Albert Camus’nün “Düşüş”ündeki Yazgısallık

“Keyfinin kâhyası olmak, büyük hayvanlara özgü bir ayrıcalıktır” (s. 9). Albert Camus’nun Düşüş (çev. Hüseyin Demirhan, Can Yayınları, 2022) romanının başkarakteri Jean-Baptiste Clamence adlı avukat Amsterdam’da, sahibinin Mexico-City adını verdiği bir barda oturup sonu gelmez bir monoloğa başladığında, bar sahibi ve 20. yüzyıl insanı için bu betimlemeyi yapar. Hedonist bir yaşantının esrikliği altında uyuşmuş, hayata dair ciddi meselelerle derdi olmayan insanlara ilişkin bir tanımlamadır yaptığı. Albert Camus, 1957'de Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görülmesinden bir yıl önce yayımlanan Düşüş romanında kahramanının hikâye boyu sürecek olan suçluluk duygusunu ve gün geçtikçe içine düştüğü değersizlik bunalımını özetleyen cümlelerden birini böyle kurar. Jean-Baptiste Clamence’ın içine düştüğü dekadans, değersizlik ve suçluluk uçurumu, özellikle 20. yüzyıl insanının kancasında asılı kaldığı ruhsal çöküşün, düşüşün simgesidir. Albert Camus, daha çok Yabancı ve Veba eserleriyle tanınıyor olsa da Jean-Paul Sartre’ın “Camus’nün muhtemelen en güzel ve en az anlaşılan romanıdır,” dediği Düşüş romanı, diğer ikisine göre Camus’nun felsefi ve düşünsel perspektifini daha iyi bir biçimde temsil ediyor, denebilir.

Düşüş romanı varoluşsal-varoluşçu temalar olan özgürlük, sorumluluk, absürt, anlamsızlık, hiçlik gibi izlekleri roman kahramanı Jean-Baptiste Clamence üzerinden güçlü ve çarpıcı biçimde örüntüler. Bunun yanı sıra aydın kimliği taşıyan bir insanın kendi tekil eylemleri ve giderek insanoğlunun eylemleri karşısında hissettiği derin suçluluk duygusu, değersizlik bunalımı, değer yitimi ve ruhsal dekadansı sıkı bir özeleştiri serimlemesiyle betimleyen bir roman olarak da dikkatleri çeker. Bir anti-kahraman olan Jean-Baptiste Clamence, roman boyunca kendi varoluşsal krizini ve ahlâki çöküşünü anlatır. Roman, Clamence'ın kendi hakikatini ve anlam arayışını sorgularken, varoluşçu düşüncenin temel unsurlarını yansıtır. Varoluşçu her birey gibi o da kendi yaşamının anlamını yaratması gerektiği düşüncesindedir. Clamence, anlamsal arayış ve kendini yaratma edimini itirafları aracılığıyla gerçekleştirmek isterken derinlerinde taşıdığı suçluluk düşüncesi ve kendi eylemlerinin anlamsızlığıyla da yüzleşmek zorunda kalacaktır.

Roman, düşünsel-felsefi alt metinleri olan kompakt bir yapıda kurgulanmış. Anlatının üst metninde ise Amsterdam'ın gecekondu mahallesindeki bir barda iki kahramanın konuşmaları ve onlardan biri olan Jean-Baptiste Clamence’ın başından geçenler ve kahramanın kendi yaşantısına ilişkin duygu ve düşünceleri serimleniyor. Clamence, bir zamanlar saygın bir avukatken, bir gece Seine Nehri kıyısında genç bir kadının intiharına tanık olur ve bu olaya kayıtsız kalır. Bu olay üzerinden bir hayli zaman geçse de kahraman olayın etkisinden kurtulamaz ve içsel bir sorgulamaya başlayarak yaşamını ve ahlâki değerlerini eleştirel bir sürece tabi tutar. Olayların serimi, barın müdavimlerden olan Avukat Jean-Baptiste Clamence’ın, neredeyse kendisine tıpa tıp benzeyen, “Aşağı yukarı benim yaşımdasınız, aşağı yukarı her yeri gezip görmüş kırk yaşında adamların deneyimli gözüne sahipsiniz, aşağı yukarı iyi giyimlisiniz… aşağı yukarı bir burjuvasınız…” (s. 12) diyerek tanıttığı ya da doğrudan kendisi olan hayalî biriyle yaptığı sohbetle başlıyor. Kırklı yaşlarında orta sınıf bir adam olan muhatabı, Clamence'ın itiraflarını sabırla dinlerken hikâye boyunca sessiz kalır. Bunca sessizlik, tepkisizlik onun gerçek bir başka kişi değil de Clamence’ın alteregosu veya başka bir deyişle kendisinin ötekisi olduğu izlenimini verir.

