Hariçten Gazel (III): Üsküdar’dan Bu Yan (I)

Taşra yazılarının ilk ikisini taşra üniversitesinin halleri üzerine yazmıştım. Sonraki birkaç yazıyı da daha çok taşraya değinen, memleketin taşralarına bakmaya çalışan bir “gezi” yazısı olarak yazmayı planlamıştım. Zira, 2019 Kasım ayında, Türkiye’nin önemli bir firması için etnografik bir çalışma yürütüyordum ve 2020’nin Mart ayında korona darbesi, Türkiye’de de hissedilmeye başladığında, Türkiye’nin kırk beş kadar vilayetinde konaklamış, yemeklerinin tadına bakmış, caddelerinde, meydanlarında gezmiş, geri kalan neredeyse bütün şehirlerden de transit olarak geçmiştim.

Tüm bu korona süreci boyunca, herkes gibi ben de pek çok planımı değiştirmek durumunda kaldım, dahası, gene herhalde pek çok insan gibi, büyük bir bilinmezlik içinde, her şeyin anlamını yitirdiği anlar yaşadım. Bu anlamsızlık, içinden çıkılmazlıkla, ölümle, hastalıkla ya da umutsuzlukla ilgili değildi ama. Belki daha da kötüsü, yıllarca inşa ettiğim(iz) teorik alanlar, anlam dünyaları kökünden sarsıldı. Bu yazının konusu olan taşra herhalde, bu anlamda en talihsiz kavramların başında geliyor, zira, korona ile birlikte Beştepe Camisi hariç memleketin tamamı, ev ev, mahalle mahalle, oda oda yasaklandı, karantinaya alındı, tekinsizleştirildi ve taşralaştırıldı.[1] Dolayısıyla, memleketin tamamı taşra haline gelince, taşrayı kuran sıkıntı, beklemek, imkânsızlık, ilişkisel gerginlik, dünyeviliğin normu oldu… Herkesin evinin içinde ama merkezin ve cemiyetin dışarısında kaldığı bir zamanda taşradan bahsetmenin zor, belki de gereksiz olduğunu düşündüm uzunca bir süre…

Neyse ki, sonsuz yürümeye müsaade eden, ne merkezi ne taşrası olan hatıralar var… Bilhassa bu hatıraların hatırına, birkaç el daha hariçten gazel…

Bir de tabii hatıraları tasnif etmeli. Çünkü, üç-dört ay öncesinin hatıraları, şimdiden Pompei’nin küllerinin altında kalmış gibi ve bu hatıralar, beynin karanlık dünyasında melankolik bir nostaljinin fantezilerine dönüşecek kadar mesafeyi açmadan, yani daha hatıra ya da deneyimken, kayda geçmeye çalışalım... Zira, bir şey önemli, fantezi dediğimiz şey deneyimin belirli bir formda, kötü yanlarının ayıklanması ya da o yanlar kalsa bile, sızısında Lacancı keyif (jouissance) (Hevitson, 2015) ihtiva edecek şekilde yeniden üretilmesi. Hatıralar deyince, ise, genelde düşünüldüğünün ve yapıldığının tersine, lirik, romantik, komik “unutulmaz anlar”dan bahsedilmeyecek tabii ki, burada. Çünkü, koronadan önce dünya harika bir yer değildi, keza Türkiye’nin eski normalini de sitayişle yâd etmek kolay değil… Ama Özallı, Demirelli yılları bile burnu sızlayarak, demokrasi asr-ı saadeti diye ananlara bakarak, herhalde bunun da yapılacağı zamanlar uzak değildir…

