“Viral olmak” diye bir laf türedi son zamanlarda. İnternette büyük bir hızla yayılan videolara sıfat olarak dile girdi, giderek aşırı sayıda izleyiciye ulaşan medyatik ürünlerin hepsi için kullanılır oldu. Tabii ki orijinali İngilizce, onun kökeni de Latinceden hemen tüm dillere geçmiş olan virüs sözcüğü. Viral olmak, virüs gibi yayılmak yani…
Bu defa da bir virüs viral oluverdi.
Kelime oyunu yapmıyorum. Sanki gerçeklik dili yakaladı ve mecazi anlamı bozup, temel anlamı tekrar ele geçirdi. Haftalardır koronavirüs, dünyamızın altını üstüne getiriyor. Sayısız ülkede olağanüstü hal ilan edildi, sokağa çıkma yasakları ve sınırlamaları kondu, okullar ve üniversiteler kapatıldı, tüm kitlesel etkinlikler ve kamusal alanda gruplaşmalar yasaklandı, sınır kirişleri indi tekrardan. Kısacası, bildiğimiz hayat bir günden öbürüne duruverdi. Medyada, özellikle de sosyal olanında, koronadan başka konu yok bu ara.
İstisna hali
Korona günlerinde kimlerin nasıl davranışlar sergilediğini, ne tür “tavır ve bakış” gruplarının oluştuğunu, dönemin söylemlerini ve söylentilerini, yeni ve eski komplo teorilerini; kısaca, işin toplumbilimsel tahlilini yapmak için vakit henüz bir hayli erken. Aceleye getirilecek bir konu değil halimiz, mübalağa cenk olunuyor toplumda. Ayrıca bir analiz edevatı sıkıntısı da doğuverdi. Kapitalizm, küresellik, neoliberalizm, hukuk devleti, insan hakları -adlarını handiyse her gün andığımız bu temel analiz nesneleri, araştırmanın sağlam kaleleri olarak değil de, müteahhit yapımı apartman kırılganlığında duruyorlar şu an karşımızda. Ne kadar zayıfmış meğer bu sarıldığımız ya da gücünden korktuğumuz kuramsal envanter. Neyse, bunlar üstüne konuşacak zaman da gelecek. Ama devlet ve hükümet otoritesi “Höt!” dediğinde bu kavramların anlamını kaybedivermiş oluşu, belki de asıl konumuz zaten. Sıkıyönetimi, olağanüstü durum kararnamelerini, kısacası istisna halini kastediyorum.
Bu aralar sosyal medyada sıkça anılmakta olan istisna hali (stato di eccezione) kavramını burada ayrıntılarıyla tekrarlamak istemiyorum, sadece temel kaynağına değineceğim. İtalyan felsefeci Giorgio Agamben 1995’te yayımlanan Homo sacer adlı kitabında ve ardından yaptığı bir dizi araştırmada işliyor bu konuyu. Agamben’in eleştirel süzgeçten geçirerek devraldığı kavrama (Ausnahmezustand) ise, sonradan Nazi yandaşı olan Alman hukukçu Carl Schmitt, 1920’lerde iktidarı ve egemenliği analiz ederken damgasını vurmuş. Schmitt’in “Egemen, istisna haline karar verendir,” sözü, Agamben’in düşüncelerinin çıkış noktası mahiyetinde.
İstisna hali, özellikle günümüzde kendine (Victor Orbán’ın deyimiyle) illiberal, yani özgürlükçü olmayan demokrasi adını veren rejimler manzarasında önem kazanıyor. Bu rejim mutasyonunun hüküm sürdüğü ülkelerde (ki kuşkusuz Türkiye de bunlara dahil) seçimler, çok-partililik, halk egemenliği gibi şekilsel demokrasi öğeleri mevcut. Ama diğer yandan olağanüstü hal kararnameleri ve yasaları; temel hakların ve özgürlüklerin kısıtlanmasını, giderek de yok edilmesini haklı göstermek için, yani “kılıf” olarak kullanılıyor ve otoriter toplum yapıları böylelikle yukarıdan aşağıya doğru “meşru” biçimde inşa ediliyor.
