (Türk, Kürd, Ermeni, Rum, Süryani, Arap…) tüm insanların yaşamının süreklilik hissine katkıda bulunacaktır. Sönmez’in romanındaki “gölge” metaforunu, bu topraklarda yüzyıllara uzanan zengin, renkli, derin ama katliamlarla, acılarla dolu trajik yaşamın kolektif belleği yerine kullandığını, “taş” metaforunu da bütün bu zenginliğin bir geçiciliğe-ölüme yazgılı oluşunun simgesi yerine kullandığını düşünebiliriz. Roman özelinde ise “gölge” metaforu Avdo ve kavuşamadığı ömrünün tek aşkı Elif’in, yetim ve öksüz Reyhan’ın, talihsiz Perihan Sultan ve kabadayı sevdalısı Seyrani’nin, Yedi adlı kahramanın ve bekleyişin kurutup bıraktığı Miskal ve Asteğmen Adem’in trajik yaşantılarını, anılarını, belleklerinde birikenleri simgeler. “Taş” metaforu ise bütün bu acılara-trajedilere son veren ölümün kalıcı gücünün simgesidir.
Taş Hafif, Gölge Ağır
Metafor, dilde tek başına bir metin işlevi görür ancak açıkça okunmaya direnir ve dolaysısıyla biz ondan, onun gerçekleştirdiği yer değiştirme sayesinde anlamlar üretebiliriz. Bir diğer işlevi de dilde bir boşluk olarak iş görmek ve anlamın ilerlediği her yöne bir ulaşım aracı olmaktır. Burhan Sönmez’in Taş ve Gölge romanına seçtiği “taş ve gölge” metaforları da en baştan kolayca okunmaya direnen, kaygan bir boşluk olarak ileri geri hareket eden oldukça velut birer işarete dönüşürler. Sönmez’in romanında da “gölge” belki kaygan bir boşluğun sembolü ama bir yanılsamanın değil. Hatta belki tam olarak bir şey de değil, bir yok olma hali, bir yokluktur ama bize neye dokunamayacağımızı, neyden kopamayacağımızı, neyle sınırlandırıldığımızı/sınırlandırılamadığımızı söyleyen temel bir yokluktur. Gölge bir yok olma hali, bir yokluk olarak önemsizmiş gibi görünebilir ama insanın kendisiyle karşılaşmasının analitik sürecinde, bilinçdışının ilk yönü olarak yaşamdan kendisini yansıtacak malzemeyi devşirmesiyle hiç de öyle olmadığı anlaşılır. Burhan Sönmez’in Taş ve Gölge’sinde gölge, kendimizde görmeyi apriori reddettiğimiz parçamız ve kendimizle savaşımızın, karşılaşmalarımızın saklı yüzü olarak ölümü simgeleyen taştan daha ağırdır.
Gölge, Carl Gustav Jung'un analitik psikolojisinin bir parçası olarak tanımladığı ana arketiplerden biridir. Jung, “gölge”yi öznenin kendi içinde tanımayı ve kabul etmeyi reddettiği her şeyin kişileşmesi olarak görür. Onu, ahlâki vicdan nedeniyle bastırılan eğilimler, kişinin yaşamı için yaptığı veya varoluş koşullarına erişme konusunda yaptığı seçimler ve bilince erişme fırsatı bulamayan veya bulamamış en değerli yaşamsal güçler olarak betimlerken, ona duygusal bir yük de yükler. Dolayısıyla Carl Gustav Jung’un, gölge sembolizmini, bireyleşme sürecinin önemli bir arketipinin bilinçli tezahürü olarak yorumladığını anlarız. Bu bağlamda insanın kendi gölgesiyle yüzleşmesi, benliğin ilk sınavı olur. Çünkü gölge arketipi, kahramanın ilerleyişini engelleyen, zorlaştıran, onu bir yönüyle labirente hapseden bir çıkmazı simgeler. Ancak gölge, aynı zamanda anlamsal değeri olan sembolik bir gerçekliktir de; zira refleksiyona/meditasyona olanak sağlayan yerdir ve bu anlamda gizli bilgeliğin sembolüdür. Nitekim Taoizm'de bilgenin yolu, gölgenin ve ışığın sınırında çizilen yoldur. Burhan Sönmez’in Taş ve Gölge’sinde şüphesiz “gölge” tam olarak böyle fiziksel bir değer taşımaz ancak Carl Gustav Jung'un betimlediği türde; görünmeyenin, gizli olanın, tehdit edenin bir parçasıdır. Ayrıca insanın ruhunda gecikmeyi simgeleyen, zamanın olağan sürekliliği içinde bir “delik” olarak algılanacak ve özneyi yutacak her şeyin doğabileceği zamansal bir askıya alma durumu olarak da düşünülebilir. Ya da denebilir ki Sönmez’in “gölge” sembolizminde daha çok yaşarken yüklendiğimiz ve bizi insan kılan yaşantısal değerler, anlamsal tortular, manevi yükler vardır. Gölgenin ağırlığı da bu yaşantısal yüklerin ağırlığı oranındadır. Gölge bu yönüyle geçiciliğin, geçici olan yaşamın; taş ise sonsuzluğun akışında ölümün kalıcılığının sembolüdür. Ve elbette bir gölge nasıl hem varlığını ışığa borçlu ve hem de onun tehdidi altındaysa, yaşantılar da anlamsal değerini hem ölüme borçlu hem de onun tehdidi altında elde eder.
