Felsefe tarihinin en devrimci hamlelerinden biri, Baruch Spinoza’nın zihin ile beden, Tanrı ile doğa, iyi ile kötü arasındaki kadim duvarları yıkarak her şeyin tek bir tözün, tek bir doğanın farklı görünümleri olduğunu ilan etmesidir. Bu fikir, yani içkinlik felsefesi, Tanrı’yı gökyüzünden yeryüzüne, bedenin ve maddenin tam kalbine indirir. Bu, yalnızca soyut bir metafizik tartışma değil, aynı zamanda sahne sanatları için de derin sonuçlar doğuran bir aydınlanmadır. Eğer beden, ruhun bir hapishanesi ya da aşağı bir uzantısı değilse; eğer düşünce, yalnızca zihnin bir faaliyeti değilse, o halde sahnedeki beden ne anlama gelir? İşte bu sorunun en güçlü ve en pratik yanıtlarından biri, yirminci yüzyılın büyük tiyatro devrimcisi Jacques Lecoq’un pedagojisinde bulunur. Lecoq, Spinoza’nın felsefi sezgisini ete kemiğe büründürerek, bedeni yalnızca bir eylem aracı değil, bizatihi bir düşünme, bilme ve var olma merkezi olarak sahneye yerleştirmiştir. Bu iki düşünürün dünyası arasında köprü kuran ise Mihail Bahtin’in halk kültürü ve grotesk beden üzerine yaptığı çalışmalardır. Spinoza’nın içkin doğası, Bahtin’in karnavalesk bedeni ve Lecoq’un fiziksel tiyatrosu bir araya geldiğinde; sahne, estetik bir deneyim alanından, bedensel bir etik ve politik farkındalık laboratuvarına dönüşür.
Spinoza’nın felsefesinin merkezinde conatus kavramı yer alır: "Her varlık, kendi varlığında kalmak için çabalar." Bu, basit bir hayatta kalma içgüdüsünden çok daha fazlasıdır; var olan her şeyin kendi kudretini, yani etkileme ve etkilenme gücünü artırma yönündeki temel arzusudur. Onun için beden, zihnin emirlerini bekleyen pasif bir kukla değildir. Aksine, zihin ve beden aynı gerçekliğin iki farklı yüzüdür; biri düşünce, diğeri uzam olarak. Bedenin başına gelen bir şey, zihnin bir fikrine; zihindeki bir fikir ise bedenin bir haline karşılık gelir. Bu paralellik, tiyatro için devrimci bir kapı aralar: Bir oyuncunun jesti, mimiği, duruşu artık bir metnin ya da bir duygunun illüstrasyonu olmak zorunda değildir; o, bizatihi düşüncenin kendisidir. Lecoq’un pedagojisinin temel mottosu "Her şey hareket eder" (Tout bouge), Spinoza’nın bu dinamik ve canlı doğa anlayışının sahnedeki yankısıdır. Lecoq için doğadaki her şey –bir ağacın rüzgârda salınımı, bir kedinin avına odaklanması, suyun akışı– birer dramatik potansiyel taşır. Çünkü her birinin kendine özgü bir hareketi, ritmi ve varoluş çabası, yani bir conatus'u vardır. Lecoq’un "şiirsel beden" adını verdiği ideal, işte bu hareketin özünü kavrayan, dünya ile eylemleri aracılığıyla düşünen ve duygulanan bedendir.
Bu noktada, Spinoza’nın felsefesini Lecoq’un sahnesine taşıyan en sağlam köprü, Mihail Bahtin’in grotesk realizm kavramsallaştırmasıdır. Bahtin, Rabelais’nin eserleri üzerinden ortaçağ ve Rönesans halk kültürünü incelerken, klasik estetiğin idealize edilmiş, pürüzsüz ve kapalı bedeninin aksine, grotesk bedenin altını çizer. Bu beden, yeryüzüne sıkı sıkıya bağlıdır. O, devasa burunları, şişkin karınları, açık ağızları, fışkıran dışkısı, teri ve tükürüğüyle sürekli olarak dünya ile madde alışverişi yapan, sınırları belirsiz, açık bir bedendir. Bahtin’e göre bu beden "çirkin" değil, "kozmik"tir; çünkü o, ölüm ve doğumun, çürüme ve yenilenmenin bitimsiz döngüsünü kendi üzerinde taşır. Bu, Spinoza’nın doğa anlayışının ta kendisidir. Spinoza’nın doğasında mutlak iyi ya da kötü, güzel ya da çirkin yoktur; yalnızca nedenlerin ve sonuçların, etkileşimlerin ve kudretlerin sonsuz bir ağı vardır. Rabelais’nin kahkahalarla yiyip içen, sevişen ve ölen devleri, aşkın bir ideale değil, doğanın bu içkin ve döngüsel mantığına aittir. Lecoq, bu grotesk bedeni tiyatro laboratuvarına taşıyarak onu bir oyunculuk tekniği ve etik bir araştırma aracına dönüştürür. Grotesk masklarla çalışan öğrenci, toplumsal olarak bastırılmış, dışlanmış, "çirkin" kabul edilen bedensel imgelerle yüzleşir. Abartılı kamburlar, devasa kalçalar, çarpık yüzler aracılığıyla, yalnızca bir karakteri oynamaz; aynı zamanda bedenin "normal" kabul edilen sınırlarının ötesinde nasıl düşünülebileceğini, nasıl hareket edilebileceğini araştırır. Bu süreç, Spinozacı anlamda bedenin kudretini artıran bir dönüşümdür. Lecoq’un öğrencisine yönelttiği "Bu hareket nereden geliyor?" sorusu, Spinoza’nın "Bir etkilenimin nedeni nedir?" sorusuyla felsefi olarak özdeştir.