İşte koronavirüsün viral olmasıyla bu durum kendine liberal, yani özgürlükçü sıfatını veren demokrasilerde de zuhur etti. İstisna hali, liberal demokrasilerde de kural oldu bugünlerde. En azından geçici olarak. (Tabii hükümetlerin verdiği “normale döneceğiz” sözünün ne kadar doğru olduğunu zaman gösterecek. Sözgelimi Avusturya başbakanı Sebastian Kurz bir süredir “yeni normallik” diye bir şeyler geveliyor.) Temel özgürlüklerin büyük bölümü şu an askıya alınmış durumda: Seyahat özgürlüğü, toplantı, gösteri özgürlüğü kısmen feshedildi veya kısıtlandı, özel yaşamın gizliliği hakkının kaldırılması da an meselesi.
Yaşlı ve hasta insanlarla dayanışma, istisna haline gerekçe olarak kullanılan ahlâki çağrı şu an. Birbirimizden uzak durmamız isteniyor. “Sosyal mesafe” diye bir lafız da bulundu, durumu özetleyen. Bu ölçünün birimi Avusturya’da bir metre, başka ülkelerde iki metreye kadar çıkabiliyor. 17. yüzyılda, devlet kuramcısı Thomas Hobbes’un Antik Yunan edebiyatından alıp kullandığı “İnsan insanın kurdudur,” sözünü, bir kelime oyunuyla “İnsan insanın virüsüdür,” (Homo homini virus) diye güncelleştirebiliriz. Gerçekten de herkes herkesin viral tehlikesi oluverdi bir anda. Sokakta yürürken karşıdan biri geldiğinde kaldırım değiştirmeyi bir yana bırakın, insanlar göz göze gelmeye bile korkuyorlar, sanki bakışlar hastalık bulaştırırmış gibi. (Bazı kişilerde bunun nedeni henüz bir tür sessiz utanç belki de, yerini giderek korkuya terk eden...) İnsani yakınlık gibi değerlerin de değişimine tanık oluyoruz dolayısıyla. Geçenlerde bir sanal tartışmada İtalyan psikanalist ve felsefeci Sergio Benvenuto “Başkaları benimle arasına ne kadar mesafe koyarsa, ben de onları kendime o kadar yakın hissediyorum,” diye bir vecize attı ortaya. Benden uzak duran bin yaşasın, yani…
Krizler ve dayanışma
Hatırlayacaksınız, yakın zamanda, 2015 yılında, Avrupa’da yine benzer gerekçelerle bir istisna hali ilan edilmişti. Olağanüstü hallerde hep kullanılan kilit sözcük de aynıydı: kriz. “Mülteci krizi” o dönemin gerekçesiydi, “korona krizi” bu dönemin; arada da “küresel finans krizi”, “Avro krizi” ve “iklim krizi” istisnalarına tanık olduk. 2015’te de seyahat özgürlüğü askıya alınmıştı. Ama bizim değil, ötekilerin seyahat özgürlüğü, yani mültecilerin… O mülteciler, hâlâ Avrupa’nın kıyılarında “devlet gecekondusu” usulü kuruluveren kamplarda yaşama mücadelesi veriyor bugün. Bizim hayatımızı altüst eden virüs, tabii ki onları sakınacak değil! Bugünlerde “korona vakası” haberleri gelmeye başladı o kamplardan da. Sosyal medyada resimlerimizi ve paylaşımlarımızı süsleyen #EvdeKal etiketi, kimbilir nasıl da alaycı bir tınıya sahiptir o mültecilerin gözünde ve kulağında… Hangi ev?
2015’te, kısa süren bir toplumsal coşku sonrasında mültecilerle dayanışma eylemleri saman alevi gibi sönüverdi. Ardından mülteci karşıtı sloganlarla yola çıkan siyasi partiler, Avrupa ülkelerinin hemen hepsinde tüm seçimleri kazandılar. Savunmasız, yaralanabilir grupların en zayıfı olan mültecilerle dayanışma, neredeyse siyasal anlamda “itibar kaybettiren” bir duruş haline geldi. 2015’in sonundan beri de profesyonel veya gönüllü STK çalışanlarından başka pek de kimseyi ilgilendirmeyen bir konu artık, mülteciler…
Yine bugüne dönersek durum tersine; sağlık açısından savunmasız, yaralanabilir gruplarla ciddi bir dayanışma söz konusu. O kadar ki, bu uğurda insanlar temel vatandaşlık haklarından hiç çekinmeden feragat edebiliyorlar. Bir yanda toplumun en zayıf halkalarıyla dayanışma, diğer yanda dünyanın en zayıf halkalarını “kaderlerine” terk etme. İki tutum arasındaki çarpıcı nitelikteki farklılığı nasıl açıklayacağız?
