Keşke XXI. yüzyılın güvenlik devleti, elinin altındaki bütün mekanizmaları ve yöntemleri sadece halka karşı değil de bir virüse karşı da harekete geçirebilseydi; bunu canı gönülden dilediğinden emin olabiliriz. Ama ne yazık ki güvenlik devletinin haşmetli gözleri dahi virüsü görmeye ve tedbir almaya yetmiyor. O, tarih boyunca insanlığın nasıl yönetileceği ve kontrol altında tutulabileceği konusunda binlerce yıllık deneyimden geçmiş iktidarın elinden her şekilde kaçıveriyor ve iktidarın yönetim konusundaki tecrübesi gözlerden uzak bir virüse karşı hiçbir şekilde etkili olamıyor. Keşke hakkında istihbarat yapılabilseydi, daha yarasanın bedenindeyken güvenlik kamerasıyla takip edilebilseydi ve daha insana ilk bulaştığında müdahale edilip derdest edilebilseydi. Olmadı, güvenlik devleti, çok büyük bir zaaf gösterdi; biz halk olarak kendisine yakıştıramadık.
Bu zafiyet karşısında insanlık, içinde yaşadığı böyle bir devleti bir kenara koyup hafızasını biraz yokladığında kendini en geç Ortaçağ'da bulabilir. Bilimin, tekniğin ve bunların hizmet ettiği güvenlik devletinin elindeki hiçbir aygıt işe yaramıyorsa XXI. yüzyıl insanı olmanın bir hikmeti kalmayacak, pis sokaklarda, pis şehirlerde, dayanılmaz kokular içine can çekişip ölen insanlar tarihin küflü sayfalarından geri döneceklerdir. Kimse, kendine yakıştıramasa da artık birer geçmiş zaman insanıdır.
Ama geçmiş, sadece hafızalarda yeniden canlanmakla yetinmeyebilir. Bir sese ve çağrıya dönüşebilir. Bu ses, geçmişe geri dönmeye dair bir yakınmayı ve çaresizliği dillendirebileceği gibi, onu yeniden canlandırmaya ve ezel ebed geçerliliğini savunmaya da hizmet edebilir. Din adamlarının “hakikati”, böyle zamanlarda o hakikati dillendiren sestir. Zaman ne kadar geçerse geçsin, teknik ne kadar ilerlerse ilerlesin, Tanrı ne kadar unutulmuş olursa olsun o hakikat oradadır ve kendini, vahametle de olsa, göstermekten çekinmeyecektir. Nihayetinde de “ahlâktan yoksun” Lut Kavmi ya da işe yarar herhangi birkaç satır, bu hakikati insanlığa göstermede örnek niyetine kullanılabilir.
Laiklik dini dışlamaz. Laik devlet de din düşmanı ya da gördüğü yerde onun başını ezen ve insanlığı hurafelerden kurtarmaya yemin etmiş bir olgu değildir. Bu nedenle de dinin ve laik devletin zıt kutupta birbirine düşman iki olgu olduğunun kabulü, olsa olsa modernistleri tatmin eder ama gerçeğe karşılık gelmez. Laiklik, tam da dinin kontrol edilmesi, içeri alınması ve modern devletin ihtiyaçlarına göre kullanılmasıdır. Bu anlamda Batı'nın dine karşı uzun zamandır gösterdiği tutum -kendi çıkarları gereğince- onu dışarıda tutmak, sadece vesayet yetkisiyle kontrolünü sağlamaktır. Bu özellikle, Anglo-Sakson toplumlarındaki görece serbest laiklik tanımından ziyade Fransa gibi Kıta Avrupası toplumlarında böyledir. Modernizmi tanımlarken dinin ne kadar içeride ya da dışarıda tutulduğu -yine Batı tandanslı bir tanım olarak- önemli olmakla birlikte, Türkiye gibi toplumlarda dinin laik devletin, başka bir ifadeyle din karşısında çoktan zafer kazanmış ve onu istediği gibi konumlandıran iktidarın elinin altında bir olgu olduğu ve onu daha çok içine almak ya da daha çok dışarıda tutmak sorununu da yine devletin kendi ihtiyaçlarının belirleyeceği ortadadır. Kısaca din, laik devletin dışında değil tam da göbeğindedir.
Bu anlamda da bir İslâm toplumunda, devletin ya da iktidarın -yine kendi çıkarları gereğince- onu mümkün olduğunca içeri almak ve onun sesini mümkün olduğunca açmak gayet rasyonel bir tutumdur. Diyanet İşleri'nin bir devlet kurumu olarak kurulması, bu anlamda Devlet Su İşleri'nden ya da Adalet Bakanlığı'ndan bir farkının olmaması, devletin dini bu denli içeriye almasındaki çıkarı ile yakından ilgilidir. Üzerinden yüzyıla yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen Diyanet'in hâlâ devlet içinde bu kadar içselleştirilmesi de hâlâ bu içselleştirmenin devletin çıkarına olduğunu açıkça gösterir. Kuruluşu gereği dinin ne kadar sahiplenileceği ya da ne kadar mesafe konulacağı da yine laik devletin çıkarı tarafından belirlenir. Bu tamamen, vakti zamanında dine karşı zafer kazanmış ve hâlâ o zaferin tadını çıkaran modern devletin bileceği iştir.