İmkânsız Üniterlik

Uzun süre farklı coğrafyalarda seyahat edince ister istemez karşılaştırma şansınız oluyor. Özellikle üniterlik üzerine düşününce, bence Türkiye’nin en üniter yapısı, tavuk döner ve kahve noktaları. Türkiye’nin her yerinde, aynı biçimde, aynı lezzette, aynı görseller ve aynı içeceklerle pazarlanan şeyler… Öte yandan, tavuk döner/dürüm ve kahve kafeciliği (ve tabi seri köz getir nargileciliği) Türkiye’nin her yerinde lokal lezzetleri ve boş zamanı kolonize etmiş durumda. Dolayısıyla, birkaç şehir hariç (Trabzon pidesi, Edirne tava ciğeri, Kars kazı vb..) lokal lezzetlere ulaşmanız kolay değil. Ya bu tavuk döner gustosunun üniterleşmesinden, ya örneğin Manisa köftesi gibi lezzetlerin endüstriyelleşmesinden ya da Adana örneğinde olduğu gibi lokal lezzetlerin mutenalaşmasından dolayı… Bir de tabii, sosyal medyada kişinin kendisini sergileyişi… Bu kendilik de (Bourdieu [2015] ekolünün sıklıkla dile getirdiği üzere) genelde, sizin neyi tükettiğinizle ilgili oluyor. Goffman (2009), bu sergilemeyi bilhassa gündelik hayatta dramaturjik bir performans olarak niteliyor. Tüketirken sergile(n)me… Doğu ekspresi bu sergile(n)me merakını, karaborsaya çeviren en son modernlik nostaljisi…

Bahsettiğim seyahatlerden birisinde, Erzurum’dan Kars’a geçerken, yaşadığımız Doğu Ekspresi deneyimi, insanların kendilerini tren(dy) olarak sergileyebilmek için ne bedeller ödediklerine işaret ediyor. Erzurum’da işimizi bitirdikten sonra, tren yolu ile Kars’a gitmek üzere bilet alıyoruz.

Gürültülü bir bekleme salonunda üç saat kadar süren tehirin ardından, tren geliyor ve biniyoruz. Tevafuk, bindiğimiz tren meşhur Doğu Ekspresi treni. Tam sömestr tatilinde olduğumuzdan, Ankara, İzmir ya da İstanbullu gibi görünen bir öğretmenler kafilesi, treni kolonize etmiş. Doğu Ekspresi’nin bu etabında, Erzurum’a gelmeden anlaşmalı lokantalara kelle başı, cağ kebabı, dürüm, ayran ve saray sarma tatlısı söyleme âdeti varmış… Erzurum’dan alınan dürümler, ayran ve saray sarması tatlı sırayla yeniliyor ve her aşamada, turu organize/domine eden kişi “evet şimdi cağ kebaplarını kaldırıyoruz, şimdi tatlılarımızı kaldırıyoruz, gülümsüyoruz, çekiyoruz, …tur heştegiyle etiketleyip paylaşıyoruz…” diyor. Belki biraz kestiririz diye niyetlendiğimiz tren ana baba günü, ayriyeten, dürüm, ayran gustosuna ilişkin üniterliği besleyen bilhassa endüstriyel turşunun kokusu, hızırpaşalar gibi kompartmanda…

Erzurum’da beklerken, şarjımız tükendi tükenecek olmuş. Trende şarj etmeye çalışıyoruz ama kompartmandaki hiçbir priz çalışmıyor. Kondüktör, “sigortalar atmıştır” diyor. Açmasını rica ediyoruz; “Olur da, yolcular ketıl çalıştırıyorlar o yüzden gene atıyor,” diyor. Biçare bir şekilde priz ararken, birisi 5. Kompartman’ın tuvaletindeki prizin çalıştığını söylüyor. 5. Kompartman’ın tuvaletinin önünde uzun bir kuyruk. Herhalde şarj kuyruğu diye düşünüyorum ama değil, Türk kahvesi kuyruğu… Elinde elektrikli cezve olan popi bir genç bir yandan helada baristalık ediyor, diğer yandan da, kahvenin köpüğü, evlenme-hatır-gönül ilişki göndermeli bir muhabbet eşliğinde, kahve kaynatıp sıradakilerin fincanlarına (evet bildiğiniz Türk kahvesi fincanını yanına alacak kadar ihtiyatlı yolculuk edenler var) ya da kâğıttan bardaklarına döküyor. Ama bir yandan tren sallanıyor, diğer yandan da tuvalet kâğıtları tuvaleti tıkadığından, baristalık eden genç, ağzına kadar pislik içindeki tuvalette ayakkabılarını ve paçalarını batırmamaya çalışarak servise devam ediyor. Tuvaletteki ikinci prizi rica edip kullanıyorum ve eşime iyi olduğumu söyleyecek kadar telefonu şarj edip, Dario Fo sahnesinden kendimi dar atıyorum. Dönüşte, vagonlarda ellerinde kahvelerle kadınlar ve erkekler, arkalarına Erzurum Dağları’nın karla kaplı yamaçlarını manzara edip poz veriyorlar. Kadınlar genelde, ikişerli üçerli gruplar halinde, eğlenen baciyan pozları verirken kameraya gülümseyerek bakıyorlar, erkekler ise, koltukların sırtındaki açılıp kapanan tablaya konmuş kahve fincanı elde tespih, yarıya kadar okunmuş (genelde) post-modern tasavvuf[2] kitaplarıyla, yalnız kurtlar gibi pencereden dışarıyı kesiyorlar (bakmıyormuş gibi çek panpa…) İstenen duygu yakalanınca, hemen ikinci aşama, #doğuekspresi heşteg yap, felankes çatlasın… Her şeyin bir bedeli olduğu zamanlar eskide mi kaldı acaba, şimdi artık insanın istediği her şey olabildiği, kendisini her duygu durumunda yansıtabildiği android filtreleri var… Erkeklerin ve kadınların benliği kahve fincanına sermesine bakınca, sanki kahveler gideri tıkalı tuvaletten değil de, saray mutfağından geldi sanırsınız… #bogazımızakadarpislikicindeyiz…