Mülteci krizinde konu, ulusal sınırların ve ulusal toplumsal barışın güvenliği olarak lanse edildi. Şu an söz konusu olansa, küresel ölçekte tüm insanlığa yönelik bir tehdit, denebilir. Sınıf, zümre, köken, aidiyet ve cinsiyet tanımadan, hepimize saldırıyor bu virüs; önce de en zayıflarımızı vuruyor. Yani mevzu bir mülteci kitlesi değil, tüm insanlık! Evet, böylesi bir akıl yürütme gerçekten de mümkün (ve orada burada okunup, duyulabiliyor bugünlerde). Peki ama neden acaba önlemlerin hepsinde yine bir “ulusal tat” var o zaman? Neden ilk bakışta “mevzu vatan” duygusu uyandırıyor söylem, eylem, önlem ve tutumlar? Gerçekten de ulusal sınırlar kapatıldı, AB ve benzeri uluslarüstü kurumlar siyasal ve idari anlamda tamamen devredışı bırakıldı, yaşadığım Viyana’da polis günlerdir devriye arabalarının tepesinden “I am from Austria” şarkısını çalarak, “ulus olarak omuz omuza” duran vatandaşlarına teşekkür ediyor…
Başka bir “krizi”, iklim krizini ekleyelim bu karşılaştırmaya. “Çocuklarımızın geleceği” için dayanışma, Avrupa toplumlarında ana akım söylem konumunda. Genç insanların kendi aralarındaki dayanışma ve eylem coşkusu zaten ortada. Peki, “Fridays for Future” hareketine benzeyen, mültecilere dönük bir hareket, bir “Fridays for Refugees” neden oluşamadı bunca zamandır? Neden kamunun ilgisini bu kadar az çekiyor bu konu? Buna da başka bir akıl yürütmeyle cevap verebiliriz. Belki de distopik senaryoların ve kıyamet tablolarının “doğal” sonucu bu durum; korku, dayanışmayı tetikliyor. Tabii bu da mümkün ve geçerli bir açıklama olabilir sorumuz açısından.
Bir eylem biçimi olarak feragat
Benimse şöyle bir varsayımım var: bütün bu sosyopsikolojik veya ideolojik etkenlerin yanında bir önemli etken var ki, belki de bu, konumuzu yaşadığımız çağın iktidar meselesiyle birleştiren bir etken. Vazgeçmek ya da eski deyimiyle feragat etmek eyleminden söz ediyorum. Dijital toplumlardaki iktidarlara karşı temel direnme stratejilerinden biri, galiba “vazgeçmek”. Özellikle de toplumsal gençlik hareketlerinde. Belirli beslenme biçimlerinden, belirli tüketim maddelerinden, “kirli turizmden”, politik anlamda doğru olmayan bir dilden, otomobil ve diğer motorlu taşıtlara ya da uçağa binmekten feragat etmek. Kimbilir, belki de başka eylem imkânlarından çare bulamadıkları için.
İklim krizi ve korona krizi de vazgeçmeyi temel eylem biçimi olarak öne çıkarıyor. Mülteci dayanışması, çok da bir şeylerden vazgeçmeyi gerektirmiyor buna karşılık. Belki de bu yüzden pek “revaçta” değil mültecilerle dayanışma. Diğer yandan da başka etkili eylem biçimleri bulunamıyor sanırım mültecilerle dayanışmak için.
Ama iklim dayanışması ve korona dayanışması arasındaki benzerlik de buraya kadar aslında. Çünkü feragat etmek, kendi başına bir değer değil. Ancak başka iki temel “meziyet” çerçevesinde siyasal direniş işlevi görebiliyor. Bunlar, ret ve infial. Kabullenmemek ve hiddetlenmek yani. Bu üçlü (ret ve infial çerçevesinde feragat), iklim krizi bağlamında çıkıyor karşımıza. Ama korona eksenindeki “feragat emri”, ne otoriteyi reddetmemizi ne de devletin kısıtlamalarına hiddetlenmemizi istiyor bizden. “Sus ve feragat et!” diyor bize. Direniş tarafı değil orası çünkü, iktidar tarafı. Virüs bizi iktidarın kucağına atıverdi sanki…
İktidar ve direniş
İktidar-direniş ve ret-infial-feragat konularını biraz açayım.
