Hariçten Gazel (IV): Kediler, Yılanlar, Efsaneler

1. Gün: Vakıâ

Geçtiğimiz yaz (2019), hasat zamanı, bir gün, esnaflar/memurlar mesailerini, rençberler yevmiyelerini tamamlayıp, akşam yemeği için evlerine geldikleri saatlerde, tam akşam ezanı okundu okunacakken, bütün ilçeyi infiale sürükleyen bir haber duyuldu: Kocapınar deresinde, bostanlarını toplayan bir kadın, bir yılanın saldırısına uğramıştı. Kadın (çok şükür) yılanın saldırısından hafif yaralı kurtulmuşsa da yılan, anlatılanlara bakılırsa, o kadar kalın ve uzundu ki, handiyse ejderha yavrusu kadar vardı ve kadın hem uğradığı saldırıdan hem de yılanın cesametinden dolayı şoka girmişti.

2. Gün: Uyanma

Gündelik hayatta, böylesine çarpıcı olaylar, dinsel, mitolojik ve folklorik olanın karşılaşma, yeniden form kazanma ve güncel sosyo-kültürel yapı/gündem ile iç içe geçerek tarihsel/mitolojik hikâyelerin katmanlanması, anlamlanması ve hayata anlam katması anlarıdır… Dolayısıyla, böyle olaylardan/saldırılardan sonra, dinsel ve mitolojik olarak iyice şekillenmiş olan folklorik anlatı formlarındaki mitolojik arketipler ve dinsel görünüşlü acaib-ul mahlukat, uzun kış uykusundan uyanır ve sahne alır. Hayvanlar kendi anatomik özelliklerinin ötesinde, şeytaniliğin bir belirtisi olarak, çift başlı, çift organlı ya da çift bedenli (insan/hayvan gibi) tasvir edilmeye başlar (Bu şeytani görünüm aslında bir başka şeytanlığın tezahürü ya da bir sapkınlığın cezalandırılacağının habercisidir).

Olayın ertesi günü, kuşluk vakti, “kadının girdiği şokun etkisiyle kalp krizi geçirdiği ve Burdur Devlet Hastanesi’ne kaldırıldığı”nı bir komşumuzdan öğrendiğimizde, annemle birlikte, bir yandan bu olayı konuşuyor, bir yandan da kahvaltı yapıyorduk.

Annem, “İyi değil, bu,” dedi. “En son 40 yıl önce de göründüydü, çok büyükmüş, insanın yüzüne yüzüne bakarmış, hatta yayın balığının antenleri gibi bıyıkları varmış… Bağarası’nda birkaç kadına göründü bu, sonra gençler[1] bunu öldürmeye çalıştılar, bulamadılar, sonra 12 Eylül oldu, gençler de Evren yılanı koydulardı adını bunun, Evren yılanı bu gene bak görürsün…” dedi…

III. Gün: Eşkâl

Kadın, yılanın saldırısını sıyrıklarla ve kalp krizini de çok yıkıcı olmadan atlatmış, üçüncü günün ikindi vakti ilçeye geri gelmiş, geldikten sonra da yılanın saldırısını ve başına gelenleri konu komşuya anlatmaya başlamıştı. Kadının dediğine göre yılanın saldırdığı gün öğleden sonra, hava serinlediğinde, hem akrabası (rahmetli kocasının eniştesi) hem de dünürü (oğlunun kayınpederi) olan Sarı’nın kendisine bila bedel icarladığı bahçeye gitmiş, bostanları çapalayıp olgunlaşan mahsulü toplarken, birdenbire sırtında bir acı hissetmişti; önce birisinin sırtına taş vurduğunu sandı; can havliyle döndüğünde, sırtına vuran şeyin, “buzağı kellesi büyüklüğünde” kafası olan ve salyalı ağzını neredeyse bir insanı, bir lokmada yutacak kadar açabilen, çatal dilli ve keskin dişli simsiyah bir yılan olduğunu gördü… İlk şaşkınlığı atlatınca, kaçmaya çalışmıştı tabii ki ama boynundan bacaklarına kadar dolanan yılan, buna müsaade etmediği gibi, boğarak, sıkarak kadını öldürmeye çalışmıştı; kadın bir süre yılanla mücadele ettikten sonra, nefesi iyice kesilip kendisini ölüme bırakmak üzereyken, birdenbire bir zuhur eden bir kedi, yılanın üstüne atlamış, yılan kedinin hamlesiyle kadını bırakmış, sonra yılan bostanın aşağısındaki dereye doğru kaçarken, birdenbire peyda olan kedi de onu arkasından kovalamıştı…

