Ayasofya’da Çoklu İbadet

Ayasofya’nın camiye dönüştürülme kararının ardından, MHP lideri Bahçeli’nin ‘’Türkiye artık söz dinleyen değil, sözü dinlenen bir ülkedir’’ mealindeki beyanatı ilginçti. Sanırsınız ki Ayasofya’nın 1934’te müze yapılma kararı bağımsızlığını gölgeleyecek şekilde Türkiye’ye o dönemde yabancı devletler tarafından dayatılmıştı da, şimdi güçlenmiş bir Türkiye, şaha kalkıp o kararı elinin tersiyle iptal ediyor. Milliyetçi şahlanış böbürlenmelerinin bir kof örneğine daha tanık olduk böylece.

Cumhuriyet tarihimize azıcık vâkıf olan herkes bilir ki, Ayasofya’nın müze yapılma kararı dış âlemden dayatma sonucu alınmamıştı. Dönemin “Düveli Muazzama”sından gelen bu yönde bir talep yahut telkin de mevcut değildi. Bu karar, Atatürk’ün diğer pek çok konuda yaptığı gibi, attığı beklenmedik ve sürpriz adımlardan biriydi. Bu adımı atarak, Batı’ya bir jest yapmak istemişti. Anlamlı bir jestti bu; zira Ayasofya herhangi bir mabet değildi: beş yüz küsur yıllık bir cami geçmişi vardı ama, ondan çok daha uzun bir kilise geçmişi de vardı. Üstelik tüm bir Hıristiyan -özellikle de Ortodoks- âleminin gönlünde ayrı bir yere sahipti. Böyle bir yapıyı müzeye çevirerek, Atatürk Türkiye’yi laik bir potada Batı ile yakınlaştırma arzu ve iradesini göstermek amacındaydı. Bu arzusunun temelinde, medeniyetlerin kendi özgül dinlerini geride bırakarak evrensel bir insanlık noktasında buluşacağına dair o dönemde hayli egemen olan pozitivistçe bir varsayımın varlığından da bahsedilebilir. Her halükarda, asırlarca süren çekişme, çatışma ve savaşların ardından, bu doğrultudaki bir jesti Atatürk’ün Batı’ya uzatılan bir zeytin dalı olarak değerlendirdiği muhakkaktır.

Ayasofya’yı müzeye dönüştürmek, ancak kendine güvenen bir liderin alabileceği bir karardı. Fakat aksine, bunu Batı’ya verilmiş bir taviz olarak görenler de vardı. “Taviz” şöyle dursun, “sırtlarına saplanmış bir hançer” gibi algılayanlar da eksik değildi. Küçük bir azınlık olmakla beraber, bu İslâmcı kesim Ayasofya’yı camiye geri çevirmek için her devirde didinip durdu. Ne var ki, bugüne kadar en sağcı veya “muhafazakâr” hükümetler bile (AKP hükümetleri de dahil), bu kesimin duyarlılık ve taleplerine pek kulak asmamıştı. Zira bizzat RTE’nin daha bir yıl öncesine kadar defalarca söylediği gibi, Ayasofya’yı camiye çevirmenin götürüsü getirisinden çok fazladır. Kaldı ki, bizzat müminler nezdinde bile makul ölçüde bir ihtiyaç veya talebi karşılayacak yönü de yoktur.

Ayasofya’yı camiye çevirme ülküsünün peşinden koşanların bugüne kadar gösterdikleri gayretler hiçbir zaman açık ve tutarlı olmadı; daima dolambaçlı ve bazen gülünç gerekçelerin öne sürülmesine yol açtı. Örneğin yıllar önce, Ayasofya’nın müze yapılmasına ilişkin 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının altındaki imzanın Atatürk’e ait olmadığını, düpedüz sahte olduğunu savunmaktan dahi geri durmadılar. Her nasılsa, doğrudan doğruya bir cami kararı almaktansa, müze kararını gıdım gıdım didikleme ve çürütme yoluna saptılar. Tıpkı, genellikle Cumhuriyet kurumlarına dönük yaptıkları gibi. Şimdi de RTE, Ayasofya ile ilgili doğrudan bir kararname çıkarmak yerine, işini bir Danıştay kararının arkasına saklanarak halletmeyi tercih etti. Oysa bu Danıştay kararının gerekçeleri, doğrudan çıkarılabilecek bir cumhurbaşkanlığı kararnamesinden daha fazla hukuki kargaşaya -ve gülünç sonuçlara- neden olacak niteliktedir.[1]