Diyanet İşleri esasında İslâmi bir kurum olarak devlet içinde bu kadar içerildiğinde, Tanrı’ya dair “hakikat”i seslendirirken sadece Tanrı ya da din adına konuşmamakta, halihazırda çıkarları gereği kendini İslâm’la özdeşleştirmiş devlet adına da konuşmaktadır. Diyanet özetle, “Covid'19'un müsebbibi eşcinsel ilişkilerdir” derken, bunun Tanrı'nın ve İslâm'ın hakikatinin sesi olmakla birlikte, devletin sesi olduğunu da bilmektedir. Bu nedenle itiraz olarak yükseltilen “ayrımcılık, halkı kine ve düşmanlığa sevk” argümanlarının Diyanet'le değil, devletin kendisiyle ilgisi vardır. Diyanet, devlet adına ve onun ağzından konuşmakta, bu durumda da kendisini devlete şikâyet etmenin hiçbir önemi kalmamaktadır. Hal böyle olmalı ki, bu argümanlarla Diyanet'i eleştiren Ankara Barosu hakkında “dinî değerleri aşağılamak” ve benzeri gerekçeleri ile suç duyurusunda bulunulmuştur, yine devletin ağzından konuşan savcı aracılığıyla. Akabinde bu gündemin Baro ve Oda seçim usullerinin anti-demokratik yöntemlerle değiştirilmesi için vesile kılınmış olması artık “manidar” bile sayılamayacak kadar alıştığımız bir uygulama.
Nispeten demokratik ülkelerde Diyanet'in bu açıklamaları gerçekten ayrımcılık, halkı kin ve düşmanlığa teşvik etme gerekçeleriyle suç konusu olabilirdi; çünkü bunlar Türk Ceza Kanunu'nda suç olarak düzenlenmiştir ve fail yönünden devlet görevlilerinin bir ayrıcalığı da yoktur. Ayrıca her ne kadar artık içi boş da olsa ve kendi altını kendi dolduramasa da hukuk devletinin asıl işlevi idarenin hesap verebilmesidir. Ne yazık ki halihazırdaki durumumuz bu tanımın işlerlik kazanmasına izin vermiyor.
Bunun dışında işin başka bir yönü var ki, tamamen farklı bir sorgulamayı gerektiriyor. Diyanet “Covid'19 un sebebi eşcinsel ilişkilerdir” derken bunu neye dayandırıyor, hangi kanıtla konuşuyor, hangi veriyi öne sürüyor, hangi istatistik üzerinden konuşuyor? Diyanet'in ne hakkında konuştuğunun farkında olup olmadığı kendisine ısrarla sorulması gereken bir konudur. Toplum ne kadar İslâmi referansla donatılmış olursa olsun, bir XXI. yüzyıl toplumu olarak, virüs kaynaklı bir salgının nedenleri hakkında mesnetsizce konuşmak, toplum üzerindeki herhangi bir etkinin ya da yetkinin sonucu olabilir mi? Virüs nasıl ortaya çıkmıştır? Nerede hayat bulmuştur? İnsanlara nasıl bulaşmıştır? Nasıl yayılmıştır? Ne kadar yayılacaktır? Ne kadar mutasyona uğramıştır? Nasıl uğramıştır? Mutasyonun etkileri nelerdir? Vücutta nasıl bir etki yapar? Bu etkinin sonuçları nelerdir? Her etkilenme aynı sonuçları mı doğurur? Ya da bu virüsün etkisi ya da gücü nedir ve nasıl öldürür?
Bu anlamda Diyanet'in virüse dair beyanatı izaha muhtaçtır. Diyanet virüsün nedenini ve etkisini eşcinsel ilişkilere bağlıyorsa bunu verilerle ortaya koymalı, başka bir deyişle bu hususu kanıtlamalıdır. Eşcinsel bireyleri bütün dünyayı etkisi altına alan ölümcül bir virüsün kaynağı olarak göstermenin sorumluluğu bu kadar hafif değildir. Bir din adamı eşcinsel ilişkiyi din adına onaylamayabilir ve bunun Tanrı'ya, dine ve onun hakikatine aykırı olduğunu savunabilir. Ama eşcinsel ilişkiyi somut bir olayın somut gerekçesi olarak ileri sürüyorsa, bir neden ve sonuç ilişkisi kurmak zorundadır.
Kaldı ki, bu tuhaf beyanatın başka sonuçları da vardır. Diyanet'in ortaya attığı ama hiçbir şekilde kanıtlaması mümkün olmayan iddiası sonucunda eşcinsellere yönelik olarak bir tepki gelişmesi karşısında bunun nasıl bir bedeli olacaktır? Diyanet, baştan aşağı yalan bir beyanla “Halkı kin ve düşmanlığa sevk etme“ suçundan yargılanacak mıdır? Ankara Barosu'nun haklı tepkisine karşı, bir devlet kurumu olan Diyanet'i korumak için açılan soruşturma, Ali Erbaş hakkında da açılacak mıdır? Tüm bu işin sonunda, eğer salgın konusunda herhangi bir eşcinsel zarar görürse, bu yalanın hesabı sorulacak mıdır?