Hariçten Gazel (III): Üsküdar’dan Bu Yan (II)

Eksik Şeyler…

Erzurum’a aslında, Trabzon ve Rize’nin ardından varmıştık. Böylelikle, Trabzon’a beş yıl arayla ikinci defa gitmiş oldum. İlk gidişimde, kentin görselleri herhangi bir Türkiye şehri gibiydi. Bu yılın ocak ayında gittiğimde, kenti daha ayrıntılı gezme fırsatım oldu, bütün tabelalar Arapça/Türkçe olmuştu. İlk önce bunun, Trabzon ile Rize arasında, bir tür Hilafeti erken ilan etme yarışı olabileceğini düşünsem de, lokanta menülerinin, hatta lokanta playlistlerinin bile Arapça olduğunu, tezgâhtarların da Arapçada bayağı ilerlediklerini görünce, milliyetçiliği ile meşhur Trabzon’un Arapları ve Arapçayı Türk milliyetçiliğine zararlı görmediklerini anladım. Ki, birkaç yıl önce, Uzungöl’de Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin bayrağı açılınca, Uzungöl esnafı turistlere linç girişiminde bulunmuşlardı. Kenti tepeden gören Ali Şükrü Pepesi de aslında bu linç kültürünün “şehidi”… Ama tüm bunlar Ali Şükrü Bey ile Mustafa Kemal arasındaki husumet, Topal Osman’ın bu işe dahli, kent kimliğinde, İslâmcılık, milliyetçilik, ümmetçilik, Kemalizm faylarında nasıl konsolide ediliyor acaba?

Trabzon’da meçhul asker ya da şehit asker anıtının fikri bence önemli. Zira, ölüm burada yeni bir varoluş/varlık üzerinden değil, yokluk/eksiliş üzerinden hissettiriliyor.

Laz müteahhitler, çirkin çirkin binalar yapmış olsalar, hatta bu çirkinliği ilk fırtınada paramparça olacakmış gibi görünen Trabzon Stadı ile taçlandıran kentin nevzuhur mimarisi, gayrimüslimlerden kalmış estetik binalar ile asimetrik… Yani kent eksikliği içselleştirmiş, zira antikacı dükkânlarının vitrinlerini tıkabasa dolduran rustik mobilyalardan, Ortodoks ikonalara kadar pek çok objenin neden orada bulunduğunu açıklamak herhalde bayağı zor olsa gerek.

Yoksullar…

Trabzon’da mihmandarlık eden arkadaşımız, bizi sabah otobüse bineceğimiz Kiremithane’ye indirip, durağı tarif edecek, valilikten aşağı doğru yürüyoruz. Tarihî çarşının içinden geçip, Kiremithane’ye geldiğimizde, sahil silme Sovyet yıkımı zamanında imar edilmiş, “fuhuş” otelleri ile dolu. Otellerin önünde değnekçiler, “gençler, sıcak su var, otelimiz kaloriferlidir…”

Sabah kalkıp, Rize’ye uğruyoruz, oradan da Sarp sınır kapısından Batum…

Hopa’da dolmuşçuya, Sarp sınır kapısına nasıl gideceğimizi soruyoruz; yolculardan birisi “Gençler siz bendesiniz, ben sizi götürürüm,” diyor. “Kumar mı fuhuş mu?” diye soruyor. Biz “Dolaşacağız,” diyoruz. “Hep öyle derler, sonra kumarhanede kerhanede, sıcak su, kalorifer, battaniye kovalarken karşılaşırız… gençlik hali, çekinmeyin,” diyor. “Yok abi valla dolaşacağız,” deyince biraz inanır inanmaz, Bu yağmurda mı?” diye vurgulu soruyor bu kez. “Evet bu yağmurda…” deyince; çoktan mihmandarlığımızı almış olan abi, Ukrayna’ya giden Kayserililerin rehberi gibi bize anlatıyor… Sınırdan şöyle geçilir, taksiye binmeyin, sınırda çok para bozdurmayın düşük alırlar, içerde bozdurun, dolmuşa binin, dolmuş 1 Lari,  bunların yemeğinde domuz olmaz yiyebilirsiniz, oyun oynayacaksanız karı kovalayacaksanız takılalım… Benim hep gittiğim bir yer var, şimdiye çorba çıkmıştır, iki saate de  yemek çıkar, her şey ücretsiz, iki üç jeton alırsınız takılırız, orda kadınları çalışanları da tanırım, boşuna kilometre yapmayın… Abi bir yandan bize anlatıp bir yandan, dolmuşta karşılaştığı bavul tüccarı kadınlarla, adamlarla Türkçe-Gürcüce sohbet ediyor… Sonra bize dönüp, bir kez daha diyorum, bakın ben burada herkesi tanırım, bana takılın… diyor.