Burhan Sönmez’in Taş ve Gölge romanı, bir mezar taşı yontucusunun (Avdo’nun) ve çevresindeki kahramanların ölüme yazgılı trajik hikâyesidir. Romanda, “ölüm” ve “bellek” motiflerinin metni kuşattığını görüyoruz. Mezarlıkta yaşamayı seçen Avdo’nun yaşam ve ölüme yüklediği anlam ve kahramanların bellek ve belleksizlik üzerinden yaşadıkları çatışma metnin hâkim izleğidir. Yazının giriş kısmında belirttiğimiz gibi Sönmez, Labirent romanında da bir kaza sonucu hafızasını yitiren ve eski hafızasına, dolayısıyla geçmişin bilgisine yeniden kavuşmak istemeyen, kişisel tarihinden kaçan bir kahramanın hikâyesini yazmıştı. Orada hatırlamak bir labirentin içinde ilerlemek ya da onda kaybolmak gibidir. Bir kez labirente düşüldü mü çıkmak neredeyse imkânsızdır. Labirent romanında “gölge-geçmişin hafızası-geçmiş yaşantılar” kahramanın ilerleyişini engelleyen, zorlaştıran, onu bir yönüyle labirente hapseden bir çıkmazı simgeler. Taş ve Gölge’nin kahramanı Avdo ise hafızasız, yani bir geçmişten yoksun olarak başlar hayata ve Labirent’in kahramanının aksine kendi geçmişini bilmeyi, bir geçmişe sahip olmayı derinden arzular. Onun ilerleyişini engelleyen şey de bu anlamda yeterince belirli bir “gölge” ye sahip olamamaktır. Fakat Avdo, annesiz, babasız ve ailesiz bir çocuk olarak âdeta bir varoluşçu kahraman gibi yaşamın ortasına fırlatılmış ve kendi seçimleriyle de kendini yaratmayla baş başa kalmış, varlığını dolayısıyla da gölgesini yaratmıştır. Kimlerin çocuğu olduğunu ya da Arap mı, Kürd mü, Rum mu, Süryani mi veya Ermeni mi olduğunu bilmeden ama bir yerden sonra bütün bunların bilgisine, diline, kültürüne vâkıf biri olarak artık hepsi birden olabilen biri olarak kendini, kendinden doğurur ve bir aile geçmişine sahip olamasa da bu toprakların binlerce yıla varan upuzun geçmişini ve kültürel zenginliğini sahiplenir; o geçmişin çocuğu olur; ailesi de bütün o kadim kültürler olur.