Hülasa, bilumum döner-dürüm, kahve ve nargile habitusunu Türkiye’nin işleyen en üniter yapısı… Uğruna ne paçalar batıyor…

Halkın üniterliğinden, Türkiye’nin her zaman en büyük başlığı olmuş olan devletin üniter yapısına gelince, burada bir üniterlikten bahsetmek zor. Zira, devletin kuruluştan itibaren taşıdığı bir doğum lekesi belki bu, belirli bölgeler belirli bir işbölümüne göre tanzim edilmiş. Dolayısıyla, devletin (derin ya da boy veren yerleri için) kurtarılmış bölgeleri, mütemadiyen te’dip edilmesi gereken yerleri ve devleti finanse etmesi gereken yerleri var gibi görünüyor. Bu durum özellikle, 15 Temmuz darbesi ve OHAL kontrollerinde daha net bir şekilde gözlenebiliyordu.

Zira, ister otomobil, ister otobüs, ister tiren ile olsun yerde seyahat[3] etmenin en büyük sıkıntısı, bitmek bilmeyen polis kontrolleriydi. Üstelik öyle OHAL bölgesinde filan değil, bayağı Antalya-Denizli hattında ya da Türkiye’nin milliyetçi mukaddesatçı iklimlerinde Nevşehir-Kırşehir, Konya-Kayseri hattında seyahat edince 250 kilometrede ortalama dört-beş polis-jandarma kontrolünden geçiliyordu. Eğer OHAL bölgesinde iseniz, mesela Diyarbakır’dan Mardin arasında (yaklaşık 150 kilometre), seyahat ediyorsanız kontrol sayısı 8-10’a kadar çıkabiliyor(du).

İçişleri bakanı, valileri, kaymakamları ve mülki amirleri ile meşhur Doğu Karadeniz hattı (ve elbette Erzurum) belli ki AKP için kurtarılmış bölge. Hiçbir şekilde kontrol edilmeden, günlerce gezmeniz mümkün. Trabzon’dan Sarp sınır kapısına kadar tam bir seyahat serbestisi, belli ki FETÖ denilen şey, Fethullah Gülen’in kendi memleketinde  pek örgütlenememiş.. .

Öte yandan, görünen o ki, kurtarılmış bölgeler ve kurtarılacak bölgeler ayrımından başka, üniter yapıyı imkânsızlaştıran bir ayrım daha var. O da memleketin hangi kısmını hangi polis departmanının yöneteceği, yönetiyor olduğu meselesi. Anamur’u geçtikten sonra, Suriye sınırına kadar trafik cezası ile ilgili mesele neredeyse tümüyle ortadan kalkıyor. Batıda sürücülerin canına okuyan EDS[4], radar, gizli polis, gece radarı, seyyar radar gibi uygulamalar neredeyse buralarda yok gibi. Öte yandan, örneğin Antalya’dan İzmir’e, en dikkatli şoförün bile birkaç EDS, radar cezası yemeden seyahat etmesi imkânsızdır. Dolayısıyla, memleketin doğusu terörle mücadeleye, batısı ise trafiğe emanet, ki “o merminin bir bedeli olduğu” defaten hatırlatılmıştı…