Başlangıçta saygı duyulan ve çok başarılı bir avukat olan Clamence, Paris'teki kıskanılacak geçmişini, kadınlarla gününü gün ederek geçirdiği bolluk ve konfor içindeki hayatını sayfalar boyu ve hatta bıktırıcı bir tekrar duygusuyla anlatır. Bu bıktırıcı tekrar, bir genç kadının intiharına kayıtsız kaldığı o olay üzerine düşünüp kendini sorgulamaya başladığı âna kadar devam eder. Yoğun bir özeleştiri içine girdiği bu kırılma ânından sonra anlatı başka bir düzlemde devam eder. Bu olay Clamence'ın ahlâki-etik, duygusal ve düşünsel dekadansının, "düşüşünün" başlangıcına işaret eder ve bundan sonra kendi özelinden hareket ederek insanların davranışlarını ve bireysel sorumluluklarını irdelemeye başlar. Altı gün boyunca karşısındaki gezgine itiraflarda bulunur ve anlattıkça suçluluğunun farkına varır. Suçlulukla dolu iç dökmelere başlamadan önce de kendine ve genel olarak insana dair eleştirel ve tümüyle karamsar, umutsuz tutumunu: “Benim mesleğim çift yüzlü, hepsi bu, tıpkı yaratılış gibi,” diyerek sezdirir (s. 13). Bu söylemle insanın doğasındaki iyilik-kötülük türündeki şeytani ikiliğe işaret ettiği gibi insanın derin suçluluk duygusuna da değinmiş olur. Bu yönüyle Camus'nün Düşüş romanı, özünde suçluluk temasını irdeliyor denebilir ve bu felsefi romanın tezini tek bir cümlede ifade etmek gerekirse şunu söylememiz mümkün olur: Hepimiz iyi-kötü her şeyden sorumluyuz…

Herkesin her şeyden sorumlu olması, varoluşçu felsefenin bir alt başlığı olarak ortaya çıkar. Sartre’da ifadesini bulan bireysel eylemin tüm insanlığı kapsadığı şeklindeki bu varoluşçu yaklaşımı Clamence’ın bütün söylemlerinde görüyoruz. Sartre’ın “Olmak istediğimiz insanı yaratırken aynı zamanda olması gerektiğine inandığımız bir insan imajı da yaratmayan tek bir eylemimiz yoktur,” deyişindeki yansımayı Clamence’ın bu sorgulayıcı davranışlarında görürüz. Camus’nün "Çağdaşlarıma uzattığım portre bir aynaya dönüşür," “[…] herkesin suçunu doğrularken, kimsenin masumiyetini doğrulayamayız. Her insan diğerlerinin suçuna tanıklık eder, bu benim inancım ve umudumdur,” dediği keskin söylemden ise hem tekil olarak Clamence hem de onun üzerinden bütün bir insanlık tarihi, insan edimleri hem de bizzat Camus'nün çağdaşları nasibini alır. Camus belki de bu duyguyla Düşüş romanını kaleme alır ve yarattığı ironik, alaycı, saçma ve çelişkili bir anti-kahraman aracılığıyla, insanı eylemlerinin efendisi olarak gören varoluşçu düşünüşün ortaya attığı soruları/sorunları tartıştırır.