Bu etik-estetik araştırmanın en radikal ve politik sahnesi ise buffon çalışmalarında ortaya çıkar. Lecoq pedagojisinin bir yaratımı olan buffon, Bahtin’in karnavalesk ruhunun sahnedeki ajanıdır. Karnaval, toplumsal hiyerarşilerin, yasakların ve ciddiyetin geçici olarak askıya alındığı, kralın soytarıya, kutsalın dünyeviye dönüştüğü bir özgürlük alanıdır. Buffonlar, bu karnaval ruhunu sahneye taşırlar. Onlar, toplumun dışladığı, lanetlediği, ötekileştirdiği varlıklardır. Bedensel olarak deforme edilmiş, abartılı, hatta tiksindirici görünebilirler. Ancak bu grotesk dış görünüşün altında, seyircinin ahlaki ve politik ikiyüzlülüğünü acımasızca gören keskin bir zekâ yatar. Buffonlar, seyirciyle doğrudan, rahatsız edici bir ilişki kurarlar. Onların amacı yalnızca güldürmek değil, parodi ve alay yoluyla kurulu düzenin, egemen ahlakın ve gücün temellerini sarsmaktır. Bir buffonun abartılı bir jestle kutsal bir ritüeli taklit etmesi ya da seyircinin tam karşısında iğrenç bir eylemde bulunması, yalnızca estetik bir şok yaratmaz. Bu, Bahtinyen bir parodinin ve Spinozacı bir içkinliğin bedensel ifadesidir. Buffon, Spinoza’nın felsefesinde olduğu gibi, doğası gereği "kötü" ya da "sapkın" değildir; o da bir nedensellik zincirinin, toplumsal bir dışlanmışlığın ve bu dışlanmışlığa karşı geliştirilmiş bir bedensel stratejinin sonucudur. Sahnedeki varlığıyla seyirciye şu soruyu sordurur: Asıl grotesk olan benim deforme olmuş bedenim mi, yoksa sizin pürüzsüz ahlakınızın arkasına gizlediğiniz adaletsizlik mi?
Commedia dell’arte’nin maskeleri ise Lecoq pedagojisinde, Spinoza’nın beden-zihin paralelizminin en canlı örneklerinden birini sunar. Bu tiyatro formunda karakterlerin rolleri ve temel kişilikleri (maskeleri) sabittir, ancak eylemleri ve sözleri doğaçlamaya dayanır. Lecoq için bu masklar, yalnızca bir karakter tipini değil, bir bedensel düşünme biçimini temsil eder. Örneğin, Arlecchino’nun sürekli zıplayan, kıvrak, akrobatik bedeni, yalnızca komik bir efekt değildir. O, açlığın, yoksulluğun ve anlık arzuların kolektif bedensel hafızasının ete kemiğe bürünmüş halidir. Onun düşüncesi, bedeninin ritminde ve hareketindedir; önce zıplar, sonra neden zıpladığını düşünür. Yaşlı ve cimri Pantalone’nin öne eğik duruşu, kambur sırtı ve titrek elleri, onun para ve mülk kaygısının fiziksel bir heykeline dönüşmüştür. Bu karakterler, kelimelerle değil, bedenleriyle, eylemleriyle, duruşlarıyla düşünürler. Lecoq’un sıkça vurguladığı gibi, düşünce genellikle eylemden sonra gelir. Oyuncu bir mimik yapar ve o mimiğin ardından zihinsel anlam belirir. Çünkü Spinoza’nın dediği gibi, beden zaten kendi başına düşünmektedir.