Ne ulusal ne uluslararası konjonktürde görünür bir nedeni yokken, yani bir bakıma durup dururken, RTE’nin kalkıp bir de bu Ayasofya işine el atması, oy tabanındaki erimeye karşı can havliyle yaptığı bir hamle olarak yorumlanıyor. Bu yorumlarda mutlaka bir gerçek payı vardır, ama camiye çevrilmiş bir Ayasofya’nın RTE’nin “Kutlu Yol”unun zaten güzergâhı üzerinde durduğunu öngörmemek de zor.

Diğer taraftan, RTE’nin bu son Ayasofya girişiminin, Batı ile olan köprülerin tamamen atılması, siyaseten zaten iyice zayıflamış olan bağların bu sefer kültürel ve sembolik düzeyde de koparılması anlamına geldiği düşünülüyor. Şüphesiz doğru. Ancak, RTE’nin Ayasofya’yı İslâm’a açarken, kendine özgü pragmatizmini terk etmediği ve en azından turizm kartını elden bırakmadığı anlaşılıyor. Bu saikle olsa gerek, Ayasofya’nın (mozaikler freskler vb. gibi) Hıristiyan tefrişat ve geçmişinin özenle korunacağına, kapılarının da gayrımüslimlere her daim açık olacağına, bunun için belirli koridorlar vesaire şeklinde özel düzenlemeler yapılacağına ilişkin “yatıştırıcı” açıklamalarda bulunduğu görülüyor.

Bu tür açıklamaların gelen tepkileri yatıştırmayacağı, düş kırıklıklarını ve kızgınlıkları gidermeyeceği aşikâr. Oysa bunların hiçbirine -hiç değilse aynı ölçüde- yol açmayacak bir başka girişim mümkündü; hâlâ ve her zaman da mümkündür: madem Ayasofya tekrar bir ibadet yeridir, burada ibadet artık yalnız Müslümanlara değil, Hıristiyanlara da açık olmalıdır (ibadetin, Hıristiyan olmayan diğer gayrımüslimlere de teşrih edilmesi, daha özel ayrı bir konu tabii). Bunun için, caminin bir kanadında Hıristiyan ziyaretçiler için “şapel” türü bir köşe düzenlenebilir, örneğin.

Kuşkusuz, böyle bir girişim çok güçlü bir liderlik gerektirir. Bu işe kalkışacak liderin siyaseten çok güçlü olması da yetmez, ayrıca “çok” Müslüman olması, yani müminlerin üzerinde güçlü bir otoriteye sahip olması gerekir. Görünürde, RTE tam da bu profile uyan bir liderdir. O halde, ‘’Ayasofya’yı ibadete açtım, Müslümanlar kadar Hıristiyan kardeşlerimiz de gelsinler, ibadetlerini yapsınlar,’’ diye buyursa, acaba ne olur? En azından şu olur: RTE, “medeniyetler buluşması” inisiyatifiyle siyasi kariyerinin başlarında edindiği imaja uygun bir harekette bulunmuş olur. Bu arada, çok şikâyetçi olduğu İslâm korkusu ve antipatisinin yeryüzünde gitgide artmasının önüne bir set çekmiş olur. Dahası, dünyada İslâm’ın mevcudiyetine, hatta simgelerine dahi tahammül gösteremeyenlere -sözgelimi, İsviçre’de minareleri yasaklayanlara, Atina’da tek bir caminin açılışına bile izin vermeyenlere ya da Hindistan’da başbakan Modi gibi camilerin yıkılıp yakılmasına göz yumanlara- çarpıcı bir cevap vermiş olur. En önemlisi de, sanıldığının aksine, bizzat liderliğine soyunduğu İslâm âleminde itibarı büsbütün artar; üstelik, azınlıkta kalsa da daima varlığını koruyacak olan yobaz gruplar tarafından yönlendirilen değil, onları yönlendiren, denetleyen lider konumuna geçer.