Hepimizin her şeyden sorumlu olması, yanımızda yöremizde olup biten onca haksızlığa, adaletsizliğe, kötülüğe kayıtsız kalışımızla ilgili bir yargı. Jean-Baptiste Clamence bu sorgulamaya, kurtarabilecekken kurtarmaya yeltenmediği ve hiçbir şey olmamış gibi sırtını dönüp gittiği o genç kadının intihar olayından sonra girişir. Bu kadar kolay sergilediği kayıtsızlık ve sorumsuzluktan sonra bu denli derin bir eleştirel tutum takınması ilk okumada Clamence karakterini birçok noktada biraz tutarsız ve şüpheli kılarak akla, “Clamence tutarsız-güvenilmez, iç döküp günah çıkartan şaibeli bir birey mi, yoksa aydınlanmış bilge biri mi; samimiyetsiz ve negatif mi yoksa samimi ve pozitif bir karakter mi; hatta o bir suçlu mu, yoksa masum mu; hayatını Paris'te ‘tövbekâr bir yargıç’ olarak rahatlıkla icra edip geçirebilecekken neden Amsterdam'da barlara takılıp gevezelik ederek harcıyor?” gibi birçok soruyu getirir. Niyete dair bu çeşit bir samimiyet şüphesinin ve bu sorulara benzer soruların hemen herkesin kendi eylemleri için de geçerli olduğu düşünülebilir. İnsanların gündelik hayatın akışı içinde Clamence’ın eylemine benzer nice kayıtsızlık deneyimleri yaşadığı inkâr edilemez. Kendi eylemlerimize ilişkin sorgulayıştaki samimiyetimiz de hep bir şüphe kaydı taşır. Ancak bu sorguların samimiyetine inanarak şöyle bir yargıda bulunabiliriz. Clamence suçluysa her birimiz de suçluyuzdur. Bu sorulardan bir tanesi en azından Clamence’ın kendini suçlu ilan etmesiyle kolayca cevap bulmuş olur. Fakat bu suçluluk psikolojisi görünüşte tekil bir olaya dayandırılsa da aslında hikâye boyu sürdürülen iç dökmelerden, kahramanın yapıp etmeleriyle ve söylemleriyle hakikatlerden/doğruluktan gün gün uzaklaştığı, içine düştüğü yalan sarmalı nedeniyle giderek gerçeklerden vazgeçtiği, uzaklaştığı başkaca birçok olaydan kaynaklanır. Belki bu duygu nedeniyle Clamence, artık yalana alışmış olduğunu, yalansız yapamadığını, varlığının bütünüyle yalana dönüştüğünü anlatmak ister ve sonlara doğru şöyle der: “… Yalan söylemeye zorlanmak yerine saklayacak bir şeyinin olmamasını tercih edenler, saklayacak bir şeyleri olmamasındansa yalan söylemeyi tercih edenler ve son olarak yalanı ve gizliliği sevenler.” Üstteki yargımıza rağmen Clamence’ı bu kategorilerden hangisinin içine yerleştireceğimiz tartışma konusudur.