Sınırı geçince, hâlâ Türkiye gibi sınırdan Batum’a kadar, kumarhaneler, gazinolar… Üç-dört saat gezip, ıslanıp çıkıyoruz. Batum’un sahili kumarhane-casino oteller ile dolu, sokaklarda da kumar kioskları var her köşe başında… Sıcak su, kalorifer çemberine girmemiş insanlar acele etmeden yavaş yavaş bir yerlere gitmeye çalışıyor, yaşlı kadınlar adamlar, merkeze çok uzak olmayan mahallelerde, ikinci el kıyafetler, çerçiden hallice tezgâhlarda öte beri ve tahta sebze sandıklarının üstünde ıspanak, maydanoz, kereviz satmaya çalışıyorlar… Çalışıyorlar derken, bekliyorlar, teneke saçakların altında yağmurdan korunmaya çalışarak, yavaş yavaş dolma sigara içerek ya da sessizce sohbet ederek bekliyorlar… Örneğin, Diyarbakır ya da Antalya’nın yoksulundan farklı olarak, yoksul olduklarının farkında, tevekkülle bekliyorlar…

Türkiye’ye tekrar girişte bir Gürcü görevli kadın geliyor, bozuk bir Türkçeyle “Bir şeyler sormak istiyorum,” diyor. “Olur,” diyoruz. “Batum’da neler yaptınız?” “Gezdik.” “Başka?” “Bu kadar.” “Peki seks, kumar, içki…” “Yok… Yalnızca gezme.” Kadın gözleri büyüyerek bize bakıyor, (bir yandan elindeki evrakı Gürcüce doldururken herhalde bu gerzekler yüzünden standart sapma yüksek çıkacak diye düşünüyor) “Peki kaç para harcadınız?” 10 lari bozdurmuştum 2 lari cebimde, “8,” diyorum. “Ne iş yapıyorsunuz?” “Arkadaşım celep, hayvan tüccarı yani, ben ise sizinkine benzer bir iş yapıyorum…” Kadın, bana ve yanımdaki arkadaşıma biraz inanmaz, biraz anlamaz bakıyor… Selamlaşıp ayrılıyoruz. Kapıda yüzlerce yoksul Gürcü birkaç karton sigara ve bir 100’lük şişe alıp Türkiye tarafında satıp yevmiyeyi doğrultmaya çalışıyorlar. Bizim ellerimizi boş görünce, istisnasız hepsi, ellerindeki öte beriyi (ekseriyetle el yapımı kaçak içkiler) karşıya geçirmemiz için ricacı oluyorlar…

Çocukları Bile…

“Hatıralar da konserve kutusuna konulsa onların da son kullanma tarihi olur muydu?”[1]

Yılbaşından iki gün önce, güney sahilini katedip, Hatay’a, Adana, Antep, Urfa üzerinden Diyarbakır’a varıyoruz.

