Ankara Barosu’nun bu sene on birincisine ev sahipliği yaptığı Uluslararası Hukuk Kurultayı’nın tematik konusu, İnsan Hakları ve Hak Savunuculuğu’ydu. Bu şu demekti, savunmayı savunmak zorunda kaldığımız bir sürecin içinden geçiyorduk, dolayısıyla eylem ve söylem alanını gasp etmiş bir siyasal iktidara karşı savunmak ne denli haksa, savunmayı savunmak da o denli bir haktı. Hatta bu mücadele, kimi zaman bu mesleğin mensuplarına karşı girişilecek, gerektiğinde kendi küçük iktidar alanlarındaki hakimiyetlerini korumak için mesleklerinin temel ilkelerini ellerinin tersiyle arkalarına alabilenlere karşı da savunmayı, savunmak gerekecekti.[1] Hans Petter Graver, bu türden bir mücadelenin bazen biraz da böyle yürütülmesi gerektiğini yazmıştı bile: “Judges against Justice: On Judges When Rule of Law is Under Attack”, yani bir tür “adaletin karşısındaki hakimler”, hukukun üstünlüğü saldırı altındayken adaleti onlara rağmen savunduğumuz yargıçlar. Burada barolardan da bahsediyordu Graver, 1933 Almanya’sında, Nazi Barosu’na üyeliğin de sadece 6 ay içinde 1.600’den 30.000’e yükseldiğini aktarıyordu.[2] Sebastian Haffner’in genç bir avukat olarak Bir Alman’ın Hikâyesi’nde[3] anlattığı gibi, baroya kaydolmak için kendisine sorulan soruya cevaben gayri ihtiyari “Hayır, Yahudi değilim,” demiş olmasından hep utandığı o hikâyeye benzer bir şey. Her baro, her kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşu, adında geçen kamusal faydayı hesaba katmasa da, Avukatlık Yasası’nın 76. maddesinden biliyoruz ki baroların görevlerinden en temeli insan haklarını, hukukun üstünlüğünü korumak. Hiçbir maddi getirisi olmayan İnsan Hakları Merkezleri, Kadın Hakları Merkezleri, Çocuk Hakları Çalışma Grupları bunlar için var, gözaltında kayıpları bu yüzden takip ediyorlar, gerektiğinde sadece kamusal saiklerle dava açıyorlar, peşine düşüyorlar ve sonuç alıyorlar. Çünkü gerek meslek odaları, gerek barolar bir tür ev, mesleklerin bir nevi ince işlerinin görüldüğü yerler. Dayanışmanın örüldüğü, inatla ve inançla her türlü hukuksuzluğu, yasa tanımazlığı bir vakanüvis gibi tutanaklara, raporlara işleterek kayıt altına alma gücünü buldukları, işkencenin en ufak bir izinin dahi peşinde koşma cesaretini aldıkları yerler. Teker teker parçalara ayrılmadan, bölünmeden, tek başlarına kalmadan mücadeleyi damar damar genişletebildikleri bir ağ burası, o yüzden de savunmayı savunmak gerekir.
Ankara’da Şubat 2019’dan itibaren gözaltında kaybedildikleri iddiası olan dört kişiyi, Ankara Barosu İnsan Hakları Merkezi’nin açıklamasından öğrenmiştik:
İnsan haklarının korunmasından sorumlu ve tarafsız olan Baroların bu tür ciddi ihlal iddialarının olduğu vakalarda varlığı hem kamu makamları hem de kişiler açışından bir güvence olduğu gibi demokrasinin, hukuk devleti ilkesi ile temel hak ve özgürlüklerin korunması bakımından zaruridir. Soruşturmanın hiçbir aşamasında avukat görüşmesinin engellenemeyeceği ulusal ve uluslararası mevzuatta açıkça düzenlenmiştir. Bu nedenle gerek soruşturmanın selameti, gerek kamuoyunun sağlıklı olarak bilgilendirilmesi, gerekse şüphelilerin haklarının korunması amacıyla Baromuz İnsan Hakları Merkezi tarafından görevlendirilen avukatların yukarıda adı geçen şüphelilerle görüşme yapmalarına izin verilmesinin hukuki bir zorunluluk olduğu açıktır. Tüm bu hususlar dikkate alınarak Ankara Barosu İnsan Hakları Merkezini temsilen görevlendirilen avukatların halen TEM’de gözaltında tutulan şüphelilerle görüştürülmesinin gecikmeksizin sağlanması için Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından gereğinin yapılması ve yapılan işlemlerle ilgili kamuoyunun bilgilendirilmesi talebimizi saygılarımızla duyururuz.