İktidar meselesinde Fransız düşünür Michel Foucault’nun (1926-1984) sunduğu, alışık olduğumuzdan farklı çerçeveye yaslanacağım. İktidar yalnızca devlet ya da hükümette değil, her yerdedir Foucault’ya göre, ilişkilerin karmaşık ağı içindeki sayısız noktadan kalkarak vücuda gelir. Seninle benim aramda, öğretmenle öğrenci, doktorla hasta, söylemler, kuramlar, toplumsal işlevler arasında oluşur ve filizlenir. İktidarın olduğu yerde, direniş de vardır. Ama bu cümleyi “direniş her daim iktidarın boyunduruğu altındadır” biçiminde yorumlamak yanlış olur.
Konumuz kısmen korona olduğundan, mikrobiyolojik bir benzetmeyle izah edeyim Foucault’ya göre iktidar-direniş ilişkisini: bedene giren virüs nasıl ki antikor üretimini körüklüyorsa, her iktidarın “gözeneklerinde” de karşı direnç noktaları oluşur. Bu ilişkiyi tersten okumak da mümkün; yani, her direnişe iktidar bir hamleyle karşılık verir. Bu hamle ezme, yok etme, yasaklamadan çok, entegre ve asimile etme, yeniyi ve farklıyı tersine çevirip, kendi hedefleri için kullanma biçiminde tezahür eder.
Bu teorik model, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan toplumsal hareketlerin seyrini anlamaya özellikle elverişli bence. Yine Foucault’nun getirdiği “biyoiktidar” kavramı ise, yaşadığımız dönemde gittikçe önem kazanan bir bağlantıya dikkat çeker; yaşam ve istatistik, beden ve nüfus arasında kurulan bağlantıya… Bu “iktidar teknolojisi” iki ayaklı bir temel üstünde duruyor. Bir yandan kitlelere yönelik bilgi ve stratejiler (halk sağlığı, doğum-ölüm oranlarının dengelenmesi, kalıtım, kitlesel risk ölçümleri vs.) üretirken, diğer yandan da tek tek bireylerin hayatlarını (beden sağlığı, kişisel kondisyon, cinsellik vs.) kontrol altına alıyor. Bireylerin, toplumsal kontrollere ve yönetime rıza göstermesi de bu yolla sağlanıyor.
Alışageldiğimiz bireysel/kitlesel, altyapı/üstyapı ikilemlerine dayalı direniş biçimleri belki tam da iktidarın bu çifte özelliği yüzünden etkisiz kalıyor. Uzun zamandır her direniş, gittikçe daha da güçlenen iktidar duvarına çarpıp geriliyor sanki. İktidar, son yirmi yılda direnişin kalelerini bir bir ele geçirdi. 2000’lerin başında tek yanlı küreselleşmenin eleştirisi olarak doğan Sosyal Forum, ardından filizlenen Occupy (İşgal) Hareketi, 2010’larda başlayan “Arap Baharı”, “Öfkeliler” (İndignados), Gezi Hareketi, Doğu Avrupa’daki “meydan hareketleri”, o yıllarda giderek canlanan alternatif ekonomi projeleri… Neredeyse bu hareketlerin ve yönelimlerin tümü, ya çok kısa bir sürede sisteme entegre oldular ya da gerileyip kayboldular.
Türkiye, Rusya ya da Mısır gibi ülkelerde otorite, yasak ve baskı yoluyla ayakta duran rejimleri bir kenara bırakalım. “Klasik Batı demokrasileri” adını verdiğimiz Avrupa ülkelerinde de toplumsal hareketler kendilerini yutan, asimile eden iktidarlara karşı direnemedi son yıllarda. Sanırım buna bağlı olarak, meydanlarda kendini gösteren hareketlere paralel, başka bir direnme biçimi ortaya çıktı ve özellikle de Batı toplumlarının genç kesimlerinde revaç bulmaya başladı. İşte bu direniş türüne “ret ve infial” adını veriyorum.