Erzurum, Ahmet Hamdi’nin çok güzel anlattığı üzere, çok derin bir kültür. Oltu tespih, cağ kebabı, hayvan pazarı bu kültürün boy veren yerleri ve ben bu kültürün derin yerlerinin altını çizmek istiyorum. Bu derinlik, gerekli oldukça Türkiye’nin demokratik alanlarını da yutan bir girdap yaratıyor malum.  Ama bu doğal bir derinlik değil, Ermeni Tehciri ve sonrasında gerekli oldukça, nakledilen demografik hafriyatın yerini, devlet istimlak etmiş ve buraya arka bahçesini kurmuş. Hafriyat alındıktan sonra, gerekli yerler derin bırakılmış, böylelikle beton milleti inşa etmek için eser miktar harç, homojenliği detone edenlerin üzerine dökülebilmiş… Özellikle, Erzurum Kongresi’nin yapıldığı binayı gezince, kongreye katılanların isimlerini[5], mevkilerini, rütbelerini görünce ve fotoğraflarına bakınca, resmî tarihte yazılanlardan başka, Mustafa Kemal’in bu eşrafa gösterdiği haritayı “bakın ağalar Ruslar yukardan gelip de Ermenileri başınıza musallat etti miydi” yollu yapılan konuşmayı ve 1915’in öncesini ve sonrasını, Fethullah Gülen ile Mehmet Ağar’ı aynı dalda yeşerten iklimin yapısını kestirmek çok zor değil. O yüzden, cağ kebabı, oltutaşı güzel ama, Suphiler Erzurum’a sokulmayıp, Trabzon’a yönlendirildiği haberi gelince mecliste yankılanan “Yaşasın Erzurumlular!” (Çetintaş, 2017: 22) nidalarının bir anlamı var…

Bourdieu (2015) ve de Certeau (2009), Mauss’un (1973) “Beden Teknikleri” çalışmasından yola çıkarak mütemadiyen altını çizer; “bedenlere kazılmadık yasa yoktur…” Erzurum, Türkiye devletinin kurulduğu yer. Yalnızca, kongresi, Kurtuluş Savaşı’nda Kâzım Karabekir’in 3. Ordu’sunun oynadığı rol bakımından değil; daha da önemlisi, Erzurum bir bakış olarak devleti kurmuş, bu bakış da devletin gen koduna kazınmıştır. Belki de bu yüzden, devletin derin ve sığ yerlerinde Erzurum ve komşu vilayetlerinin bürokratlarıyla karşılaşıyoruz.

Nedir peki bu bakış?

Türkiye’de devlet (memurluğu) bir mesafedir. Mesafe derken yakınlık değil, uzaklıktır. Bu uzaklık sayesinde, memurun vatandaş ile herhangi bir hasb-i hale girmeden icraatını gerçekleştirmesi arzulanır. Mülkiye (polis, kaymakam, vali) ve adliyede sürekli rotasyonun sebebi aslında devlet ile vatandaş arasında göz temasının oluşmasının engellenmesidir. Göz hizasından diğer göze bakmayarak, donmuş gözlerle boşluğa bakmanın menşei ise yaşasın Erzurumlularmış.[6] Yüzyılın başında muhtemelen, merhametle bakanlar sosyal Darwinizm terimleriyle söylersek survive edememişler… Erzurum’da gezerken en fazla bunu düşündüm, mesela Kars’ta ya da Van’da insanlar birbirlerinin gözlerinin içine bakarak konuşurlarken, neden Erzurum’da birtakım insanlar, biz dünyalılara Palandöken’den aşağı bir perspektifle bakıyorlar? Hitler’in milyar marklar harcayıp kurduğu mimari-sanat eserlerindeki, insanı küçülten, kendisini sıradan ve belki de aşağılık hissettiren perspektif, burada sıfır maliyetle üretilebiliyor.