O gün ve sonraki birkaç gün kahvelerde, akşam oturmalarında, cami cemaatlerinde, misafirliklerde, esnaf muhabbetlerinde, oto kaputu piizlerinde kadına saldıran buzağı kellesinden büyük kafalı kara yılanın dehşeti ve birdenbire peyda olarak kadını kurtaran kedinin hikmetinden başka bir şey konuşulmadı…

IV. Gün: H(a)ısımlar

Çavdır’ın bütün kadınları, Şüpheci Thomas gibi, kadının boğazındaki sıkma izlerini ve buzağı kelleli yılanın kadının sırtında yol açtığı yara izini görmeye gittiler… Kadın giden herkese bir yandan yara izlerini gösterirken, diğer yandan da aynı hikâyeyi anlatıyordu: bir yılan, sırtına kafasıyla vurmuş, yere yıkmış, sonra yılan, kadını, sıkarak öldürmek üzereyken bir kedi gelip onu kurtarmış, sonra yılan ve kedi alt-üst olarak dereye doğru boğuşmuşlar, sonra da gözden yitip gitmişlerdi… Yılanın şeytani eşkâli onun zaten bu dünyadan olmadığı konusunda herkesi ikna ediyordu ama ya kedi? Kedi de en az yılan kadar gaiptendi… Mahalledeki hiçbir eve ait değildi ve olaydan sonra o da yılanla birlikte kaybolup gitmişti…

İlçenin bütün kadınları, saldırıya uğrayan kadının bedenindeki izleri gördükten sonra ve kadının tanıklığını dinledikten sonra, tam anlamıyla ikna oldular; ama bu sefer kafalarında başka bir soru belirdi; dünyevi kötülüğün bir tezahürü olan gaipten gelen bir yılan kendi halinde bir kadına neden saldırsındı?

Bu soruyla birlikte, kadının hikâyesinin yeni katmanının da inşası başlamış oldu. Bilhassa taşrada, çok da anlaşılmayan bir olay ya da müsebbibi bulunmayan bir adli vaka yaşandığında, iki kurumun kapısı çalınır, hangisine önce gidileceği kişiye göre değişmekle birlikte bu iki kurumdan birisi polis, diğeri falcıdır. İki kurum da kendi janrının kelimeleri ile neredeyse şunları söyler: “Bu olayı yapan sizin çok yakınınızda, uzağın attığı taş size değmez…

Böylelikle, alacakaranlık kuşağında, hısımlar hasım olarak sahne almaya başlarlar. Bu olayda da böyle oldu. Kadının kocası rahmetli olalı neredeyse otuz yıl olmuştu, kadın kendi halinde, kimseyle dedikodusu olmayan sakin bir insandı, kızları gelin olup gideli yıllar olmuş, onların da ilçe ile iyi kötü bir bağlantısı kalmamıştı. Ama, kadının oğlu (Feyzullah), yalnızca ilçede değil, bütün muhitte, her türlü gayri meşru konusunda marka olmuş birisiydi. 

Feyzullah, yıllar önce eniştesi Sarı’nın ve halasının tüm karşı çıkmalarına rağmen, onların kızlarını kandırarak kaçırmış ve evlenmişti. Bu emrivakinin ardından, defalarca da eniştesi ve kayınpederi olan Sarı’nın, kızı (sonra da torunları) rahat etsin diye düzdüğü sermayeyi, kumarda gazinoda tüketmiş, her girdiği işi batırmış, batırdıkça insanları dolandırmış, sıfırı tükettikçe kayınpederi onun borçlarını ödemişti. Bu döngü, halası ölüp, halasının ölümünden bir süre sonra, sabık eniştesi başka bir kadınla evlenip ikinci eşinden de çoluk çocuk sahibi olana kadar devam etti. Sarı’nın eski eşinden üç, yeni eşinden de iki çocuğu vardı; Feyzullah kayınpederinin maddi olarak yardım etmemesine ayrı, ikinci evliliğinden yeni vârisler peydahlamasına ayrı öfkeliydi…

Hülasa, dördüncü gün olduğunda, bostanda beliren bu ejderha büyüklüğündeki buzağı kafalı yılanın (ki buzağı kafası nispi bir değer olmaktan çıkmış, giderek amorf bir form/suret haline gelmeye başlamıştı) tarlanın sahibi olan Sarı’ya karşı, damadı Feyzullah’ın gaipteki birtakım güçleri, efsun/nücum marifetiyle harekete geçirmesi sonucu ortaya çıkmış olduğuna, artık neredeyse herkes kâniydi. Zaten, Sarı’nın damadı Feyzullah, en son çalışmakta olduğu işyerinden de kovulmamış mıydı? Son zamanlarda, iyice daraldığı, sağda solda şu kayınpeder ölse de, tarlaların bir ucundan girsem öbür ucundan çıksam, âlemlere kumara hasret kaldık dediği vaki değil miydi?

