Nefes Alamıyoruz

 

Ama siz yükseleceksiniz hep bembeyaz,
Onlar aşağıda siyah kalacak!
Sizin başınız bulutlarda dursun onlar balçıkta bacak!
Siz tatlı rüyalarınızı görün, onlar kalkıp sıçrayacak!
Kavunun kabuğuna bıçağı indirin siz, onlar kaçışacak.
[…]

Birhan Keskin, ”Öteki”

“Uyandığında kırmızıydı,”[1] diye başlıyor Hilary Jordan’ın distopik romanı. Uyanan ve kırmızı olan kitabın baş “kahraman”ı Hannah ve kendisi bir hapishanede uyanıyor, zira bu distopik dünyanın normlarına göre çok mühim bir suç işlemiş; kürtaj yaptırmış. “Suç” işlemiş birinin hapishanede gözlerini açması bize gayet tanıdık gelen bir hal. Ancak distopya bu ya, hapishaneye girmek Jordan’ın inşa ettiği, itibari dünyada kâfi gelmiyor ve bir de üzerine insanlar –teknolojinin de nimetlerinden yararlanılması suretiyle- suçlarının ağırlığına göre renklendiriliyor ve hatta çoğu kez esas ceza o vakit başlıyor. Bu yüzden kürtaj gibi ziyadesiyle ağır bir “suç” işlemiş olan Hannah “uyandığında kırmızıydı”. Esas mesele hapishanedeki berbat koşullar, mütemadiyen ve panoptikonvari[2] şekilde izleniyor olmak değildi. Hapishaneden çıkar çıkmaz Hannah damgalanmış bir renkli/kırmızı olarak hayatını idame ettirmeye çalışacaktı, idame ettirmeye çalıştığı şeye hayat denirse ve tabii ki bu hayatvari şeyi devam ettirebilirse… Artık o bir renkli ona her şey mubah; kendi gettosunda barınmaya çalışmak, her türlü kötü muameleye maruz kalmak ve hatta öldürülmek. Kimsenin çıkıp da kırmızı bir kadına yapılan muamelenin hesabını sormayacağı bir dünya nihayetinde. 

Pek tabii ki bu atıf yaptığımız metnin tamamıyla itibari -üstelik de distopik- olduğunu, yani içinde bizzat yaşadığımız hakiki dünyayla alakasız birtakım olgu ve olaylardan bahsedildiğini biliyoruz. Şimdilik işlenen suça göre bedenimiz renklendirilmiyor ya da hapishanedeki mahpusları sadece muktedirlere lüzumlu geldiğinde -mesela Guantanamo’daki gibi- izleyebiliyoruz. Fakat renklerimize ya da başkaca vasıflarımıza göre göre işaretlenip hukuki ya da değil cezalandırılmadığımızı kim söyleyebilir? Herhalde ancak işine öyle gelenler ve/veya rüyada olanlar…

“Uyandığında siyahtı.” Şayet geçtiğimiz günlerde (ne insan hakları gibi modern mevhumların evvelinde ne de distopik bir dünyada; tam olarak içerisinde olduğumuz “övgüye layık” insan hakları çağında) polis tarafından öldürülen George Floyd’un hayatını anlatan bir metnin ilk cümlesi bu olabilir. Floyd dünyaya gözlerini açtığında siyahtı. Şimdilik işlediğimiz suça göre bedenimiz renklendirilmese de teninin rengi nedeniyle biri katledildi, bizzat devletin “güvenlik”  görevlisi tarafından.

Evet siyah bir “vatandaş”ın güvenliğini ihlal eden,  Floyd’un yaşam hakkını elinden alan bir güvenlik görevlisiydi. Bu nasıl güvenlik görevi demekten ziyade, güvenlik tam da böyle bir şeydir demek istiyoruz, tabii neyin, kimin güvenliği, ne için güvenlik sorusunu illa ki sormak kaydıyla. Biz burada Floyd vahşice öldürüldü, “polis vahşeti” de demeyeceğiz, zira ortada vuku bulanın hiç de “vahşi” ve “çılgınca” olduğunu zannetmiyoruz, bilakis gayet akli ve stratejik bir katletmeyle karşı karşıyayız. Zaten esas “vahşi”ler de “vahşi olmayan”ın iddiasına göre Floyd’un büyük büyük büyük neneleri ve dedeleriydi. Bu “vahşilik” meselesinden devam edelim.

