İsrail’in Gazze’deki savaşı bir yılı aşkın süredir devam ederken bir “tırmanış”tan bahsetmek zor. Çünkü İsrail’in geçen Cumartesi günü İran’a düzenlediği saldırı gibi askeri tırmanış anlarını ayrı bir yere koymak, Gazze’de olup bitenlerin aksi takdirde normal veya kabul edilebilir olduğunu ima ediyor. Belki de bunun yerine bir yüzleşmeden bahsedebiliriz. Son birkaç haftadır, İsrail’in Gazze’nin kuzeyinde sürdürdüğü harekâtın dünyayı, inkârı giderek zorlaşan bir gerçekle yüzleştirdiğinden bahsedebiliriz: Gazze sakinleri bir etnik temizliğin pençesinde. Çocuklar da dahil olmak üzere Filistinli siviller, onları yok etmek veya gitgide genişleyen ölüm ve açlık bölgelerinden topluca göçe zorlamak gibi bir amaca işaret edilebilecek şekilde öldürülüyor. Birleşmiş Milletler’in geçici insani yardım şefi, Cumartesi günü, “Gazze’nin kuzeyindeki tüm nüfus, ölüm riski altında” dedi.
Peki, gitmeleri gereken yer neresi? Bu sorunun da bir cevabı var. Ekim ayı başlarında, yüzlerce kişinin katıldığı Gazze'yi Yeniden İskana Hazırlık başlıklı bir konferans, Gazze Şeridi dışında gerçekleştirildi. İsrailliler, topçu ateşi ve silah seslerinin duyulabileceği kadar yakın bir mesafede, savaştan sonra Gazze ve orada yaşayanlar hakkında ne yapılacağına karar vermek için bir araya geldi. Genç bir kadın “Hepsini öldürmeliyiz” önerisinde bulundu. İsrail’in ulusal güvenlik bakanı Itamar Ben-Gvir ise biraz daha “makul” bir yaklaşım sergiledi: “Tüm Gazze vatandaşlarının gönüllü transferini teşvik edeceğiz,” dedi. “Diğer ülkelere taşınmaları için onlara fırsat sunacağız çünkü o topraklar bize ait.”
Bu tür bir “teşvik” nasıl bir şey olabilir? Geçen yılın olaylarına bakıldığında, akıl ve ikna yolunu içermediği rahatlıkla söylenebilir. Teşvikten kastedilen şey, Birleşmiş Milletler’in saldırının son aşamasını tanımlarken kullandığı ifadeyle, kuzey Gazze’ye yönelik “amansız” hava saldırılarıdır. Hastane yataklarındaki hastaların canlı canlı yanmasıdır, serum askısı hâlâ koluna bağlı olan Şaban el-Dalou’nun başına geldiği gibi. Çocukların insansız hava araçlarıyla hedef alınması ve ardından yardım etmek için toplananları vurmak amacıyla ikinci bir saldırının yapılmasıdır. Yardımları engelleyerek açlık koşulları yaratmaktır. Cebaliye mülteci kampındaki tıbbi ve sivil savunma ekiplerine bölgeyi terk etmeleri emrini vermektir. Ve hâlâ bölgede çalışan bazı El Cezire muhabirlerini “terörist” ilan etmektir.
Bunlar aşırı stratejiler gibi görünse de, işgal altındaki topraklar genelinde uygulanan ve Filistinlileri yaşadıkları topraklardan “gönüllü” olarak ayrılmaya zorlayan bir yaklaşımı büyük ölçüde yansıtıyor. Kısa bir süre önce Batı Şeria’daki birkaç şehri ziyaret ettim ve yasadışı İsrail yerleşimlerinin genişlemesinin, Filistinlilere taşınmaktan başka bir seçenek bırakılmayarak nasıl güvence altına alındığı açıkça görülüyordu – pazar alanlarını kapatıp ekonomik faaliyetleri boğarak, bölgeyi kontrol noktaları ve askerlerle doldurarak, ev yıkımına ve dükkân kapatmalarına izin veren bürokratik engellerle. Filistin kenti El Halil’in nüfusu giderek artarken, insanlar eski tarihî bölgeden taşınarak yeni apartmanlara yerleşiyor. Nüfusun “gönüllü” olarak seyreltilmesini sağlayan tedbirlerle bölge yaşanmaz hale getiriliyor. Geriye kalan Filistinliler ise kendilerini yerleşimciler ve askerlerle sürekli çatışma halinde buluyor, sonra da güvenlik riski olarak damgalanıp yerleşim planlarına direndikleri için öldürülüyorlar.