Fakat eşim ve kızımla birlikte acele etmeden otomobil ile yol alıyoruz. Adana’da yemek için mola veriyoruz. Bir arkadaşımın dayısı telefonla bize mihmandarlık ediyor. Kentin meşhur tatlıcısında tatlı yedikten sonra, dut ağacının altında tahta sandalyeler olan güzel bir mahalle kahvesi görüyorum. İçeride bir masa insan, kapıyı açıp selam veriyorum, “Bir çay alabilir miyim?” Dayıların tekmili birden, sanki işlenen bir cinayete tanık olmuşum gibi kafalarını kaldırıp, bu da nereden çıktı der gibi bana bakıyorlar. Sigara dumanından göz gözü görmüyor, mutfak tezgâhında aylardır kirli kaldığı için dibindeki çayları kurumuş bardaklara ve ağzına kadar izmarit dolu soda şişelerine cinayet mahalline bakar gibi bir süre bakıyorum, dayılar da bana bakıyorlar… “İyi akşamlar,” deyip kapıyı kapatıyorum, arabaya binip Hatay’a doğru yola..

Hatay’ın girişine gece yarısına doğru varıyoruz. Kent girişinde polisler, öze harekâtçılar, her zamanki kontrollerden biraz daha telaşlı bir ortam var. Bizim arabayı durduruyorlar, yolun en soluna çektiriyorlar, sonraki geleni yanımıza, sonraki geleni onun yanına derken bizi dört beş araba yan yana durdurup yolu kesiyorlar… Arkamızdan bir tır geliyor, tırı durdurup içindekileri apar topar içeri götürüyorlar, içimden “ya o tır canlı bomba olsaydı, bir takoz olmamıştık, onu da olduk” diye düşünüyorum.

Hatay’da, eskiden sabun fabrikası olan oval kalın direkleriyle Bizans mimarisini andıran ve her yanından tehcir-mübadele akan bir otelde konaklıyoruz. Habib-i Neccar civarında kahvaltı edip, tarihî mahalleyi dolaşıyoruz. Sonra Diyarbakır…

Diyarbakır, şimdilerde demokrasicilik oynayan Davutoğlu’nun sayesinde, belki bir Toledo olamamışsa da… Şehrin Sur kısmının bir bölümü hâlâ yaya ve araç trafiğine kapalı… Tahir Elçi’nin vurulduğu dört ayaklı minarede kurşun izleri hâlâ taze… Mütemadiyen kentte dolaşıp bir şeyler içmek için Sülüklü Han’da mola veriyoruz. Hanın sokağının başında bir demirci (belki de bakırcıydı) atölyesi, kapısında büyük harflerle “Fotoğraf ve Video Çekmek Yasaktır” yazıyor… Kent bir hayli yorgun, insanlar da öyle, yalnızca savaştan değil, antropolojik bir merakla nesneleştirilmekten de yorgun düşmüş gibiler, bir tek Dicle Nehri’nin üstündeki On Gözlü Köprü’de, şapkalı poşili yarı meczup dayı hâlâ coşkuyla, avurtlarını şişire şişire, la, si- bemol, do, re notalarının üzerinde ısrarla, tıpkı bir yıl önce olduğu gibi aynı (detone) sesleri aynı biçimde, ama doğru ritimde halay havası vuran davula uyacak şekilde çalıyor.

Yılbaşından önceki gün, Nusaybin’e eşimin halasını ziyarete gidiyoruz. Bir oğlu gerillada hayatını kaybetmiş, kalan çocuklar mülteci, sürgün… Evlatlarından yadigâr duvardaki fotoğrafları almak istemiş, Nusaybin’deki evi Hendek Savaşlarında yıkılırken. Terörle Mücadele mahalleye girmesine izin vermemiş… Kürtçe anlatıyor, neredeyse tümden aklını yitirmiş, yanımızdaki oğlunu tanımıyor, beni ise eşimin babası olan abisi sanıyor, elimi öpüp, “Canımın içi abim…ben senin bıyığına kurbanım… hazinelerim, altınlarım, paralarım, evin yıkıntılarında kaldı…” diyor(muş)… Herkes, sürekli yıkılan evlerde kalan ziynet eşyalarından, değerli eşyalardan bahsediyor… Her yıkım nedense bir hazine hikâyesi ile tatlandırılır bizim coğrafyada, ama bence (en azından, halamız için) asıl mesele, evin göçüğünde kalan, fotoğraflar, hatıralar, dağa çıkan evlatların gözlendiği, bir daha asla oturulmayacak evler, asla açılmayacak kapılar…