Bu arada ilgi çekici bir şekilde Albert Camus, Düşüş’te, Yabancı’dan farklı, tümüyle zıt bir tutuma yer verir. Nitekim Yabancı romanının nihilist kahramanı Meursault, bir cinayet işlemesine/masum birini öldürmesine rağmen hiç suçluluk hissetmeyen biriyken; Düşüş’ün kahramanı Clamence, doğrudan bir suç işlememesine, olaydan doğrudan sorumlu tutulmamasına rağmen hemen her şeyden derin bir suçluluk duyar; Meursault’nun tersine âdeta suçlu olmak istiyor gibi bir söylem içerisine girer. Başta kendisi olmak üzere tüm insanları suçlu ilan eder. Meursault tutuk, çevresiyle uyumsuz, soğuk, sorumsuz, duygusuz ve negatif biriyken, Clemence pozitif, yaşamı seven, hareketli, arzu dolu ve çevresindeki her şeye karşı sorumluluk hisseden biri olarak onun zıddıdır. Fakat yine de Meursault yargılanırken anlaşılmaz bir suskunluk ve kayıtsızlık içinde hareket ettiğinde, bu suskunluğu ve kayıtsızlığı okura bu kötü eylemimden sadece beni sorumlu tutamazsınız, bütün bir insanlık yarattığı ve içinde olduğu bu dünya sebebiyle her şeyden sorumludur ve siz de benim kadar sorumlusunuz, suçlusunuz, düşüncesini ima ediyor diye de düşünülebilir. Clamence ise bunu ima etmeden, doğrudan, yüksek sesle ve bıktırıcı bir tekrarla ilan eder. Görünüşteki bu zıtlığa rağmen ikisindeki ortak nokta, her tekil eylemden insanların/insanlığın tümünü sorumlu görmeleridir. Camus, bu her iki kahramanını da kendi varoluşçu felsefesinin farklı konularını sembolize etmek için yaratmış gibidir. Meursault’daki bu tutum, varoluşçu felsefenin izlekleri olan “yabancılaşma-hiçlik-saçmalık” ile ilgiliyken Clamence’daki tutum ise “özgürlüğe mahkûm olmak-sorumluluk-kendi özünü yaratmak-hiçlik-saçmalık” gibi temaları dayanak alıyor denebilir. Bergson, içimizdeki hayati dürtüyü fark etmenin daha yüksek biçiminin kişinin kendi kendini yaratması olan bir yaratma talebiyle karşılaşmak olduğunu söyler. Bu söylem, kendi içinde cevabı merak edilen bazı sorular taşır. Örneğin hayati dürtüyü fark etmenin daha yüksek biçimine herkes sahip olabilir mi veya kendi kendini yaratma herkesin talebi olabilir mi gibi… Nitekim Albert Camus’nün Düşüş romanının kahramanı ve başkaca varoluşçu kahramanlar için bu sorular hayati değer taşıyor. Düşüş’ün kahramanı için kendi kendini yaratmak zorunlu ama acı dolu bir hesaplaşmayı gerektirirken Yabancı’nın kahramanı Meursault için kendi kendini yaratmak saçmalık ve boşuna bir çabaya dönüşebiliyor.

Camus, Düşüş’te yarattığı anti-kahramanın suçlulukla dolu vicdanını, üzerindeki yükü, muhatabının-hepimizin-giderek tüm insanlığın sırtına yükleyerek boşaltmasını ve bu itiraflardaki samimiyetsizliği, kahramanın yalana bulanmış/dolanmış olmasını avukatlık mesleği üzerinden kurgulamakla da bir imada bulunmuş görünüyor. Avukatlık mesleğinde sözün muhatabı için bir hileye dönüşmesi, hakikatlerin onca sözün ardına gizlenmesi, bilinçli bir biçimde yok edilmesi, mutlaktan ziyade mümkün olanı, hakikatten ziyade akla yatkınlığı arayışları, biçimin öz üzerindeki bakısını Avukat Clamence şahsında sembolize etmiş görünüyor. Clamence’ın itiraf fantezisi açık sözlü bir iç döküşten çok, retoriğin gerçeği yutan, belirsizleştiren, failini meçhulleştiren, yön şaşırtan, bakışı bulanıklaştıran bir nitelik taşıyor. Nitekim Clamence, muhatabına, “… üzerime gelmeyin. Bir gün bir kafenin terasında elimi tutup bırakmak istemeyen o ihtiyar dilenci gibiyim. Ah, bayım diyordu adam; kötü adam olduğumuzdan değil, ışığı yitirdiğimizden. Evet, ışığı, sabahları, kendini bağışlayan o kutsal masumiyetini yitirdik biz,” (s. 99) derken tam da kendi tikel suçunu “biz” ile anonimleştirmeyi, insanlığın ortak suçu yaparak faili meçhulleştirmeyi gerçekleştirmeye çalışıyor gibidir. Camus’nün Clamence karakteriyle tasvir etmeye çalıştığı şey de tekil insanın yapıp etmeleri değil, çoktan kriminalize olmuş bütün bir insanlıktır.