Böyle mesafeli bakmak herhalde tehcirden kalmıştır diye düşünüyorum, kurbanı bile yatırınca, kurbanla göz teması kurmamak için, kulağıyla gözünü kapamak âdeti vardır bizde…

Ama Erzurum deyince (bir kere daha söyleyelim de) yanlış anlaşılmasın, Erzurum var, Erzurum var. Devlet için derin bir Erzurum varsa, Erzurum’un derininde Türkiye’nin hiçbir yerinde olmayan, derin bir yoksulluk var. Dilencilik, özellikle kadın ve çocuk dilenciliği, seyyar satıcılık, seyyar çaycılık ile maişeti doğrultma çabası, Türkiye’nin hiçbir ilinde görmediğim kadar derin. Devletin derin yeri ile vatandaşın derin yerinin bu kadar kolay buluşmasının pek çok sebebi var elbette ama paramiliter savaş ağaları için bu yoksulluk mükemmel bir işgücü deposu belli ki… Ama, bir vesile arabasına bindiğimiz MHP’li meclis üyesi yaşasın Erzurumlular demografisinin tehlikede olduğunu şöyle izah etmişti:

Kentimiz kaliteli insanlarını gönderdi, kalitesiz göç aldı… Yani dadaş dediğimiz aileler, İstanbul’a filan taşındılar, onların yerine Suriyeliler ve Kürtler, Afganlar filan  geldi… HDP’ye filan oy veriyorlar, suç işliyorlar, terörü destekliyorlar…


[1] Bu konuda Toplumsal Tarih dergisinin 2018 tarihli 296. sayısının, Maraz-i Sari Emraz-i Müstevli: Tarihte Salgın Hastalıklar, başlıklı dosya konusuna bakılabilir. Ayrıca; Peter Brown (2017), Stephan Mitchell (2016)  ve Giovanni Bocaccio (2003) klasik eserlerinde, veba salgınları sonrası birdenbire boşalan kentlerin taşraya aktığını ve taşranın yeni merkezlere dönüşümlerini anlatırlar… .

[2] Tüm bu seyahatler boyunca en şaşırdığım kent Konya oldu. Pek çok seküler kentten daha seküler bence. Dahası, Mevlana’nın kurduğu sistem, Diyanet tasavvufunun 12 Eylülcü içtihatlarının ve Mesnevi’yi post-modern ya da new age bir eser olarak görmeye/göstermeye çalışanların imal ettikleri mesneviliğin ötesinde… Ben, kendi adıma, Mevlana Dergâhı’nda en çok küstahan kapısı’nı sevdim. “Ne olursan ol gel..” ama eğer içerideki düzene uymazsan, dervişan kapısı’ndan girdiğin dergâhı, bir daha alınmamak üzere küstahan kapısı’ndan terk ediyormuşsun… Bizim sağ muhafazakârlar, diyanet, her türlü tasavvuf erbabı ve ehl-i tarik ne olursan ol gel’in, küstahan kapısı olmadan bir işe yaramayacağını bilseler keşke.

[3] AKP döneminin en fazla övündüğü şeylerden birisi havayollarının ne kadar gelişmiş olduğudur. Gerçekten de baktığınızda, Türkiye’de irili ufaklı elli civarında havalimanı var; kaçı çalışıyor derseniz bunlardan on kadarı aktif. Kalanlar, göstermelik uçuşlar ve protokol uçuşları hariç bir işe yaramaz, atıl durumda olan ve yandaş zengin etmeye yarayan işletmeler. Örneğin, Türkiye’nin en büyük sanayi kentlerinden Bursa’nın havalimanına uçakla yolcu olarak gitmeniz mümkün değil. Havalimanı yalnızca kargo uçakları tarafından kullanılıyor, bunun yerine Osmangazi Köprüsü’nden transit Sabiha Gökçen’e inen servislerle havalimanına ulaşabiliyorsunuz. Benzer durumlar örneğin Çanakkale gibi orta büyüklükte taşra kentlerinin havalimanları için de geçerli.