Avdo, doğduğu yeri bilmez, hamuru ilkin, kendini fırlatılmış olarak bulduğu Urfa’da yoğrulmaya başlar, ardından Mardin’e geçer ve orada sokaklarda yanık sesiyle türküler söyleyerek hayatını kazanır. Türkü söylediği sokakta, Dersim Harekâtı sırasında hafızasını kaybeden ve gittiği her yerde kendisine yeni bir ad ve yeni bir din/mezhep edinen Ali, Haydar, İsa, Musa, Muhammet, Yunus, Âdem adlarını taşıyan yedi adlı karakter ile tanışır ve ondan sonra hayatı dramatik bir değişime uğrar. İsa, onu Süryani bir din adamıyla (Josef), o da onu Ermeni bir taş ustasıyla (Dikran) tanıştırır ve Avdo’nun trajik yazgısının mürekkebi ilkin orada damlar. Süryani ve Ermeni taş ustalarından öğrendiği mezar taşı yontmacılığı artık onun hayatının merkezi olur. Bir “gavsono” (Süryanice “mülteci” demek) gibi yaşayarak birçok yerde mezar taşı yontmacılığı yaparak hayatını kazanır. Gavsanoluk belki bu dünyada tüm insanların yazgısıdır. Çünkü Josef Usta, taş ustası Dikran’ın bu dünyada herkesin gavsano olduğunu düşündüğünü söyler: “Gerçi Dikran Usta hepimizin gavsano olduğunu, ancak ölünce yuvamızı bulduğumuzu söyler. Küçük mezarımız bizim en hakiki toprağımızdır ona göre” (s. 87). Nihayetinde Avdo’nun hem ruhunu hem de mezar taşlarını yontarak ilerlediği hayatta yolunun Haymana’ya, Konak Görmez Köyü’ne düştüğüne tanıklık ederiz. Köyün ağasına, Kara Ağa’ya, bir mezar taşı işleyecektir. Bu köyde uğruna adam öldürüp, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nde yedi yıl yatacağı ve ömrünün kalanını adayacağı Elif’ini görüp, sevdalanır. Sönmez’in hikâye olaylarını taşıdığı mekân olarak Haymana’yı ve Konak Görmez Köyü’nü seçmesi, romana otobiyografik öğeler de katar.
Nekropolis Sakini Avdo
Eugenio Borgna, Bekleyiş ve Umut kitabında, “Acının tırmaladığı ve iz bıraktığı bir çehrenin çizgilerini çözmek nasıl zordur; o çehreyi kendi sessizliği ve gizemi üzerinden çözmeye çalışmak, ancak o kişide yatan sırrın seçilmesi ve kavranmasıyla, bir an olsun bir kader birliği kurulmasıyla mümkündür,” der (Borgna, 2015: 23). Sönmez’in Taş ve Gölge’de Avdo ve diğer kahramanlar ve tarihsel acıların kurbanları üzerinden Borgna’nın ancak böyle mümkündür dediği mümkünü aramaya bulmaya çalıştığını düşündüren bir çaba var. Tekil kahramanların trajik hikâyelerinden hareketle bin yıl öncesine dek uzandığı acının tarihinin kurbanlarının ruhuna dokunmaya çalışır. Zamanın boşluğunda salınımda tutulan o acıları okurun ruhuna aktarmaya çalışır. Kahramanı Avdo’yu da acının dönüştürmesine izin verdiği bir hikâyenin merkezine yerleştirir. Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt’ünde, hakikat arayıcısı Gezgin, işe kendini dönüştürerek başlamak ister, dönüştükçe algılamış olduğu gerçeklikleri aşar ve bir taşa dönüşmüş verili dünyayı çekiciyle kırarak onun gölgesini ortaya çıkarmaya çalışır. Gölge bu bahiste yaşamın/dünyanın hakikati, gerçekliği olur. Taş ve Gölge’nin ana karakteri Avdo da taş kırıcı/yontucu bir gezgin olarak gezip gördükçe/yaşadıkça değişir, dönüşür; kendi ömründen dünyadaki kendi gölgesini yontar, onun peşinden gider. Çünkü dünyadaki gölgesi, onun yaşamının yankısıdır.