Meslekî örgütler bu yüzden kıymetlidir zaten, mesleğin teknik kısmını yürüttükleri kadar, içeriğe ilişkin maddi kısmına da inandıkları için. İnsan Hakları Derneği’nin 1989 İşkence Raporu’ndaki tüm belgelerin ve tutanakların, avukat belgeleri olmasının, barolarla bir ilgisi olmalı değil mi? Bugün, hak savunuculuğunun kendisinin artık bir hak haline geldiğini düşünmemizle de yakından bağlantılı olarak.
Bir siyasal hamle ya da hile olarak seçim mevzuatı değişiklikleri
Meclis’in güncel gündem maddelerinden biri, baro seçim yöntemlerinin değiştirilmesi, tek baro zorunluluğunun ortadan kalkması, yani bir ilde birden fazla baronun kurulmasına imkân verilmesi, zorunlu üyeliklerin kaldırılması, çarşaf listeyle nispi seçim yönteminin yasalaşması… Bunun seçim mevzuatını değiştirmeye dönük ikinci bir ayağı da var: İttifak yaparak seçimlere girmenin olanaklı kılındığı, bu yolla bazı riskli partilerin seçim barajına takılmasının engellendiği bir düzenleme seçimlerden hemen önce, 13 Mart 2018’de Milletvekili Seçim Kanunu’nun 34. maddesine eklenen bir fıkrayla yapılmıştı. Buna göre, ittifak düzenlemesi ile ittifak partilerinin oy oranı tek bir parti gibi hesap ediliyor, ittifak içindeki siyasal partiler, büyük partilere sağlanan avantajdan oy oranı anlamında faydalanıyor ancak milletvekillerini kendi aldıkları oy oranına göre paylaştırıyorlardı. Tutarlı bir siyasal politikada, seçim barajının kaldırılarak bu faydanın sağlanması pek tabii mümkündü ama baraja takılması güvercin kasabı gibi ısrarla beklenen partinin bundan faydalanmaması için ittifak düzenlemesi getirmek, siyasal safları sıkılaştırmak açısından daha elverişliydi. Seçim ittifak yasası, bir siyasal hamle olarak Cumhur ve Millet İttifakı gibi iki safı belirginleştirse de, aşkın temsil, yani ilgili ittifak içinde birinci gelen parti lehine ancak ittifak yapamayan parti aleyhine bir eşitsizlik yaratmıştı.[4] Aşkın temsil, az oyla çok temsilci getiren, böylece sağladığı fazla milletvekilleriyle aşırı temsil durumuna sebep olan temsiliyettir.[5] Türkiye’de seçim sistemi, en çok oy alan siyasal parti lehine, ondan itibaren azalarak ve barajı aşan tüm partiler için, barajın altındaki siyasal partilerin oylarının reddiyesiyle, aşkın temsil üzerine oturmaktadır.[6] Seçim ittifakı ile ittifak içinde yer almayan siyasal parti, ittifaktaki ama kendisinden daha az oy almış bir partinin gerisine düşmekte, az oy almış bir parti milletvekili çıkarma şansına sahip olduğu halde, ittifak dışı parti tamamen meclis dışında kalabilmektedir. Ancak şimdi üzerinde çalışılan teklif ile, siyasal eğilimlerde iki bloğu çarpıştırarak galibiyet almak istenircesine, en azından ittifak yapmayı görünüşte de olsa eşit kılan düzenleme değiştirilmek istenmektedir. Yani en azından dileyen partinin ittifak içinde yer alabildiği bu sistem, artık ittifakın da baraja tabi tutulduğu, dolayısıyla belirlenecek barajı aşamayan partinin ittifak dışında kalması riskinin olduğu yeni bir düzenleme öngörmektedir.