[4] Bu EDS sistemi AKP’nin az bilinen en ilginç uygulamalarından birisi. Arka planda tuhaf bir “kutsal emanetler” sistemi çalışıyor ve saraydan belediyeye/muhtarlığa kadar bütün idareyi “gelir”e ortak eden bir sistem var. Aslında isteyen her şirket eğer işkolu uygunsa EDS sistemini, sistemin kurulacağı yerel idare ile anlaşarak kurabiliyor. Cezanın bir kısmı şirketin, bir kısmı yerel idarenin, aslan payı ise devletin oluyor. Ama tahmin edileceği üzere, herkes herkese OBS kuramıyor, akredite şirket yetkilileri, saraydan alınmış mahsus hediyeler (örneğin, ıslak imzalı kravat) ile (AKP’li) yerel yöneticilerin açtığı ihalelerin kapısını çalıyorlar… Trafik Elektronik Denetleme Sistemi (TEDES) olarak başlayan sistemin FETÖ arpalığına dönüştüğünün ifşa olmasının ardından EDS olarak ismi değişse de, FETÖ mantığı orada duruyor. İBB’nin baskısı ile, kurulan sistem sonucu, önceleri %30 olan belediye payı, %15’e düşürüldü ama gene de ihaleler genelde pazarlık usulü oluyor ve şirket belediye lehine payından bir kısım daha feragat ederek, ihaleyi alması bekleniyor.  Resmî Gazete’de, Biga Belediyesi’nin EDS hizmeti satın almak için çıkmış olduğu şu ilan örneğin iyi bir örnek:
https://www.resmigazete.gov.tr/ilanlar/eskiilanlar/2019/11/20191107-3-1.pdf

[5] Erzurum Kongresi müzesini gezmek üzere gittiğimde, müze yetkililerinden birisi, “eski Türkiye”den kalmış bir öğretmen, ziyaretçilere, Mustafa Kemal ve Erzurum Kongresi üzerine bir sunum yapıyordu, konuşmasını, 57 rakamının hikmeti üzerine, ezoterik bir sonla bitirdi: “57. Alaydan Mustafa Kemal, 57 yaşında ölmeden önce, Erzurum’da 57 gün kaldı, 57 delege ile (ki katılabilen 56, katılamayan 3 delege var aslında) kongreyi topladı…”

[6] Erzurum(luluk) ile burada kastedilen şey, elbette Erzurumlular değil, yaşasın Erzurumlulardır. Devletin kontra ve paramiliter güçlerinin her daim bir kuluçka merkezi olarak gördükleri ve kullandıkları ilişki ağlarıdır. Yoksa Erzurum deyince, meşhur kontra şeflerinden ziyade, Ahmet Hamdi’nin Beş Şehir’de anlattığı Erzurum, Hikâyeler’de hikâye ettiği Vasıf’ın Tercii Bendi’ni okuyan meczup Erzurumlu Tahsin ve elbette Deniz Gezmiş akla getirilmelidir belki de öncelikle…


Kaynakça

Hewitson, Owen. (2015) “What Does Lacan Say About Jouissance?”, https://www.lacanonline.com/2015/07/what-does-lacan-say-about-jouissance/

Bourdieu, Pierre. (2015) Ayrım: Beğeni Yargısının Toplumsal Eleştirisi. Ankara: Heretik Yayıncılık.

Goffman, Erving. (2009). Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu, İstanbul: Metis Yayınları.

Çetintaş, Cengiz. (2017) Komünizm Faaliyetleri ve Yeşil Ordu: TBMM Tutanaklarında Kurtuluş Savaşı, https://books.google.com.tr/books/about/KOM%C3%9CN%C4%B0ZM_FAAL%C4%B0YETLER%C4%B0_VE_YE%C5%9E%C4%B0L_ORD.html?id=vPKpDwAAQBAJ&redir_esc=y

Mauss, Marcell. (1973) “Techniques of the Body”, Economy and Society, 2(1), s . 70-88.

De Certeau, Michel. (2009) Gündelik Hayatın Keşfi: Eylem Uygulama Üretim Sanatları. Ankara: Dost Yayınları

Boccacio, Giovanni. (2003) Decameron. İstanbul: Oğlak Yayınları.

Mitchell, Stephen. (2016) Geç Roma İmparatorluğu Tarihi. İstanbul: Türk Tarih Kurumu Yayınları.

Brown, Peter. (2017) Geç Antikçağ Dünyası. İstanbul: Alfa Yayınları.