Avdo, bir gece yarısı Elif’ini de alıp kaçacakken vurulur ve ölümden döner, Elif’e kavuşmak da mümkün olmaz ve iyileşip hapis cezasını da yattıktan sonra ömür boyu yaşayacağı İstanbul’a geldiğinde yaşamak için yaşayanların şehrini değil, bir mezarlığı yani ölülerin şehrini, "Nekropolis"i seçer. Taş ve gölge arasında. Kendisini yaşayanlardan/yaşamdan çok, ölülere/ölüme yakın bulur. Çoğu kişi için ölüm bir yok oluş, yani insan olarak varlığını yitirme, biyolojik, psikolojik, sosyolojik tarihinin haczedilmesi. Avdo için öyle değil. Yonttuğu mezar taşları ve onların mekânı olan mezarlıklar, aynı zamanda geçmiş bütün yaşantısıyla, belleğinde ağır tortular bırakan anılarıyla ilişki kurmanın araçlarına dönüşür. Avdo, Norbert Elıas’ın Ölmekte Olanların Yalnızlığı Üzerine adlı kitabında “Ölümsüz mezar taşına yazılan şey, aynı zamanda ölen kişinin yaşayanlara sessiz bir mesajı; onun yalnızca yaşayanların hatıralarında yaşamaya devam ettiğine dair belki de hala dile getirilmemiş bir hissiyatın sembolüdür. Anma zincir koptuğunda, belirli bir topluluğun ya da insan toplumunun sürekliliği tamamen bozulduğunda, bütün insanların binlerce yılda yaptığı ve her bir insan için mana taşıyan her şey sönüp gidecektir,” (Elias, 2023: 42-43) dediği türde duygu ve düşünceler taşıyor gibidir. Bu manada onun için mezar taşları insanların birbirlerine duydukları derin bağlılıklarının da bir işaretidir. Geçmişle ilişki kurmanın, geçmişin sönüp giden, silinen, unutulan bir hayata dönüşmemesinin simgesidir, mezar taşları. Onun için mezar taşlarına ruhunun derinliklerinden gelen en anlamlı işlemeleri nakışlar. Çünkü unutulup giden bir başkası, bir başka hayat değildir; unutulacak olan kendisinin de bir parçası olan hayattır. Kendisidir. Burhan Sönmez bu kadim toprakları bir mezara, üstünde yaşamış olan ve yaşayanları da gölgeye benzetiyor. Mezar kalıcı, gölgeler geçici. Sonsuz bir tekrarla bir yiter bir belirirler. Taş ve Gölge için mezar taşları nihai bir dinlenme yerinin işaretleyicilerinden daha fazlası olarak hizmet eder. Onlar bir kişinin yaşamının, hatıralarının, özlemlerinin ve hayallerinin özünü özetleyen gizli işaretlerdir. Bu yüzden Avdo tarafından taşa oyulmuş her nakış derin bir sembolizm taşır ve içgörüler sunar. Bu duygulara sahip Avdo bu nedenle Merkez Efendi Mezarlığı’nda sahipsiz bir kulübe bulmuş ve orada barınıp mezar taşı yontarak yaşamını sürdürmek istemiştir. Bunun başka bir sebebi de hasretle kavuşmayı beklediği Elif’i, kocası tarafından İstanbul’a ayak bastığı gün öldürülmüştür ve Avdo, yaşamayı seçtiği bu mezarlıkta Elif’in mezarının yanı başında kendisine de bir mezar hazırlayarak geriye kalan ömrünü onun hatırasıyla birlikte yaşamaya adamıştır. O orada taş işledikçe, ruhunu nakışlarıyla taşın bedenine kattıkça Elif’e ulaşmanın, onu kendisinde yaşatmanın mümkün olduğuna inanacaktır.