Clamence’ın itiraflarının başlarında anlattığı başarı, safahat ve konfor içindeki hayatı bu bencil, hatta otistik, saf eğlence içinde yaşayan modern insanı, adalet ve sorumluluk kavramlarını gözden kaçırmış olan insanlığı işaret ediyor gibidir. Yine de Camus, her ne kadar Sokrates'in "Sorgulanmamış hayat yaşanmaya değmez," sözünün ışığında hareket ettirdiği karakteri Clamence üzerinden tekil bir suçluluk itirafını, sorgulanışı, özeleştiriyi gerçekleştiriyor görünse de romandan çıkarılabilecek nihai mesaj, ne kadar sorgulama-yargılama-eleştiri çabası içinde olursak olalım, kimse vicdanının ona yüklediği suçluluk psikolojisinden kurtulamaz, nihayetinde hepimiz suçluyuzdur. Suç içinde çırpınan bir dünyaya doğuyoruz ve farkında bile olmadan o suçların faillerinden birine dönüşüyoruz. Fakat diğer taraftan Camus, yarattığı kahramanı Jean-Baptiste Clamence yardımıyla, tutarsızlıktan, ilkesizlikten, salt kendisiyle dolu egodan ve hemen her şey için hazırda tutulan mazeretlerden, aynı zamanda kendi kendini yargılama ve farkındalıktan oluşan insan ruhuna nüfuz etmemize yardımcı oluyor. Bu yolla Clamence ile birlikte itiraf etme, suçluluk duygusundan kurtulma, affedilme ve ruhumuzu sağaltma arzumuzu da ortaya çıkarıyor. Çünkü anlıyoruz ki “düşüş” sadece hikâyedeki tek düşüş olan Seine Nehri'nde boğulmak üzere kendini nehre atan kadının ve buna kayıtsız kalan Clamence’ın ruhsal düşüşü değildir. İntihar eden tek bir kadın değildir, görmezden gelen de tek bir Clamence değildir. Düşüş bu yönüyle çok derine doğru karmaşık ve çoğuldur. Bu nedenle düşen şey, bütün bir insanlık edimleridir, ilkeleridir, değer yargılarıdır, içinde bulunduğu kokuşmuşluk, düşkünlük ve bencillik sarmalıdır. Bu nedenle bir yerden sonra Clamence’ın itiraflarının bir suçu kabul etme, kendini yargılama, mahkûm etme mi, yoksa bir suçlama mı, insanlığı ve kendi zamanını suçlu ilan ederek mahkûm etme mi olduğunu anlayamıyoruz. Kendini suçluyor mu yoksa savunuyor mu, olduğu belirsizleşiyor. Diğer taraftan bu ironi ve karşıtlık içeren ifade oyunu Clamence'ın söylemsel stratejisinin temelini oluşturuyor gibidir. Clamence’ın bir hayli karmaşık, dolambaçlı ve giderek yıkıcılaşan söylemini ahlâki ve kültürel değerlerin değişmez temeli etrafında inşa ediyor olması da bir başka ironidir. Çünkü ahlâki-kültürel değerlerin bu içselleştirilmiş sert çekirdeğine yapılan atıf, varoluşsal krizin yaratıcısı olan vicdan çatışmasına verilen merkezî yeri motive eder ve ardından avukatın sembolik olarak “tövbekâr bir hâkime” dönüşmesini sağlarken, bir taraftan da yaşamın nihai çözülüşünün, ereksizliğinin, anlamsızlığının ve saçmalığının imalarını taşır. Nitekim Clamence bu şekilde kendisini ve kendisiyle birlikte bütün insanları suçlarken iyilik ideali açısından temel bir yetersizliğin, belki de imkânsızlığın farkındadır. İyiliğin-kötülüğün göreceleşme kipi de değildir bu. Varoluşsal bir mümkünsüzlüktür söz konusu olan. Bu yüzden Clamence, aslında söyleminin düzenleyici ilkesi haline gelen bir suçluluk duygusuyla tanımlanan eylemlerine, eylemlerinden soyutlanmış daha genel ve kökten bir eleştiri getirerek, hem suçu kendi üzerinden atarak bütün bir insanlığa mal eder hem de iyilik-kötülük, suç ve masumiyet üzerine düşünmenin giderek yok olduğu bir zemine taşır.