RTE’nin bu doğrultuda bir girişimde bulunmak için, Hıristiyan âleminden bir “ilk adım”ı beklemesi şart değildir. Kaldı ki, bazı afet durumlarında veya özel hallerde, birtakım papazların kendi inisiyatifleriyle kiliselerinin kapılarını Müslümanların ibadetine açtığı hiç görülmemiş vakalar değildir.[2] Çoğu kez, papazların böyle inisiyatif kullandıkları için kiliselerinin başındakiler tarafından resmen onaylanmasalar da, cezalandırıldıkları pek olmamıştır. Bunların hayli nadir ve münferit olaylar olduğu düşünülebilir. Gerçek şu ki, ister başpiskoposlar, ister patrikler, ister Papa olsun, hiçbir kilisenin başı kendi mabedlerini Müslümanların ibadetine resmen açmış değildir. Zira bu yeryüzünde Müslümanlar da dahil gayri Hıristiyanlarla birlikte var olma ilkesini benimseseler de, kendi ilahiyatlarında İslâm’ı tanımazlar; buna en azından, kronoloji müsaade etmez. Oysa İslâm sonradan geldiği için, yani tam da kronoloji gereği, Hıristiyanlığı tanır; değişen fıkıh ve yorumlara göre de, Hıristiyanlığı az ya da çok içselleştirmiştir. İlahiyatlarındaki salt bu farklılık açısından bakıldığında, bir kilisede Müslümanların ibadet etmesinin önünde “doktriner” bir engel varken, Hıristiyanların bir camide ibadet etmesinin önünde böyle bir engel yoktur. Hoş, doktrinlerin ve dinlerin şartlara göre nasıl eğilip büküldüğü, icabında hiçbir engel tanımadığı herhalde hepimizin malûmu. Son bir örnek, Papa Francis’in ateistlerin de cennete gidebileceğine dair hükmüydü. Bu hükmü veren bir papanın, yeterli talep veya baskı ile karşılaştığı taktirde, kiliselerinden birinin -örneğin İspanya’daki Kordoba camii/katedralinin- kapılarını Müslümanların ibadetine resmen açması uzak bir olasılık değildir. Ayasofya’da atılacak koşut bir adımın, bunu çabuklaştıracağına şüphe yok.

Yukarıda, Atatürk’ün Ayasofya’yı müzeye çevirme kararı alırken, dinleri giderek arkada bırakan bir çağdaşlaşma perspektifinden hareket ettiğini belirttim. Günümüzden geriye bakınca, bu perspektifin temelde -ama hayli temelde!- yanlış olmamakla birlikte, çok daha karmaşık ve zigzaglı bir süreci öngördüğünü fark ediyoruz. Halihazırda, bazı sekülerizm adacıklarını saymazsak, dinlerin toplumların gerisine düşmek şöyle dursun, yer yer önlerine geçtiğini ve onları peşlerinden sürüklediğine tanık oluyoruz. Dalga, zirve yapıp şimdilerde inişe geçmişe benziyor, fakat güç ve etkisini daha epey bir zaman koruyacağı kesin. Türkiye’de de durum pek farklı değil: içten içe çürüme ve zaafiyet belirtileri göstermekle beraber, iyi ya da kötü, şu veya bu şekilde İslâm’ın Türkiye’nin yakın geleceğinde güçlü bir olgu olarak kalacağına kuşku yok.

Atatürk, Ayasofya’yı müzeye çevirirken, şartlar elverişiydi. Bugün o şartlar mevcut değil. Görünür gelecekte Ayasofya’nın tekrar müze statüsüne kavuşacağını öngörenler varsa, çok muhtemeldir ki yanılgı içindedirler. Faraza, RTE sonrası dönemde laiklik ve demokrasiye bir dönüş olsa bile, böyle bir öngörü kolay gerçekleşecek bir ihtimale benzemiyor. Bir “Tanrı evi”nin müze haline gelmesi için, Tanrı’ya inananların bir hayli seyrekleşmiş olması gerekir. Dindarların halen ezici çoğunlukta olduğu bir diyarda ne Ayasofya’nın ne de bir başka “Tanrı evi”nin müzeye dönüşmesini beklemek gerçekçi değildir. Müze olması için uğraşmak, bunu dayatmak da ne kadar doğrudur, ayrıca tartışılır.