Seçim hukuku değişiklikleri, siyasal aktörlerin hamlelerinin ne yöne doğru kaydığını, niyetin ne olduğunu açık eden turnusol kâğıdı gibi de okunabilir, Levent Gönenç’in vurguladığı gibi: “Anayasadaki kurum ve kurallar, bunların muhatabı olan siyasal aktörlerin pozisyonlarına göre farklı sonuçların ortaya çıkmasına sebep olabilir.”[7] Seçim barajını kaldırmak yerine, seçim ittifaklarıyla siyasal safları ikiye yarmak ama o yarılmanın arasında durması mümkün olmayan siyasal partileri de baraj riski ile tehlikeye atmak bir niyeti göstermişti: İttifaklara hukuki bir imkân yaratmaktan ziyade, bir siyasi hamle olarak dışlama. Bugün, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına, Anayasa’nın ötesine taşan müdahalenin anlamı da bu siyasal hamlenin kristalize olduğu noktalardan birisidir.
Baroların siyasal gücünü kırmak, politik olarak onları işlevsizleştirip teknik faaliyet icra eden loncalar haline getirmek için el atılan ilk şey, öncelikle zorunlu üyelik oldu. Bir sosyal hak olarak örgütlenme özgürlüğünü defalarca grev erteleme kararları, işten çıkarmalar yoluyla yerle yeksan eden aynı siyasal iktidar, barolara ve meslek odalarına zorunlu üyeliğin, örgütlenme özgürlüğünü ihlal ettiğini ileri sürdü. Halbuki zorunlu üyelik, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarını; örgütlenme özgürlüğü kapsamında olan, üyeliğin ihtiyari olduğu sendika ve derneklerden ayıran en önemli unsurlardan biridir. Sarı sendikalar, üyeliklerin devlete doğrudan bildirildiği dernekler yoluyla siyasal muhalefet alanı olarak sivil toplumun gücü belki kırılabilir, bu caydırıcı etkiyle sivil topluma üye kazandırmak imkânsızlaşabilir ama tam da bu olmasın diyedir ki kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına üyelik zorunlu tutulmuştur. Avrupa İnsan Hakları Komisyonu da (şimdiki Mahkeme) Le Compte-Van Leuen & De Meyere/Belçika kararında hekim olan başvurucuların üye oldukları hekimler odasının, üzerinde kamusal denetimde bulunulan bir kamu kurumu olduğundan hareketle üyeliğin zorunlu olmasının, örgütlenme özgürlüğünü ihlal etmediğini söylemiştir. Tek bir meslek örgütüne zorunlu üyelik, kamusal faaliyetin icrası, bir mesleğin ifasındaki standartları tek elden belirleme, merkezî idare ve siyasal iktidar karşısına tek ve yekpare bir bütün olarak çıkabilmek için gereklidir. Zorunlu üyelik, bu meslek sahiplerinin dernekleşmesine, başka kuruluşlarda örgütlenmesine, kendi aralarında merkezler kurmasına engel olmadığı gibi, onları bir hak öznesi olarak tek vücutta birleştirerek güçlendirir. Bu yüzden de yasa teklifinin mimarlarının, örgütlenme özgürlüğüne ilişkin iddiaları yersiz hale gelir.