“Hayvan”

When They See Us isimli dizide[3] şüpheli siyah çocuklardan bahsederken soruşturma savcısı çocuklar, şüpheliler ya da kişiler demek yerine “o hayvanlar” diyordu. Akabinde “o hayvanlar”a nasıl bir muamelenin reva görüldüğünü tahmin etmek zor değil; 14-17 yaş arasındaki çocuklar işkenceler eşliğinde ve elbette adil yargılanma hakkının yokluğunda suçlu ilan ediliyordu. Yaşları da fark etmeksizin artık o mıntıkada onlara her şey yapılabilir, hiçbir fiilî ve açıktır ki hukuki hudut çekilmemiş. Zira bir tarafta gettolarda yaşayan, uyandığında siyah olan, iddia odur ki büyük büyük neneleri ve dedeleri gibi “vahşi”, “medeniyet” yoksunu çocuklar, öbür tarafta devletin, modern hukuk devletinin kolluk görevlisi ve onun başındaki savcısı var.

Siyah çocuklara “hayvan” olarak hitap etmenin tekabül ettiği şey aslında tam olarak o çocuklara “insan” diye hitap etmemek. Burada türcülük yapmak ve insanı hayvandan üstün bir yerlere yerleştirmek niyetinde değiliz, bilakis bu yerleştirmeye karşı bir söylem geliştirmek muradımız. İnsan olmayan hayvana da yapılmaması icap eden muamele, mesela işkence, “insan” olarak görülmediği için Floyd’a yapıldı. Zira o muktedirin gözünde “insanlık”tan ihraç edilmiş biri, bu bahisle “insan” olanın eşiti ya da içerisindeki bir figür değil. Haliyle insan olmakla ilgili haklardan, yani insan haklarından da ihraç edilmiş ve “ahlâki kaygılar haritasından silinmiş”.[4] Bir zamanların sömürge plantasyonlarındaki yaşayan ölüye, “gölge figür”e dönüşmüş köleler gibi.[5] Ve Yahudi toplama kamplarında olduğu gibi; nihayetinde bu kamplarda hukuka uygunluk tartışması tüm manasını yitirmiş, istisna kurala dönüşmüştü. Bu istisnai, ne yerel ne uluslararası hukukun alaka göstermediği mekânda, “saf fiilî egemenlik” mıntıkasında her şey mümkün. “Gölge figür”e, “insan olmayan”a yapılacak her muamele mubah ve haliyle hiçbir suç teşkil etmeyecek.[6]

İş, içerisinde olduğumuz çağda plantasyon, toplama kampı gibi belirli bir mekânsal düzenlemeden çıkmış halde. Aksine “gölge figür”/“homo sacer” her yerde, herkesin hayatında kol gezmekte. Meseleyi öbür tarafından ifade edecek olursak şayet; istisna artık kural olmuş.[7] “İstisna hal”i ve bu “hal”in bir sonucu olarak yaşanan insan hak ve özgürlüklerine yönelik müdahaleler şu sıralar revaçta olan bir hükümet etme yöntemi. “Olağandışı zamanlarda yaşandığı” ve bu bahisle “olağandışı güvenlik önlemlerine ihtiyaç” olduğu iddiası sıkça önümüze sürülüyor.[8] Burada kastedilen olağandışılık, “güvenlik” uğruna insan hak ve özgürlüklerinin feda edilebileceği düşüncesini temel alıyor ve yasalar, devlet kurumları, uygulamalar buna göre şekillendiriliyor. Buna “9/11 etkisi” denedursun, biz neoliberalizm etkisi demeye devam edeceğiz.