Avdo için ölüm, aniden bir yokoluş değil, varoluşumuzun derinliklerine yerleşmiş gölgelik bir alan olarak yaşamayı farklı bir biçimde kendinde sürdüren başka bir varolma biçimi. Bu nedenle bekçiliğini yaptığı mezar ve yonttuğu mezar taşı, Elif’in biyolojik ölümünün ürettiği "merhum" ritüelini devralıp onu canlı bir şekilde hatıralarda yaşayan bir kişiye dönüştürür. Taşa çekiç darbeleriyle verdiği biçim, hatırlarını canlandırmak için hafızanın tek kancasına dönüşür. Artık Avdo için taş ritüeli, ölülere birlikte yaşamın belirlendiği sınıra kadar eşlik etmeyi aşan bir ritüele dönüşür. Öyle ki onun için değer verdiği kişilerin ölümü, onların birer ölü olarak kısıtlamasını gerektirmez. Çünkü bu kısıtlama, ölülerin gerçekten ve ebediyen çekip gitmesi için yapılır. Avdo buna izin vermez, ölüm bundan sonraya yönelik değildir onun için. Bundan önceye yöneliktir ve bu yüzden bir yaşayan olarak, kendi ölüleriyle arasındaki ilişkiyi yeniden düzenler. Elleriyle yonttuğu, teriyle yoğurduğu mezar taşı ölen kişiye hürmetini sunduğu ve onların deneyimlerini anarak, onlara olan saygısını ve sevgisini sunduğu anıtlara dönüşür. Onların anılarını kalbinde canlı tutmak için taşa tüm duygusunu katar. Taşın biçiminin, duyguları iletebilir ve sevdikleriyle arasındaki duygusal bağları gösterebilir olduğuna inanır. Öyle ki mezar taşını, cenazeyi kişiselleştirmeye olanak tanıyan, ölen kişinin kimliğini, kişiliğini, yaşayanlar arasındaki yerini belirleyen/yansıtan bir sembol olarak düşünür. Nitekim Avdo’nun Haymanalı Kara Ağa için yaptığı siyah mezartaşı için söyledikleri bunun kanıtı gibidir: “Bu taşın içinde, şimdi çiftçi olsa da eskiden göçebe yaşayan, düze inse de kalbinde dağların rüzgârını taşıyan ve her duada, her hayalde evliyaların, azizlerin ve Ana Tanrıçaların bereketine yaraşan bir ruh var” (s. 84).
Geçmiş Şimdinin İçindedir
Proust’un, Kayıp Zamanın İzinde serisinin Guermantes Tarafı romanında kahramanı Guermantes’e geçmiş öyle geçici değildir, olduğu yerde kalır, dedirtirken amacı, zamanın yıkıcı gücüne karşı, kişinin her türlü yokluktan kurtulmuş mevcudiyetini yeniden yaratması için kayıp zamanı (geçmişi), hafızasında yeniden kurama çabasını dile getirmekti. Nitekim hızla yaşlanan bedenlerimizin, üst üste akıp geçen olayların bizi kendimizden indirgenemez biçimde ayırdığını düşündüğümüzde, akıp geçen zamanın, şimdiki varlığın altındaki geçmiş varlığımızı ortadan kaldırdığını duyumsarız. Zamanın unutturma ve yozlaştırma gücü varlığımızın devamlılığını engeller. Proust’un isyan ettiği ve “Kendimizi zamandan kurtarmamız," gerekir dediği durum buydu. Hafıza bu durumda varlıkların ve nesnelerin yutulmasına ve unutulmasına karşı koymamıza olanak sağlayan bir direniş aracına dönüşüyor. Proust halihazırdaki algımızın mevcut gerçekliği çarpıttığını, görüyor, duyuyor olsak da dünyayı tamamen yanlış algılıyor olduğumuz ileri sürüyordu. Bu yanlışlık sadece görünen evrene, toplumsal hayata değil, aynı zamanda iç yaşamımız içinde de mevcuttu. Proust için bu nedenle şimdiki zaman bizim için derinlerde ancak geçmişe dönüştüğünde gerçek olurdu. Öyleyse gerçekliği, mevcut algıda değil, hafızada aramamız gerekiyordu. Yani hafıza yoluyla kendimizde yeniden doğan varlıktan söz etmek mümkün olurdu. Burhan Sönmez’in Taş ve Gölge’sinde de Proustvari bir zaman avcılığı, kayıp zamanın izinden gitme, zamanın yeniden kurulumu var. Avdo da hatırlama yoluyla çocukluğundaki değişmemiş, ebedi yanını bulmak, oradaki gerçekliğe ulaşmak ister. Bu, zamanın yıkıcılığına karşı bir direniştir onun için. Çoktan ölmüş Elif’i bırakıp gitmeyişi, mezarlığı yurt tutuşu da şimdinin yozlaştırıcı, yıkıcı, öğütüp yok edici eziyetine karşı bir duruş olmalı. O yüzden sık sık belleği yoluyla geçmişi şimdinin içinde yeniden yaratır ve şimdinin gerçekliği kılar:
Avdo içini çekti, ikinci kez okuduğu mektubu, zarfın üzerine bıraktı. Mezarları kaplayan sise baktı, bu akşam oradan hangi sesin geleceğini merak etti. Sisli gecelerde bazen çocukluğunun seslerini, bazen ölülerin iniltilerini duyardı. Mektubu okurken, çıplak ayaklı çocukluğunun sisin ardında onu izlediğini düşündü. Birkaç adım ötede, sabırlı servi ağaçları gibi duruyordu çocukluğu. Hafifçe kıpırdıyor, adım atıyor, bastığı yerlerde kuru dallar çatırdıyordu. Her çatırtıda çocukluk sesleri canlanıyordu. Gülen, şarkı söyleyen, bağrışan sesler tel tel uçuşuyor, ölülerin iniltisine aldırmadan neşeyle mezarlığa yayılıyordu (s. 8-9).