Farce ve onun modern devamı olan slapstick komedileri, bu sahne düşüncesini daha popüler ve doğrudan biçimlerde ortaya koyar. Farce türü, Spinoza'nın tutkular (passions) öğretisinin mükemmel bir dramatizasyonudur. Farce karakterleri, kendi tutkularının esiridir. Onlar açgözlülük, kıskançlık, korku, şehvet gibi dışsal nedenlerle sürüklenen edilgin varlıklardır. Spinoza’nın tanımıyla, kendi etkilenme nedenlerinin tam olarak farkında olmayan, bu yüzden de eylemlerinin gerçek sahibi olamayan bedenlerdir. Komedileri de tam olarak bu edilginliğin, bu bilinçsizliğin grotesk bir teşhirinden doğar. Seyirci, kapıların ardında birbirini aldatan, dolaplara saklanan, panik içinde koşturan bu karakterlere gülerken, aslında tutkularının esiri olmanın trajikomik halini tanır. Bu tanıma, potansiyel bir etik farkındalık anıdır: Etkilenmekle yetinmek yerine etkileyebilmek, yani edilgin kalmak yerine etkinleşmek. Slapstick ise bu dinamiğe en saf fiziksel cevabı verir. Lecoq pedagojisinde slapstick, yalnızca birini güldürmek için düşmek değildir; o, bedensel bir felsefedir. Her düşüş, her çarpışma, her yüze yenen tokat, bedeni fiziksel bir sınırla, bir engelle yüzleştirir. Ancak slapstick figürünün dehası, her seferinde yeniden ayağa kalkmasıdır. Bu basit eylem, Spinoza’nın conatus kavramının en sade ve en güçlü sahne karşılığıdır: Varoluşta kalma ve gücünü artırma çabası, her darbede sınanır ama asla pes etmez. Bu, düşmenin bilgeliğidir. Lecoq için slapstick, oyuncunun kendi fiziksel sınırlarına dokunmasını, acıyı hissetmesini ama o sınırları aşma direncini de performatif olarak sergilemesini sağlar. Bu direnç, saf bir neşeye, yıkım karşısında bile hayatta kalma gücüne dönüşür.
Bu direncin en uç noktası, belki de darağacı mizahının sarsıcı soğukkanlılığıdır. Lecoq pedagojisinde doğrudan bir kategori olmasa da, ruhu buffon ve grotesk çalışmalarının sınırlarında gezinir. Darağacı mizahı, en umutsuz anda, ölümle yüzleşirken bile kahkahayı mümkün kılan şeydir. Bu, Bahtin’in anlattığı, her şeyi yutan ölüme karşı hayatı ve yeniden doğuşu kutsayan halk gülmecesidir. Spinoza'nın ölüme yaklaşımı da bu kahkahayla derinden rezonansa girer. Ona göre bilge insan ölümü değil, yaşamı düşünür. Ölüm korkusuna teslim olmak, dışsal bir gücün karşısındaki en mutlak edilginliktir. Oysa darağacı mizahı, ölüme karşı bile bir eyleme kudreti, bir etkinlik barındırır. Gülmek burada bir pasiflik değil, Spinozacı anlamda aktif bir duygulanımdır; korkunun yarattığı kederi, neşeye dönüştürme gücüdür.
Tüm bu farklı tiyatro biçimleri ve karakterler, Lecoq’un "duygulanımların geometrisi" olarak adlandırılabilecek bir pedagojiyle birbirine bağlanır. Lecoq, öğrencilerinden bir hayvanı, bir elementi ya da bir rengi taklit etmelerini istemez; ondan hareketin özünü, dinamiğini, yani Spinozacı bir dille söylersek, o varlığın conatus'unu ve etkileme biçimini kendi bedenlerinde yeniden keşfetmelerini ister. Bu, "bir şeyi bilmek, onu sevmektir" diyen Spinoza'nın bilgi anlayışıyla örtüşür; bir şeyi gerçekten anlamak, onunla bedensel ve duygusal bir özdeşlik kurmaktan geçer. Bu pedagojik süreç sonunda fiziksel tiyatro, Spinozacı anlamda bir etik-politik pratiğe dönüşür. Buffon’un seyirciyle kurduğu tehditkâr alaycılık, grotesk figürün tiksindirici ama dürüst varlığı, slapstick karakterinin sarsılmaz inadı; tüm bunlar seyirciyi edilgin bir izleyici koltuğundan kaldırıp onu bedensel bir tanıklığa, kendi tutkuları ve ahlaki yargıları üzerine düşünen bir katılımcıya dönüştürür.
Sonuç olarak, Spinoza’nın felsefesi, Lecoq’un fiziksel tiyatrosu ve Bahtin’in karnaval estetiği, birbirini aydınlatan ve tamamlayan üç büyük düşünce evrenidir. Spinoza, bedeni felsefi olarak özgürleştirir; Bahtin, bu özgürleşmiş bedenin toplumsal ve politik potansiyelini grotesk ve karnavalda bulur; Lecoq ise tüm bu teorik mirası, sahne üzerinde işleyen, nefes alan, terleyen, düşünen bir pedagojiye ve sanata dönüştürür. Lecoq’un sahnesinde bir buffonun maskesi düştüğünde ya da bir slapstick komedyeni onuncu kez ayağa kalktığında gördüğümüz şey, yalnızca bir gösteri değildir. Bu, bedenin düşünme, direnme ve neşelenme kudretinin bir kutlamasıdır. Bu sahnede beden, bir metni taşıyan bir araç değil, bilginin ve etiğin ta kendisidir. Seyirciye ve oyuncuya nihai bir hakikati hatırlatır: Kendini bilmek, yalnızca zihinle değil, bedenle mümkündür. Ve belki de, en derinde, yalnızca bedenle.