“Hayalet”

Biraz da karşı tarafa, kolluk görevlisine bakalım. Floyd gibi bir “homo sacer” dillendirip koca Amerika Birleşik Devletleri’nin anlı, şanlı(!) polisini anmadan geçmek olmaz. Bu anmayı istisna hali bahsinden devam ederek yapacağız.

Walter Benjamin istisna halinin, yani hukukun askıya alındığı o muğlak tezahür edişin en bariz emsalini görebileceğimiz yerin kolluk kuvvetlerinin mıntıkası olduğunu belirtir. Tam da bu sebeple kolluk kuvvetinin icraatı için “hayaletimsi karışım” der.[9] Devamında şöyle yazmış:

Aslında kolluk gücünün ”hukuku”, devletin her ne olursa olsun ulaşmaya çalıştığı ampirik amaçlarını, belki çaresizlikten, belki her hukuk düzenindeki iç bağlantılardan dolayı, artık hukuk düzeni yoluyla güvence altına alamadığı noktayı ifade eder. Bu nedenle kolluk gücü, hukuksal amaçlarla hiçbir bağlantısı olmadığı halde yurttaşları zorbaca taciz ederek idari düzenleyici işlemlerle örgütlenmiş hayatlarına karışmadığı ya da onları açıkça izlemediği durumlarda, açık açık bir yasal düzenlemenin olmadığı pek çok olaya ”güvenlik sebebiyle” müdahale eder. […] Kolluk gücünün şiddeti, medeni devletlerdeki hayatında, ele gelmez, her tarafa yayılmış hayaletimsi varlığında olduğu gibi, biçimsizdir.[10]

Haliyle kolluk yasayı korumaz sadece, çıkardığı kararnamelerle, hukuki boşluklarda gerçekleştirdiği müdahaleleriyle yasayı yeni baştan kurmuş, yani yasa koyucu vasfına sahip olmuş olur. Polis aslında devlet ve/veya devletin hayaleti. Bu yüzden binlerce “Polis Vazife Salahiyetleri…” diye kanun çıksa da polisin fiiliyatta sınırı namevcut.[11]  Haliyle bu sınırsızlık ve de bu bahisle hukuksuzluk alanında Floydların işkence görerek katledilmesinde tepki gösterilecek, lanet okunup protesto edilecek çok şey var ve fakat şaşılacak pek bir şey yok. 

Tam bu noktada akıllara şu sorunun gelmesi tabî: İnsanların hakkını- hukukunu korumuyorsa bu hayalet neyi koruyor? Bahsedilen güvenlik de ne o vakit?

“Güvenlik”

Muktedirlerin yakın tarihimizde en sevdiği kelime bu olsa gerek: “Güvenlik”. Âdeta sihirli; muktedir ne yapsa aklayıverecek, yeniden ve yeniden meşruiyeti tesis edecek gibi. Oysa tam da “güvenlik” türküsü söylenip durdukça hayatımız daha “güvensiz” ve kıymetsiz hale geliyor. Her an öl(dürül)ebiliriz; mesela polis kurşunuyla ve hatta işkencesiyle, Mercedes fabrikasında Covid-19’dan ya da son teknoloji bir savaş uçağı bombardımanında… O zaman -şimdi cevaplamaya gayret ederek- bir kez daha soralım, bu “güvenlik” kiminki? Bizimki değilse, güya diğer ABD vatandaşlarıyla eşit haklara sahip Floyd’un güvenliği değilse kimin “güvenliği”?

Hani bir laf var: “Başkasının arsasına ev yapan esas sahibi gelecek diye bir türlü rahat edemez.” Muktedir dediklerimiz de -hem tarihsel, hem güncel açıdan- aslında tam olarak bu çerçevede ele alınabilir. “Güvenliğe” en çok ihtiyaç duyanlar tam da başkasının arsasına ev yapanlar. Bu bahisle mesela siyahların üzerinde muktedirlik ilan etmiş olanların ziyadesiyle güvenliğe, zira muhafaza etmeye ihtiyacı var. Nitekim bu yüzden, yani kendi üstünlüğünü/hâkimiyetini muhafaza etmek için muktedir hep gittikçe hâkim olmayan, aşağıda olan ve nihayetinde “insan olmayan”ların mevcudiyetine ihtiyaç duyar.