Avdo’nun gerçekliği hafızada Proustçu yöntemle oluşturma çabası dikkat çekicidir. Fakat yeniden yaratılan gerçeklik yalnızca geçmiş gerçekliğin bir anısı değildir, şimdinindir de ve geçmişin gücüyle desteklenmektedir. Hayal ve hatıra (bellek), geçmişin içinde yeniden bedenlenmek, ona et ve hayat vermek için uygun bir yol oluyor. Anlatıcının Avdo için “Yıllar boyunca yaşadıkları, zihninin korunaklı sandıklarındaydı,” (s. 9) dediği durum, geçmişin, geçmişteki Avdo’nun bellek yoluyla şimdinin gerçekliğine müdahale etme biçimi ve benliğini koruma güdüsü veya bilincidir. Sönmez’in bu yolla amaçladığı şey de Proustçu çabada olduğu gibi, şeylerin ve varlıkların zamansal varoluşlarının ötesindeki özünü aramak olmalı. Hafıza, bu durumda zamanı iptal eden büyülü bir gereç oluyor. Bellek yoluyla hatırlama burada zaman dışı bir deneyim sunuyor. Avdo’nun yapmaya çalıştığı da geçmişi değiştirmeden bugüne getirerek ne tamamen şimdide ne de tamamen geçmişte olmaktır. Zamanın düzenini değiştirerek, onun cebrinden kurtulmaya çalışmaktır.
Zaman Her Yöne Akar
Avdo için, yonttuğu mezar taşları, zamanı aşma ve güçlü anlatılar aktarma yeteneğiyle insan deneyiminin kültürel, duygusal ve fiziksel geçmişinin izlerinin sürdürülebileceği bir pencereye dönüşür. Onun için mezar taşları, ölenlerin ve onların yasını tutanların derin duygularını yakalama konusunda eşsiz bir değere sahiptir. Kısacası Avdo için mezar taşları soğuk, cansız taşlardan çok daha fazlasıdır; onlar kişisel tarihin, derin hatıraların, güçlü duyguların kalp atışlarının hissedildiği, akan sıcak kanın sesinin duyulduğu, varlıkla yokluk arasındaki ilişkiyi canlı tutan damarlar gibidir. Sönmez, romanında Avdo’nun hayatı üzerinden olayların serimini 1938 ile 2002 arasına Türkiye tarihinin de bazı önemli dönüm noktalarına, önemli tarihsel süreç ve olgulara (dört yüz otuz yıl önce Osmanlı devletinin Anadolu’nun içlerinde yaşayan Alevilere karşı yürüttüğü imha siyaseti, Ermeni Tehciri, Dersim Harekâtı, 1971-1980 darbeleri, Deniz Gezmiş’in asılması, 1993 Sivas Madımak Oteli Katliamı… gibi) yer verse de yeri geldikçe flashbacklerle bin yıl geriye gittiği de olur. Örneğin Merkez Efendi Mezarlığı’nı tanıtırken dört yüz yetmiş yıl geriye gider. Yazarın, özünde hüzünlü bir aşk öyküsünü anlattığı bu romanda zamanı kullanmakta oldukça hovardaca davrandığını söylemek mümkün. Ama bu hovardalık, zamana karşı özensizlik anlamına gelmez, dokunduğu her zamansal döneme büyük bir nezaketle, titizlikle yaklaşır. Onu bir çeşit anakronizmle okurun güncel hafızasına taşır. Bu arada Sönmez’in bu flashbacklerde didaktik bir anlatımı tercih etmesi, romana yer yer post-modern metinlerarasılık tekniğini kattığını da gösterir. Fakat Sönmez’in anlatıcılık mahareti, bu didaktizm serimlemeleri sırasında okurun öyküden kopmasına engel olur, hatta bu pasajların olayların zihinde çözülmesine daha fazla yardım ettiği de söylenebilir.