Baroların üzerindeki Adalet Bakanlığı denetimi, bir hiyerarşi denetimi değildir. Bu şu demektir ki Bakanlık, baroların faaliyetinin yerinde olup olmadığı yönünde bir denetim yapamaz, hatta barolara ilişkin vesayet denetimini sadece mali ve idari olarak yapabilir ki bu bir baronun nasıl hareket etmesi, hangi toplumsal olaya nasıl cevap vermesi gerektiğini söyleme yetkisinin, evleviyetle Adalet Bakanlığı’nda olmadığını gösterir. Burada, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile yapılan uyum düzenlemelerinden birini tartışmak oldukça önemli. 5 Numaralı Devlet Denetleme Kurulu Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 6. maddesine göre, DDK, kamu hizmeti yönünden görevi başında kalmasında sakınca görülen her kişinin görevden uzaklaştırılabileceğini yetkili makamlara önerebilecektir.[8] Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin kapsamını hayli aşan bu hükümle, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının organlık sıfatını kaybetmelerinin ancak mahkeme kararı ile olacağına ilişkin Anayasa’nın 135. maddesi açıkça çelişmektedir. Ancak Devlet Denetleme Kurulu’na ihdas edilen bu yetki ile, barolar ve diğer meslek kuruluşlarına neredeyse “kayyım” atamak mümkün kılınmış, seçimler işlevsizleştirilme riskiyle karşı karşıya bırakılmıştır.
Levent Gönenç, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin iki yıllık performansını değerlendirirken, merkeziyetçilik içinde dağınıklık ve merkezî izolasyon olarak iki ayrı süreci tarif ediyordu. Bu şu demekti, yetki-sorumluluk haritasının sağlıklı oluşturulmadığı bir sistemdeki odaklanma sorunu, elma ağacına yapılan armut aşısının tutmasını istemeye benzer.[9] Bu, yetki ve sorumluluğa sahip baroların, idari vesayetin dışına halka halka taşan bir merkeziyetçiliğe terk edilmesi anlamına gelir. Siyasal iktidarın bir fanus olarak yönetmek istediği toplumda, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları da merkezî izolasyona hapsolur. Yani barolar ve meslek odaları eliyle, toplum katmanlarıyla iletişimi sağlayan kanallar açık gibi görünmekte ancak uygulamada bu kurumlar âdeta merkezî idarenin altındaki hiyerarşik altlar olarak denetlenmekte, baskılanmakta, üye yapıları ve seçim sistemleri yerle yeksan edilmektedir. Burada, merkezî idarenin, zaten görmek istemediği toplum kesimleri ile bağlarını kesmeye çoktan teşne olduğu da söylenebilir, bu kesimi çoktan gözden çıkardığı da. Bir ilde birden fazla baro kurulması, meslek odalarının tekliğinin parçalanması; bu merkezî izolasyonun, hapsederek ve kapatarak yönetme tekniğinin belki de en mütecaviz örneği olacaktır. Avukat Hakları Grubu, nispi temsil sistemiyle yaratılan aşkın temsil, yani gruplardan biraz daha fazla oy alanın gücünden fazlasıyla temsil imkânı bulduğunu gösteren şu tabloyla, barolara yapılmak isteneni bir kez daha anlattı:[10]
Seçim mevzuatı değişimlerini, aşkın temsile imkân sağlayarak örgütlerin üye yapılarını kırmak, baroların gücünü siyasal iktidara tahvil etmeye dönük siyasal bir hamle görmek gerekir. Örgütlenme özgürlüğü, demokratik temsil gibi kavramların, bulunduğu siyasal kabın şeklini almasından faydalanılarak onları dolanmak, anayasal ilkelere karşı muvazaadan başka bir şey değildir. Seçimlerle ilgili iki anayasal ilke, temsilde adalet ve yönetimde istikrardır. Bunların bağdaşmazlığı bir yana dursun, yönetimde istikrardan artık anlaşılan tek bir siyasal partinin, toplumda nefes alan tüm hayat damarlarına sızması ve nefes almayı imkânsız hale getirmesi ise, temsilde adalet bu istikrar için sadece bir araç haline gelir. Ozan Ergül, eşit oy ilkesi ile temsilde adalet ilişkisini incelerken, seçim hakkının inkârının tek yolunun bu hakkı ortadan kaldırmak olmadığını da vurgulamıştı.[11] Seçim hakkını sulandırmak da o hakkı yok saymakla aynı anlama sahipti. Yani seçim hakkı, bir oyun değerinin azaltılması ya da sulandırılması suretiyle de inkâr edilebilirdi. Barolar ve meslek kuruluşlarının gücü, o oyların toplamının güçlü olmasından gelir. Çünkü oyların sayısal eşitliği, her oyun ağırlığının/değerinin aynı olması anlamına gelmez. Barolar gibi meslek kuruluşları, tüm oyların tek bir temsiliyete imkân vermesi ile gücünü kurabilen ve yekpare bir bütünle baskı grubu oluşturabilen yapılardır. Onlar üzerinde yapılan şey ise, oyların sulandırılarak seçim haklarının inkarından başka bir şey değildir.