Neticede muktedir “homo sacer”siz kendini idame ettiremez ve Karl Marx’ın da dediği gibi güvenlik burjuva toplumunun, yani başkasının arazisi üzerine ev inşa etme/sömürme/gasp toplumunun yüce mevhumu.[12] Özgürlük değil, güvenlik… Özgürlük ve de eşitlik birtakım yazılı metinleri, siyasetçi konuşmalarını süsleyen, muktedirin “Hakikat”i olmaktan öteye gidemeyen ve bu bahisle “güvenlik”, yanlış olmasın muktedirin güvenliği, karşısında yıkılıveren mevhumlar. Özgürlük ve eşitliğin bunlara gerçekte sahip olmayanların dilinde bambaşka bir mana ifade ettiğini, “Hakikat”i bozuma uğratan hakikatin oradan fışkırdığını belirtmeye lüzum yok. Zira hem başkaca ve başlı başına bir çalışma mevzusu hem de Floyd için yapılan protesto gösterileri bu konuda yeterli izahatı sunuyor.

”Nefes Alamıyorum”

O halde Neocleous’ın sorduğu “ya güvenlik otoritenin insan hayatına derinlemesine nüfuz etmesine olanak sağlayan semantik ve semiyotik bir kara delikten başka bir şey değilse?”[13] sorusu çok mühim. O kara deliğe düştük, düşüyoruz. Bazılarımız çok ağır bedeller ödeyerek düşüyoruz. Nefes alamıyoruz, yaşayarak ya da Floyd gibi ölerek, birilerinin güvenliği için nefes alamıyoruz.

ABD’de Floyd cinayetinin ardından başlayan polis karşıtı protesto eylemleri devam ediyor ve bu durum bu kez de siyahlar tarafından dile getiriliyor. New York'un yanı sıra, Miami, Chicago ve Los Angeles gibi ABD'nin önde gelen kentlerinin de aralarında bulunduğu onlarca şehirde düzenlenen eylemlerde göstericiler, George Floyd’un son cümlelerinden olan "I can't Breathe!" (”Nefes alamıyorum”) temasını ana şiar olarak işliyorlar. ABD dışında da "Black Lives Matter" (”Siyahların Yaşamları Önemlidir”) vurgusu ile çeşitli protestolar yapılıyor. Zira nefes almaya ve hayatlarımızın muktedir tarafından varsayılanlar kadar önemli olduğunu izah etmeye çalışıyoruz. 

Bahsini ettiğimiz protestoların tüm dunyayı tesiri altına alan Covid-19 salgını esnasında meydana geliyor olması da manidar bir ayrıntı olarak kayıtlara düşmeli. Nasıl da viral bir çağda yaşadığımıza, dünyanın öbür ucunda bir sebeple nefes alamayan birinin tüm dünyada etki yarattığına bizzat şahit olduğumuz bir dönemde birileri yaşamlarının önemli olduğunu bas bas bağırmak suretiyle dile getiriyor. Bu dile geliş Türkiye’de de ister istemez bir hatırlatmaya sebep oluyor. ABD’deki protestolara değinirken yedi yıl öncesinin Türkiye’siyle benzerliklerden bahsetmek mümkün sanıyoruz. Tam da Gezi Direnişi’nin yıldönümüne denk gelen protestolar bağlam kurmak açısından işleri kolaylaştırıyor. "Nefes alamama" durumunun dünyanın her yerinde aynı anlama geldiğini görmek açısından bu "rastlantının" önemli olduğunu düşünüyoruz. Floyd’u katleden polisin Gezi Direnişi süresince gençleri katleden resmî yahut gayri resmî güvenlik kuvvetlerinden farklı olmadığını, Kemal Korkut’u da aynı polisin katlettiğini ve işte o aynı polisin hepimizin hayatında kol gezdiğini, muktedirin güvenliği ve refahı mevzu olunca yaşamlarımızın ne kadar da önemsiz olduğunu tekrar vurgulamak istiyoruz.  