Bunun Gazze’ye de güçlü bir yansıması var. Tel Aviv Üniversitesi Moshe Dayan Merkezi başkanı Prof. Uzi Rabi, Eylül ayında bir radyo röportajında, “kuzeydeki tüm sivil nüfusun bölgeden çıkarılmasını ve orada kalanların resmen terörist ilan edilip açlık veya yok edilme sürecine tabi tutulmasını” umduğunu söyledi. Bu, Ekim ayı başlarında bir grup emekli general tarafından İsrail hükümetine sunulan, sözde “generaller planı” ile örtüşüyor; kuzey Gazze’deki Filistinlilere birkaç gün içinde ayrılmaları için süre verilmesi, ardından bölgenin askeri bölge ilan edilerek kalanların öldürülmesi ve aç bırakılmasını savunan bir öneri.
Savaşın bu yeni, arsız ve hatta zafer kutlamalarıyla dolu aşamasında insanı felç eden bir şey var. Akıl almaz acımasızlığını dünyanın geri kalanının her sabah yutmak zorunda kaldığı bir dehşet. Geçen yıl boyunca elde edilen tüm söylemsel ve yasal kazanımlar, tüm protestolar, tepkiler ve uluslararası örgütlerin kınamaları, eğer vardığımız yer yaralı kardeşlerini saatlerce taşıyan Filistinli çocukların olduğu bir nokta ise hiçbir anlam ifade etmiyor. Savaş, durdurulamıyor ve durdurulmayacak.
İsrail’in dünyayı yüzleşmeye zorladığı şey, sistemin bozulmuş olduğu değil; aksine, tam da tasarlandığı gibi işlediğidir. Bu tasarımda, emperyal güçlerin ve onların müttefiklerinin kendi çıkarlarına dayalı hesapları her şeyin önünde geliyor. Filistinliler sadece İsrail’in değil, aynı zamanda ABD’ye yakınlıklarıyla istikrara kavuşmuş ve İsrail’in eylemleri karşısında sessizlik talep edilen Arap rejimlerinin de hedefinde. Kârı çok yüksek olduğu için kısıtlanamayan bir silah endüstrisinin hedefinde. İran’ın gücünü sınırlayacak bir hegemonu bölgede desteklemek amacıyla Filistinlilerin hayatlarını pazarlık konusu yapan Amerikan kontrolündeki bir sistemin hedefinde. Ve İsrail’in eylemlerini anlamlı bir şekilde sınırlamayı reddederken, oy tercihlerini değiştirme tehdidinde bulunan vatandaşlarını azarlayan bütün bir Batı-merkezci yönetim tarzının hedefinde.
Geçen hafta Kamala Harris, hükümetin Gazze politikasına duydukları öfkeyi göstermek için üçüncü bir partiye oy vermeyi düşünen seçmenlerle ilgili bir soruya, “Bu konuyu önemseyen birçok insanın, aynı zamanda market fiyatlarını düşürmeyi ve demokrasimizi korumayı da önemsediğini biliyorum,” diye yanıt verdi. Yani, daha dolu bir mide mi, yoksa artık ölmeyen Filistinliler mi? Ne seçenek ama.
Tarihe geri fırlatıldık; yalnızca güçlünün haklı sayıldığı, oylarımızın ve seslerimizin toz olup uçtuğu bir zamana. Eğer bebeklerin parçalanmış bedenleri Harris’in kılını bile kıpırdatmıyorsa, ona oy verip vermemenin ne farkı var? Bir halkın gözler önünde yok oluşunu nasıl rasyonalize edebiliriz? Yaşananları Demokratlar’ın yönetimi altındaki acıları ehven-i şer olarak gören bir politik mantık içine nasıl yerleştirebiliriz? Bununla birlikte insanlığınızın bir kısmının da öldüğünü kabul etmeden, Gazze’deki Filistinlilerle aramıza nasıl mesafe koyabiliriz?
Yasın son aşaması kabullenmedir. Ama yalnızca geçmişte kalmış olanı kabul edebiliriz. Gazze’de ölüm o kadar sürekli, yıkım o kadar amansız ve niyet o kadar açık ki, burada bir kabullenme mümkün değil – sadece kopuş, geri çekilme, şaşkınlık var. Yaşananlara uyum sağlamak imkânsız. Ve İsrail bir başka mide bulandırıcı zirveye ulaştıkça, bütün bunların bu noktaya gelmesine izin veren güçlerin ne ikna edilebileceği ne de utandırılabileceği açıkça ortaya çıkıyor. Onlara yalnızca başkaldırılabilir.
İngilizceden çeviren: Barış Özkul