Alanlar: Tüketim, dil ve çevre
Post-endüstriyel veya –son dönemde– dijital kavramlarıyla tanımlanan toplumlarda, siyasal alanda gözle görülür bir kaymaya tanık oluyoruz. Özellikle üç unsur, son yıllarda yeni direniş politikalarının tercihli sektörleri haline geldi: tüketim, dil ve çevre. Ret ve infial, özellikle bu alanlarda etkin.
Öncelikle, ana akım tüketim biçiminin reddi ile karşı karşıyayız. Tüketim gücü nispeten yüksek olan toplum kesimlerinde, alternatif bir eşya edinimi ve kullanımı gözlenebilir. Yalnızca organik ve vegan ürünlerle beslenmek; sadece sürdürebilirlik ve adil ticaret ilkelerine uygun üretilen ve pazarlanan giysileri kullanmak; küçük ve yerel esnafı, çok-uluslu şirket ve holdinglere tercih etmek… Burada sorgulanan, tüketimin kendisinden çok, ne biçimde, hangi kaynaktan, kime kâr sağlayacak şekilde yapıldığı. Yani tüketim, bu perspektifte kapitalist üretim sürecinin bir ânı değil, kendine başına bir politik eylem alanı. Eğer ki bireysel tüketim kapitalist sistemi ayakta tutuyorsa, benim tüketimi reddetmem ya da istenilenden farklı şekilde tüketmem de bu sistemi yıkabilir. En azından; vergi ödemeyen, işçilerini çok kötü koşullarda çalıştıran, gereğinden fazla bilgi, sermaye ve gücü elinde tutan ve bu nedenle tehlikeli olabilecek firmalara zarar verebilirim böylelikle. Madem ki başka direniş biçimleri (bugüne kadar gördüğümüz üzere) bir işe yaramıyor, o vakit yalnızca bir tüketici olarak görüldüğüm bu toplumda tüketmemek ya da “başka türlü” tüketmek de benim direnme gücüm.
Bu bakış, kendini dil konusunda da gösteriyor, özellikle de “politik doğruculuk” (political correctness) adı verilen dil stratejinin algılanışında. Bu stratejiye göre, yaralanabilir, ötekileştirilmiş, ezilen sosyal gruplara yönelik incitebilecek kavram ve söylemlerden kaçınmak ve bunlar yerine o grubun kendisine uygun gördüğü sözcükleri kullanmak doğrudur. Böylesi bir dil kullanımı, giderek bir dizi sözcüğün, söylemin, fıkranın, giderek tarihsel anlatının reddini de beraberinde getiriyor. Beklenen şu ki, politik anlamda doğru dil kullanımı, toplumsal anlamda doğru bir dünya oluşturacaktır. Ezen, dışlayan kelimeler kullanılmamak yoluyla dilden kesilip atıldığında ezme ve dışlama da yok olacaktır bu akıl yürütmeye göre.
Reddetmenin temel eylem biçimi olduğu üçüncü alan ise, çevre. Otomobil, uçak, plastik, et ve benzeri “çevre düşmanı” unsuru reddetmek, yalnızca tüketim alışkanlığını değil, aynı zamanda çevreyle olan ilişkimizi de değiştirecek ve küremizi belki de beklenen korkunç sondan kurtaracaktır. Yani tüketimde uygulanan ret eylemi kapitalizmi dönüştürebileceği gibi, çevremizi de yaşanabilir kılacaktır. Ekolojik ayak izimizi, ana akım tüketimi reddederek küçük tutulabiliriz ancak…
Tasvir etmeye çalıştığım bu direniş biçiminde infial, reddetmenin “eylemci” kardeşi olarak işlev görür. Bu kavramı, Almanca Empörung, İngilizce (ve daha bir dizi başka dilde) indignation kavramlarına karşılık olarak kullanıyorum; öfkelenmek, hiddetlenmek, protesto etmek anlamlarını kapsayan bir söz. Hatırlarsanız, Fransız direnişçi Stéphane Hessel’in 2010’da yayımlanan Indignez-vous! (Türkçesi: Öfkelenin!) kitabı, o yıllarda ortaya çıkan politik hareketleri derinden etkilemişti ki bence bu nedensiz değildi. Direnişçilerin gerek ekonomi ve matematik gerekse etik açısından kusursuz biçimde hesaplamış oldukları “iyi ve adil hayat” tasarımlarının en büyük düşmanları, tam da bu hayat şeklinin tersini uygulayan, ürettiği mallar, ticaret pratiği, söylemi ve toplumsal konumuyla da bu direnişin karşısında duran kesimler. Yani iktidarı ellerinde tutanlar. Dolayısıyla onlara yönelik öfke, direnişin temel ögelerinden biri. Sosyal medyada yapılan protesto paylaşımları, infialin en yaygın dile geliş şekli…