Bitirirken

Aktivist Tamika Mallory, Floyd’un öldürülmesinin ardından yaptığı konuşmada şunları ifade etti:

... Bunu durdurmanın kolay bir yolu var. Polisleri tutuklayın, onlara suçlama yöneltin. Sadece Minneapolis’tekileri değil. İnsanlarımızı öldüren Amerika’nın her yerindeki tüm polisleri suçlayın. İşinizi yapın. Söylediğinizi yapın ve bu ülkeyi olması gerektiği gibi herkes için özgür hale getirin. Siyah insanlar özgür değil ve bundan yorulduk. Bize yağmalamadan bahsetmeyin. Yağmacı olan sizlersiniz. Amerika siyah insanları yağmaladı. Buraya geldiklerinde Amerikan yerlilerini yağmaladılar. Yağmacılığı sizden öğrendik. Şiddeti sizden öğrendik. Eğer bizden daha iyisini bekliyorsanız, önce siz bunu yapın!

Walter Benjamin’se tarih kavramını tartıştığı yazısında şunları söylemişti:

Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde yaşadığımız ”olağanüstü hal” istisna değil kuraldır. Buna denk düşen bir tarih anlayışına ulaşmak zorundayız. O zaman açıkça göreceğiz ki, gerçek olağanüstü hali yaratmak bize düşen bir görevdir.[14]

Mallory, Benjamin’in gerçek olağanüstü hali yaratma cağrısına muktedirin gerçekliğini ortaya koyarak yanıt oluyor. Nihayetinde "yağmacılık ve şiddetin" ögrenilmişliği vurgusu ve muktedire yapılan ”tüm suçlarınızın bedelini ödemelisiniz” hatırlatması gerçek olağanüstü halin ”yapı taşı”nı değil de neyi işaret eder?  


[1] Hillary Jordan, Uyandığında, çev. Özlem Yüksel, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2018, s. 9.

[2] Bkz. Michel Foucault, Discipline and Punish: The Birth of the Prison, çev. Alan Sheridan, Vintage Books, New York, 1995, s. 200.

[3] When They See Us, Yazan ve Yönetmen: Ava DuVerney, Oyuncular: Asante Blackk, Caleel Harris, Ethan Herisse, Jharrel Jerome, Marquis Rodriguez, ABD, 2019.

[4] Costas Douzinas, İnsan Haklarının Sonu, çev. Kasım Akbaş ve Umre Deniz Tuna, Dipnot Yayınları, Ankara, 2018, s. 153.

[5] Achille Mbembe, “Nekro-Siyaset”, çev. Abdurrahman AYDIN, Öteki Olarak Ölmek içinde, Der. Evrim C. İflazoğlu ve A. Aslı Demir, Dipnot Yayınları, Ankara, 2016, s. 237-239.

[6] Giorgio Agamben, Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, çev. İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2017, s. 199, 203, 204.

[7] Agamben, s. 167.

[8]  Mark Neocleous, Güvenliğin Eleştirisi, çev. Tonguç Ok, Notabene Yayınları, Ankara 2014, s. 61.

[9] Walter Benjamin, “Şiddetin Eleştirisi Üzerine”, çev. Ece Göztepe, Şiddetin Eleştirisi Üzerine, Haz. Aykut Çelebi, Metis Yayınları, İstanbul, 2010, s. 28.

[10] A.g.e., s. 29.

[11] Jacques Derrida, “Yasanın Gücü, Otoritenin Mistik Temeli”, çev. Zeynep Direk, Şiddetin Eleştirisi Üzerine, Haz. Aykut Çelebi, Metis Yayınları, İstanbul, 2010, s. 109.

[12] Karl Marx, Yahudi Sorunu, çev. Muzaffer İlhan Erdost, Sol Yayınları, Ankara, 2009, s. 31.

[13] Neocleous, s. 14.

[14] Walter Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine”, Walter Benjamin Kitabı: Seçme Yazılar, Haz. ve Çev. Tunç Tayaç, Dipnot Yayınları, Ankara, 2018, s. 478.