Diyarbakır’da kızım, eşim ve akrabalarımızla birlikte, yeni yılın ikinci günü bir alışveriş merkezine gidiyoruz. Olağandışı bir kalabalık. Kızımın çok sevdiği TRT Çocuk çizgi filmlerinden birinin kahramanlarının kostümlerini giymiş bir grup gösteri yapacak. Bu grubun bir başka gösterisini Antalya’da başka bir gösterileriyle izlemiş, çok eğlenmiştik. Şimdiki gösteri Göbeklitepe’yle ilgili. Hemen sıraya giriyoruz… Çocuklara ayrılan yere çocukları bırakıp biz platformun dışında bekliyoruz. Ama çok fazla çocuk var, korsan girişler, kaynamalar giderek izdihama dönüşüyor. Gösteriyi yöneten kişi, ısrarla saatine bakıp, sinirli sinirli “Saatine daha var, çocukları getirmeyin,” anonsları geçiyor. Maket karakterler sahne alınca, sahnede çocuksu sözlerle yazılmış birkaç Angara havasına oynuyorlar, beş-on dakika kalıyorlar ve çekiliyorlar. Sunucu çok gergin, mütemadiyen izlemeye gelen çocuklara ve ailelere fırça atıyor. Ama aynı sunucu ve aynı maket oyuncular Antalya’da hem çok kibarlardı ve hem de neredeyse bir saate yakın sahnede kalmışlardı. Çizgi film karakterlerinin posteri imzalanacak ama izdiham çıkıyor. İmza olayı hafiften “korsan”a dönüyor. Kendisi de çocuk olan bir çocuk kardeşi için bir poster imzalatmaya çalışıyor, imza olayı mütemadiyen kesiliyor, gösteriyi yöneten kişi “eğer aileler çocukları düzene sokmazlarsa imzalı poster dağıtımını keseceklerini” söylüyor… Yönetici asıp kesedursun, posterlerin çalındığı duyuluyor ve ailelerin uğultusu giderek büyüyor… O kesilme anlarından birinde, kardeşine poster almaya çalışan çocuk, kardeşine “Sen merak etme yakarım ben burayı,” diyor. İzdihamın yavaş yavaş isyana doğru yöneldiğini anlayan tiyatro yöneticisi, “posterler çalındı” manevrasının sıkıntı yaratacağını anlayıp, geri adım atıyor, “Posterlerin bir kısmı çalınmış, herkese imzalı poster vereceğiz, lütfen çocuklarımıza sahip çıkalım, sıraya geçelim…” İzdihamın sonuna doğru, epeyce uzunca bir süredir kucağımdaki kızım eşimin imzalattırdığı afişi alıp seviniyor. AVM’yi yakmaya azmetmiş toraman, bir elinde kardeşi bir elinde imzalı afiş, bıyıklarından boncuk boncuk terlemiş, arzusuna erişmiş olarak AVM’yi terk ediyorlar.

Diyarbakır’dan dönüşte, Urfa’da uğrayacağım nokta, Göbeklitepe’ye yakın. Ailece “Tarihin Sıfır Noktası”na varıyoruz. Kızımız zaten, iki gün önce izlediği gösteriden dolayı, “Tarihin Sıfır Noktası” olayını kafasında bir yere koymaya çalışıyor. Göbeklitepe’yi karla karışık bir yağmurla, bizi oraya götürecek servis aracına binerek varıyoruz… Anıt olduğu düşünülen dikitler, üzerindeki bezemeler gerçekten çok anlamlı… Ama sulu sepken, çatının altındaki platforma, oradan da “Tarihin Sıfır Noktası”na akıyor… Tarihin sıfır noktası kızımın hayal ettiği gibi çıkmıyor, platformda kaymamaya çalışarak yürürken, hayal kırıklığıyla, “Baba,” diyor, “tarihin sıfır noktasının çatısı akıyor…”


[1] Chungking Express (film), Wong Kar-Wai (yönetmen).