Ret ve infial: Siyasetin özelleşmesi
Tüketim, dil ve çevre alanlarında ret ve infial eylemleri: bu direniş, bildiğimiz kamusal alanı kısmen terk ediyor aslında. Gerçi bunlar “özel” alanlar değiller, üçü de uzunca bir zaman toplumsal mücadelelerin yan bölgeleri olarak işlev görüyorlar. Ancak bu alanlarda şu anda verilmekte olan, sözünü ettiğim direniş mücadelelerinin “tarzı”, tuhaf bir şekilde özel veya kişisel. 1970’lerdeki feminist mücadelelerin temel sloganlarından birini hatırlayalım: “Özel (aslında: kişisel) olan politiktir” (The personal is political). Bu sloganda dile getirilen, evde olan biteni “özel hayat” diye siyaset ve hukuktan ayırarak kadınlara yönelik şiddeti ve emek sömürüsünü meşru kılan egemen söylemin eleştirisiydi öncelikle. Yani özel sayılan bir düzeyi siyasal alana taşımak ve böylelikle özelde yaşanan adaletsizliği görünür kılmak… Bugün gözlemekte olduğumuz, bunun tam tersi sanki: siyasal, özel alana taşınıyor.
Bu, aslında altyapıya pek de ilişmeyen, onun üstyapıda görülen etkilerini değiştirmeye yönelik bir direniş biçimi, diyebiliriz. Ama bu direniş bireysel mi, kolektif mi sorusu, pek de kolay cevaplanacak türden değil. Gerçi ret ve infial, kişisel düzeyde ve daha ziyade bir “hayat tarzı” olarak gerçekleştirilen eylemler. Ama tekrarlanabilir eylemler olarak, yine de kitlesel bir boyutu var bunların. Belki de sosyal medyanın “yankı odalarında”, birbirine benzeyen üyelerden müteşekkil gruplar içinde “kendin söyle, kendin işit” şeklinde sürdürülen bir iletişim ve eylem türü ret ve infial. Ama bazen öyle yüksek çıkıyor ki o insanların sesleri, yıllardır örgütlü mücadele veren bir sürü hareketten daha etkili sanki.
Bu eylem biçimi ne bireysel ne de kolektif aslında. Kişisel ama tekrarlanabilir ve eşzamanlı (senkronize) kılınabilir bir direniş. Bireyler eşzamanlı eylemleriyle siyasal olanı kendi yalıtılmış hayatlarına taşıyor ve böylelikle siyasal eylemi mümkün kılıyorlar. Hani bu korona günlerinde, bir parçayı internet üstünden eşzamanlı icra ederek, farklı mekânlarda ama birlikte çalan müzisyenlerin sanatsal eylemi gibi. Eşzamanlılık, yeni direniş hareketlerinin koreografisi...
Son bir noktayı daha tekrarlamak istiyorum “yeni direnişler” konusunda. Bunların en önemli öğelerinden birisi, yukarıda belirttiğim gibi, feragat etmek, yani vazgeçmek. Belirli tüketim mallarından, büyük numara ekolojik ayak izinden, belirli bir seyahat etme ya da konuşma biçiminden (dolayısıyla belirli kelimelerden), belirli giysilerden feragat etmeden direniş göstermek mümkün değil bu yeni direniş tarzında. Feragat, yeni direnişlerin çekirdeğini oluşturuyor.
Peki ret-infial-feragat üstüne kurulu, eşzamanlılık yoluyla etki yaratan yeni direnişler, iktidara darbe vurabiliyor mu ve vurabilecek mi? Bu, ayrı bir konu.
Not: Bu yazının ilk versiyonu www.oneri.at adlı online dergide yayımlanmıştır.