Belli ki, buzağı kelleli kara yılan mutlaka Feyzullah’ın bir cinci hocaya efsun marifetiyle gaipten, kayınpederi ve sabık eniştesi Sarı’yı boğmak maksadıyla peyda olmuştu ama Feyzullah’ın yaptığı fenalık, dayısından annesine uğramış, neredeyse annesini kaybetmesine yol açayazmıştı…

V. Gün, Mekânın Sahipleri: Hayaletler

Beşinci günden sonra, hikâyede kadının, yılanın ve kedinin yeri giderek ikinci plana düşmeye başladı. Evet, kadın kendi halindeydi, oğlu hayırsızdı, yılan ve kedi gaiptendi… Evet, işin içinde ruhunu şeytana satmış nücumcuların fitne fücuru vardı… Kimsenin bunlardan şüphesi yoktu ama kadın nasıl kurtulmuştu? Bu noktada ilçede yaşayanlar, kadının yılandan kurtuluşundaki hikmeti, olayın geçtiği mekânda, yani mahallede aramaya başladılar.

Olayın geçtiği Kocapınar deresi, ilçenin en eski yerleşim yerlerinden birisiydi, muhitte ekseriyetle Aleviler yaşardı. Derenin öte yanında, Alevilerin dede saydığı bir ardıç ağacının, her türlü olçum işinde beldeye şifa dağıttığına inanılmaktadır…[2] Alevilerin yıllardır “gizli gizli” cem yaptıkları ev, olayın yaşandığı bahçenin hemen arkasındaydı. Derenin arkası, 1950’li yıllarda, tıbbi olarak emraz-ı müstevli, ahalinin diliyle öletten ölenlerin gömüldüğü, şimdilerde belediyenin çınar yetiştirme bahçesi olarak kullandığı alan. Muhitte, artık yalnızca birkaç yaşlının yaşadığı ve çoğu metruk olan bahçeli kagir-ahşap evlerin neredeyse her birinin temelinde, eski zamanlardan kalma mezar taşları devşirme malzeme olarak kullanılmıştı.
Taşranın gaipleri, cin-peri söylenceleri, semah dönen ışıkları, birdenbire görünüp sonra kaybolan tespihli aksakallı ihtiyarları, geceleri cibileriyle gezinen efsunlu tavukları ezcümle alacakaranlık kuşağı sakinleri için buradan daha uygun bir mekân elbette bulunamaz… Dolayısıyla, asıl hikmet tabii ki efsunlarla dolu olan bu muhitte olmalıydı… Kadını fitne fücurdan kurtaran, elbette ki, mahallenin maneviyatı, iyi ruhları, geceleri görünüp kaybolan hayaletleri, dedeleri olmalıydı…

Bir Yıl Sonra: Bengi Dönüş

Yaklaşık bir yıl sonra, yılanın kadına saldırdığı mahallede, yani ilçenin Alevi muhitinde, Aleviler, her yıl olduğu gibi, gene aşure kaynatıp konu komşuya dağıttılar. Rivayet odur ki, Aleviler, aşureyi kaynatıp dağıtırken, “kedi donunda zuhur edip, Allah’ın kahhar sıfatı ile, mahallede yılan donunda beliren Yezid’i, kahreden, kötülüğü iyiliğe döndüren, fitneyi bozup kadının canını kurtaran, Allah’ın aslanı Hz. Ali’nin tezahürüne müsaade ettiği için, yüce Allah’a hamd-ü senalar” ettiler.

Hû.


Bu yazının mimarisinde, Orkun Doğan’ın “Yırca’nın Beş Vakti(http://www.kostebekkolektif.org/yircanin-bes-vakti-orkun-dogan/) isimli çalışmasından esinlenilmiştir.

[1] Annemin “gençler” dediği o dönemin devrimci gençleri. Devrimci gençlerin silahlanıp, vur emri ile yılanın görüldüğü bölgelerde aradıkları bu yılan benim çocukluğumda, “insan belinden kalın bir gövdesi olan yılan” eşkâli ile aranmış/bulunamamış bir kötülük kaynağı olarak hikâye edilirdi. Bu yılan arama ve yılanın Evren’e dönüşme hikâyesinin değişik versiyonları, 80’li yıllar boyunca, bizim beldemizde anlatılırdı.

[2]  Ki, ben de çocukluğumda dizlerimde geçmeyen yaralar için, dede ardıca götürülmüştüm. Ardıca bekçilik (belki de hizmetçilik mi demeli) yapan yaşlı kadın, benim namıma ardıca bir çivi çakmış, bana da ardıcın etrafında üç tur atmamı söylemişti. Ben ardıcı turlarken, kadın da bir dua okumuştu.