Clamence karakterinin, kadınlara yaklaşımından dolayı tekil bir karakter olmadığını, diğer tüm erkeklerin görüntüsü olduğunu da fark ediyoruz:

… kadınlar konusunda her zaman zahmetsizce başarılı olmuşumdur. Onları mutlu etmeyi ya da onlarla mutlu olmayı başardığımı söylemiyorum. Hayır, yalnızca başarılı olduğumu söylüyorum. Neredeyse her istediğimde amacıma ulaşıyordum (…) kadınlarla ilişkim, yaygın tabirle doğal, rahat ve kolaydı. Hiçbir hinlik yoktu bunda ya da onların saygı gibi kabul ettikleri apaçık bir hinlik vardı ancak. Onları seviyordum, bu da beylik deyimle, hiçbirini sevmediğim anlamına gelir (…) kadınlara hizmet etmekten ziyade onları kullanmışımdır (...) Her halükarda şehvet düşkünlüğüm öylesine gerçekti ki on dakikalık bir macera için anamı babamı bile inkâr ederdim (s. 43-44).

Clamence bu yönüyle egemen erkek bakışın kadını araçsallaştırmasının bir temsili olduğu gibi artık masumiyetini tümüyle yitirmiş, savundukları ilkelere bağlı kalmayan, referans değerlerini kaybetmiş, anlamsızlık çukurunda debelenen tüm insanların aynası haline de gelir; hatta hayatları bir yalana dönüşmüş tüm insanların/insanlığın. Clamence, kendi etik, ahlâki düşüşünü, kadınlara karşı sergilediği bu son derece bencil, duygusuz, yararcı tavrına da mal ederek belli bir “erkeklik” tanımına da sert eleştiriler getirir. Kadın bedeni üzerinden yaşadığı bu hedonist arzu düşkünlüğü, onu giderek ruhsal bir dekadansa sürüklemiştir. Clamence, eskiden kendisine ait olan değerlere gün gün tamamen aykırı düştüğünde, kendisine yabancılaştığında bir varoluş ve kimlik bunalımı yaşar. Dolayısıyla onun için yeniden değerlenmek, saygıdeğer bir kimlik edinmek ve bu yolla özgürlüğe erişmenin tek çözüm yolu olarak da itirafta bulunmak, can yakıcı hakikatlerle yüzleşmektir. Yalandan kurtulmak ve özgürlüğe erişmek acı verici olacaktır ama yalanın, bayağılığın kölesi olarak kalmamak ve düşüşü sonlandırmak için bu bedel ödenmek zorundadır.