Denebilir ki Taş ve Gölge’de zaman her yöne doğru akar; tarih içinde nabzın yükseldiği trajik zamanlara, zamansız olana, bilince/bilinçdışına, hatıralara/hülyalara, zanaata ve ölümlülük zamanının sonuna doğru bazen büzüşür, bazen genleşir, bazen uzar. Başka bir deyişle romanda zaman sıkıştırılır veya uzatılır, bulanıklaştırılır veya öznel geçmişe, şimdiye ve geleceğe doğru teleskoplanır. Sönmez’in yer yer romantik, yer yer dramatik ve yer yer de trajik aşk, ayrılık ve ölüm olgusunu ve bunlara dair ilişkilerin doğup, tükenip yitmesini zamanın ağırlığı altında örüntülediğini görüyoruz. Romanda pek çok karakter (Baki, Elif, Reyhan Sultan, Seyrani…) ölür, bu motiflerin işlenmesinde Burhan Sönmez’in zamanla olan meşguliyeti onun ölüm ve ölümsüzlükle olan meşguliyetini yansıtıyor gibi görünmektedir. Zaman kaybolabilir ya da bulunabilir, öldürülebilir ya da kurtarılabilir; boşa harcanabilir/kıymetlendirilebilir; geçici ya da kalıcı bir an ya da sonsuzca olabilir. Bütün bu zaman deneyimlerinde Sönmez, özellikle ve özenle tekil ve kolektif acılara büyük bir yakınlık içinde, bu acıların hangi izleri ve izlenimleri yaratabildiğine/yaratabileceğine ve bunlara ilişkin neleri örüntüleyebileceğine odaklanmış gibidir. Bu büyük ıstırapların hakikatine ulaşmayı, o hakikatlerin bilgisini ortaya çıkarmayı ve aktarmayı deneyimlemek istediğini düşünebiliriz. Bu büyük acıların kahramanların, bir anlamda kurbanların duygu ve bilinçlerinde yarattığı kesinlik, entelektüel bir işbirliğine gerek duymaksızın, yaşayanın içsel derinliğinde/benliğinde/ruhunda tıpkı bir aydınlanma gibi ışıma yaratır. Kurbanların varoluşlarında genişleyerek bir boşluğa, bir çeşit kara deliğe, hatta tekrar tekrar genişleyen bir beyaz uçuruma dönüşen bu acılar, her şeyi içine çeken zamanın sonsuzluğunda uçsuz bucaksız bir boşluğa dönüşürler: “Sigara tutan parmakları biriyle konuşur gibi öne uzatıp, bu adamın mezartaşı siyah olmalı, dedi kendi kendine, taşın ortasında da yuvarlak bir delik bulunmalı. Deliğin bir yanından bakanlar diğer yandaki boşluğu görmeli. Boşluk baktıkça büyümeli, derinleşmeli” (s. 7). Tekil ve kolektif bütün varoluşlar bu boşluk tarafından yutulur, yutulmaya çalışılır. Taş ve Gölge’de “gölge” olanın ağırlığı bütün bu boşluğa çekilenlerden oluşur. “Taş” ise boşlukta yitip gidenlerin anısını işaretleyen kalıcı bir hafifliği sembolize eder.
Kaynakça
Burhan Sönmez, Taş ve Gölge, İletişim Yayınları, İstanbul, 2021.
Norbert Elias, Ölmekte Olanların Yalnızlığı Üzerine, çev. Oğuzhan Ekinci, İletişim, İstanbul, 2023, s. 42-43.
Eugenio Borgna, Bekleyiş ve Umut, çev. Meryem Mine Çilingiroğlu, YKY, İstanbul, 2015, s. 23.