Unutmamalı ki, Ayasofya ilk müze ilan edildiğinde bunu yadırgayanlar ve tepkiyle karşılayanlar arasında dini bütün Müslümanlar kadar dindar Hıristiyanlar da vardı. Bu da şaşırtıcı olmasa gerek, zira dindar bir insanın gözünde (hatta bazen çok dindar olmayanların nezdinde bile), müzeye dönüşmüş bir “Tanrı evi”, hangi mehzep veya dine ait olursa olsun, ruhunu kaybetmiş bir insan kadar ürkünç, öksüz kalmış bir çocuk kadar hazin bir görüntüye sahiptir. Nitekim ülkemizi ziyaret eden bazı turistlerin -özellikle de Yunanlıların- perişan vaziyetteki kilise kalıntılarını gördüklerinde, “bari cami olsalar da yaşasalar” diye hayıflandıklarına az tanık olmamışızdır.

Velhasıl, günümüzün şartlarında herhalde en doğrusu, özel tarihî konumundan ötürü, Ayasofya’nın Müslümanlarla birlikte Hıristiyanların da ibadetine açılmasını savunmak, bu doğrultuda atılacak adımları desteklemek ve teşvik etmektir. Böyle bir amacın, ne laikliği savunanları, ne de akıl ve vizyon sahibi Müslümanları rahatsız etmesi için fazlaca bir neden yoktur aslında.

Tabii “akıl” ve “vizyon” deyince, biraz durmak lazım. Bu hasletler laik kesimde de ne kadar vardır kestirmek güç ama, Müslümanlarda olduğunu gösterir bir emareye pek rastlanmıyor maalesef. Örneğin Yusuf Kaplan, Ayasofya’nın ibadete açılmasını ‘’İstanbul’un fethi kadar önemli bir hadise’’ olarak niteleyip, şöyle yazmış: ‘’Türkiye’nin yeniden çağ açacak, çağ inşa edecek kurucu-ülke konumunu elde etmesi, Türkiye’nin yeni bir dünyanın kurulmasında İslâm dünyasına öncülük edecek yegâne ülke olduğunun bütün dünyaya söylenmesidir Ayasofya’nın açılması.’’[3]

Ayasofya’nın açılmasını bir ibadet değil, bir fetih konusu olarak gören, İstanbul’u yeniden ve yeniden fethetmeye doyamayan böyle bir zihniyetin Türkiye’ye nasıl çağ atlatacağı bir muamma. Ama Türkiye’nin İslâm âlemine böyle nasıl öncülük yapacağı daha da büyük bir muamma. Lakin herhalde en büyük muamma, çağımızı yakalamayı, hatta bununla da yetinmeyip önüne geçmeyi hedefleyen bir İslâm âleminin, bu fütuhat zihniyetiyle bunu nasıl başarabileceği. ‘’Allah kolaylık versin’’ diye temennide bulunmaktan başka bir çaremiz yok.

Ayasofya’nın ibadete açılması için bir ömür boyu mücadele veren Sürekli Vakıflar Tarihi Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneği Başkanı İsmail Kandemir de, kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle konuşmuş: ‘’Çok mutluyum, sevinçten ağladım. Danıştay 10. Dairesi'nin kararının ardından vatandaşlar İstanbul Ayasofya Camii'ne koştu. Yaşlı gözlerle ikindi ve akşam namazlarını kıldı.’’ Trabzon ve İznik’teki Ayasofya’ların da ibadete açılmasında büyük emeği olan Kandemir, ardından şunları demiş:

İstanbul'un fethinde Fatih Sultan Mehmet cuma namazını kıldırmıştır, 24 Temmuz'da da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan cuma namazını kıldırmalıdır… Cumhurbaşkanımız Ayasofya'nın açılmasının en büyük mimarıdır… Kızıl Elma'nın gerçekleşmesi için çalıştık. Allah da nasip etti… Yunanistan'da da cuma namazı kılacağız. Fatih Sultan Mehmet tarafından inşa edilen ve şu anda kapalı bulunan Fatih Camii'nde namaz kılacağız. Bu konuda dilekçemizi hazırladık, avukatımızı belirledikten sonra vekalet vereceğim… Türkiye'de müzelerin yeniden camiye dönmesini hukuki yollarla nasıl aldıysak, hukuki yollarla Yunanistan'daki Fatih Camii'ni de açacağız. Hazırlıklarımız tamam. Belgeleri hazırladım, bütün çalışmaları yaptım.[4]

Kandemir’in azmine diyecek yok, ama Türkiye’de eriştiği başarıya Yunanistan’da ulaşması, bu kafayla biraz zor.

Bu durumda, RTE’nin yukarıda tahayyül ettiğimiz şekilde Ayasofya’da ibadeti Müslümanların ardından Hıristiyanlara da açması beklenebilir mi? Ayasofya’da kazandığı zaferi, Atatürk’ün bir vakit yaptığı çarpıcı jestten daha da çarpıcı bir jestle taçlandırması mümkün müdür? Yukarıda alıntıladığım düşünceler eğer onun siyasal tabanına hakim zihniyeti birebir temsil ediyorsa -ki öyle görünüyor-, RTE’nin işi hiç kolay sayılmaz. Kaldı ki, RTE’nin bu siyasi tabanının ne kadar ötesinde bir ufka sahip olduğu belirsizdir.

Artık iyice bariz şekilde görünen o ki, Türkiye’de İslâm hiç olmadığı kadar Türk milliyetçiliğinin güdümüne girmiştir. Camileriyle, İmam Hatipleri’yle, Diyanet’iyle genişleyen muazzam hacmine rağmen, milliyetçiliğin âdeta bir aksesuarı, en fazlasından şatafatlı bir kılıfı görünümündedir. Dahası, üstünü örttüğü bu milliyetçilik, rotasından çıkmış, kabileleşmiş, kendi sınırlı ufkunu da iyice yitirmiş bir milliyetçiliktir. Ama belki en tuhafı, Kürt ve Alevi ağırlıklı kanatları hariç, ülkedeki tüm muhalefetin de bu milliyetçiliğin daralmış sahasında iktidarla yarışıyor olmasıdır.

Bu şartlar altında, bir siyasi liderin, çok güçlü de olsa, çok Müslüman da olsa, Türkiye’ye de, İslâm’a da, hatta bizzat kendine de hayrı dokunacak adımlar atması zordur. Bu adımları RTE’den beklemek ise anlamsızdır. Son “Ayasofya zaferi” üstüne, pek çok müridi ve hayranının onu bir “halife” ilan etmediği kaldı. Oysa şu bir gerçek ki, bugün RTE “tek adam”lıktan halifeliğe terfi bile etse, halifeliğinin hükümsüz kalacağı şimdiden bellidir, çünkü o gücünü artık İslâm’dan değil, milliyetçilikten almaktadır; bundan böyle milliyetçilikle uzayıp milliyetçilikle kısalacaktır.


[1] Ayasofya davasının Fatih Sultan Mehmet’in “tapulu malı” olması argümanıyla savunularak özel hukuk alanına çekilmesinin doğurduğu çelişki ve saçmalıkların detaylı bir tahlili için Prof. Ali D. Ulusoy’un 15   Temmuz’da T24’te çıkan yazısına bakılabilir.

[2] Örneğin son olarak, pandemi dolayısıyla Berlin’deki Lütheryen bir kilise tam da bunu yapmıştır. Sekiz-on yıl önce gene Berlin’de, birtakım kiliselerin bir araya gelip hem Hıristiyanlara, hem Müslümanlara, hem de Musevilere -yani semavi dinlerin tüm üyelerine- açık bir ibadethane oluşturma projesi de vardı; ama hayata geçip geçmediğini bilmiyorum.

[3] Yeni Şafak, 13 Temmuz 2020.

[4] Sabah, 12 Temmuz 2020.


Fotoğraf: Murat Bergi