Camus’de insanın “düşüş”ü âdeta yazgısaldır, yani insan edimleri onu, kaçınılmaz olarak düşüşe sürükler. Bu düşüşün temel gerekçesi yaşamın absürtlüğüdür. Camus insan yaşamının bir ereği olduğuna, yaşamın kökeninde derin anlamlar, amaçlar bulunduğuna ve nihai bir kurtuluş olduğuna inanmaz. Yaşamın absürtlüğü de buradadır. Yaşamı az da olsa anlamlı kılan alışkanlıklarımız ve onlara iliştirdiğimiz anlamlardır. Saçma olan, insanın hayattan büyük beklentileri ve onlara dair idealleridir. Onlara dair sahip olduğu fikir ve hayatta ilerledikçe fark ettiği, deneyimlediği gerçeklikler arasındaki boşluk ise bir derin uçurum oluştur ve anlamsızlık, bunalım ve hiçlik istenci ortaya çıkar. Jean-Baptiste Clamence’ın birçok şeyi sürekli tekrar etmesinde de hayatın derininde anlamın olmadığına dair bilincidir. O da alışkanlıklara, tekrarlara, ürettiği ritüellere sığınır. Herkesin kendisi gibi hatalar, suçlar, kusurlar içinde bocaladığını görür. Hayatın, ona ilişkin oluşturulan büyük anlamlardan, ideallerden, inançlardan uzak, nötr bir fenomen olduğunu fark eder. İnsanın sonluluğunun, ölmeye mahkûm oluşunun bu tür soyutlamalara izin vermediğini anlar. Jean-Baptiste Clamence bu yönüyle ne tekil bir kahraman ne Camus’nün benliğinin bir yansımasıdır. O, düşünen, sorgulayan hemen her insanın dünyayla, varoluşla yüzleşmesinin bir imgesidir. Clamence yaşamın kaçınılmaz bir “düşüş”le sonlanacağını, insani edimlerin de kaçınılmaz olarak onu dekadansa, hatalara, suçlara sürükleyeceğini¸ insanın ister istemez alçaklaşacağını, değersizleşeceğini, kendini bundan kurtarmanın zorluğunu görmüştür. Ve bunu görmek de kıymetlidir ve bu da bir mertebedir elbet. Bu yüzden bu mertebeden bakıp insanlara, “Her yanım kül içinde, saçlarımı yolup yüzümü tırmalayarak, yine de delici bakışlarımla tüm insanlık karşısında durur, utançlarımı özetleyerek, yarattığım etkiyi gözden kaçırmaksızın, ‘Alçakların da alçağıyım ben’ derim. Sonra hissettirmeden, ‘ben’den ‘biz’e geçerim. ‘İşte buyuz’a vardığımda, oyun oynanmış olur, artık ne mal olduklarını söyleyebilirim onlara,” (s. 96) deme hakkını kendinde bulur. Clamence’ın vardığı yer, bütün hayatın saçmalığı ve insanların bu saçmalık karmaşasında kaçınılmaz olarak suçlara bulaştıkları, “sefil yaratıklara” dönüştükleri ve değersizleştikleridir. İnsanların, gerçek soruları somaktan kaçındıkları için yalanlara, yanılsamalara (bunlara ideolojilerin, dinlerin, tüm kurtuluş vaatlerinin hepsi de dahildir) başvurduklarını görür.

André Malraux, Düşüş’ün bu varoluşçu başarılı temsilini etiketler ve romanın insanın içsel çatışmalarını ve ahlâki ikilemlerini başarıyla yansıttığını belirtir. Jean-Paul Sartre da benzer bir kanıdadır ve Camus’nün Düşüş’te, varoluşçu düşünceleri en keskin şekilde dile getirdiğini savunur. Roman, bireyin yaşamın anlamsızlığı karşısındaki mücadelesini ve bu mücadele sırasında kendi hakikatini bulma çabasını başarıyla anlatır. Düşüş, Camus'nün absürtizmi ve varoluşçu düşüncelerini derinlemesine işlerken insanın kendini aldatması, ahlâki sorumluluk ve suçluluk temalarını da merkezine alır. Clamence, kendi hataları ve ahlâki yetersizlikleriyle yüzleşirken, insan doğasının karanlık yönlerine de ayna tutar. Camus, roman boyunca Clamence'ın itirafları aracılığıyla, bireyin kendi hatalarını ve zaaflarını kabul etmesinin zorluğunu ve bunun insan ilişkileri üzerindeki etkisini gösterir. Clamence'ın kendisiyle ve okuyucuyla hesaplaşması, insanın kendi vicdanıyla olan mücadelesini simgeler. Sonuç olarak diyebiliriz ki Jean-Baptiste Clamence'ın yaşamı, itirafları ve varoluşsal krizi, Camus'nün bu felsefi düşüncelere olan katkısını ve bakış açısını yansıtmanın aracı olur.