Kazananın her şeyi aldığı sıfır toplamlı bir oyun haline getirilmeye çalışılan seçim mevzuatı, siyasal iktidara yaşam alanı açmak için siyasal partileri iki kere baraja takılmaya zorlayıp tüm merkeziyetçiliği uhdesinde toplarken; demokratik kitle örgütü niteliğindeki barolar ve meslek odalarındaki seçim sistemini de tam aksi yönde böl-parçala-yönet bir seçim stratejisiyle değiştirmeye çalışmaktadır. Genel seçimlere ilişkin değişiklikler seçim sistemini, mutlak bir kazananın her şeyi kazandığı bir oyuna çevirecekken; kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının seçim sistemi nispi sisteme dönüştürülerek etkisizleştirilecektir. Yani iki farklı seçim sistemi fikriyatı, iki farklı seçim alanına göre ortaya sürülmektedir. Bu ise merkezî izolasyon anlamına gelen yeni bir seçim hukukundan başka bir şey değildir. Hukukun satır aralarının okunması, teknik bir faaliyetin siyasal tasavvur olarak nereye tekabül ettiğin görülmesi, siyasal iktidarın birbirine ters-düz ve çelişkili hamlelerle aslında nasıl bir toplum tahayyül ettiğinin adının konulması için, savunmayı savunmak gerekir. YSK’nın İstanbul Büyükşehir Belediye Seçimleri ve mühürsüz oy pusulaları gibi hukuksuz kararları aldığı bu dönemde, mekânsal olarak YSK’nın tam karşısında olan Ankara Barosu’nun tam da oraya sözünü astığı gündeki gibi: “Hukuksuzluğun Tam Karşısındayız.”
[1] Nuray Özdoğan, bugünkü Birikim Güncel yazısında, avukatların seçimlerde meslektaşlarına neler yapabildiğini yazıyordu.
[2] Hans Petter Graver, Judges Against Justice: On Judges When the Rule of Law is Under Attack, Springer, 2014, s. 50.
[3] Sebastian Haffner, Bir Alman’ın Hikayesi: Hatırladıklarım, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Haziran 2018.
[4] Taylan Barın, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminde Temsilde Adalet İlkesi ve ‘Seçim İttifakı’ Düzenlenmesinin Değerlendirilmesi”, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Yıl 4, Sayı 2019-1, s. 22.
[5] Aşkın temsilin, temsilde adalet ilkesiyle bağdaşmazlığı için: Anayasa Mahkemesi, E.1995/54, K.1995/59.
[6] Yavuz Sabuncu, “Seçim Barajları ve Siyasal Sonuçları”, Anayasa Yargısı Dergisi, C. 23, s. 195-196.
[7] Levent Gönenç, Uygulamada Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, TEPAV Raporu.
[8] Bu konuya dikkatimi çeken ufuk açıcı yazı için: Dr. Ahmet Mert Duygun, “Kamu Kurumu Niteliğindeki Meslek Örgütü Olarak Baroların Anayasal Konumu ve Güvenceleri”, Hukuk Defterleri Dergisi, Sayı 15, 2018.
[9] Levent Gönenç, Hükümet Sistemi Tartışmaları 2, TEPAV Politika Notu.
[10] Bununla ilgili diğer tablolar için: https://twitter.com/AvukatHG/status/1259459234439352320
[11] Ozan Ergül, “Eşit Oy İlkesi ve Temsilde Adalet İlkesi İlişkisi Üzerine”, Düşün Dergisi, sayı 25.