Eskiye duyulan özlem, bildiğimiz ismiyle nostaljinin[1] süresi giderek kısalıyor. Öyle ki, eski nostaljinin bile nostaljisini yaşamaya başladık. Bizim şu alıştığımız nostaljinin zaman aralığı yirmi-otuz, bilemediniz on yıllarla başlardı. Son yıllarda artan eskiyi bozarak yenisini yapma ve bu şekilde yaptığını kendine mal etme merakı ve tabii ki sağlanan muhtelif rant, bir de üstüne gelen küresel salgınla nostaljinin zaman aralığı daraldı: Sadece altı ay önceki, sokaklarda özgürce gezip dolaştığımız halimizi bile özleyebiliyoruz ya da yaşamımız boyunca demirbaş bildiklerimiz o kadar çabuk değişebiliyor ki, hıphızlı bir nostalji sarmalayabiliyor bizi; şaşkına dönüyor, anla ilişkimizi yitiriveriyoruz. Aramaya da, tıpkı neskafe gibi, pişirmeye de gerek yok, sanki nostalji “hazırolda” durmuş hep bizi bekliyor!
Bunlardan biri koruma kisvesi altında oluşturulan bir hilkat garibesi: Silifke’ye yakın, içinde 6. yüzyıldan kalma bir kilise kalıntısı bulunan, Cennet Cehennem diye bilinen mağaraların[2] son hali. Çocukluğum oralarda geçtiği için, her yaz her şeyin yerli yerinde durup durmadığına bakmaya gittiğim yerdir oralar. Bunu bir oyunmuşçasına yaparım, her gittiğimde aynı şeyleri, o M.S. 500’den kalma kiliseyi, bir bayırdan aşağı o kiliseye inmek için kullanılan yer yer aşınmış merdivenleri, genellikle yazın gidildiği için, sıcakta dökülen terleri ve çok arzu edilen bir yere türlü zorluklarla ulaştığınızda duyduğunuz o tarifsiz gururu bulurum. Tabii ki en çok çocukluk anılarımın yerli yerinde durduğunu öğrenmektir beni mutlu eden.
İçine girdikçe serinleyen mağara, mağarayla obruğun sınırına kurulmuş kilise, kilisenin altından akan yeraltı nehri, hepsi orada beni bekler; onlara ve oradaki anılarıma her gittiğimde kavuşmanın ritüeli de: Aşağı inerken yoldaki keçi boynuzlarından birkaç tane koparılır, yanımıza keşke su alsaydık diyen etraftaki acemilere gülünür, kilisede soluklanılır. Sonra uzunca maceralı bir yol daha bekler, loş mağaranın neminden kayganlaşmış çamurlu yollardan aşağı dikkatlice yürüyüp yeraltı nehrinin şırıltısı duyana dek ilerlersiniz. O sizin ödülünüzdür. Mevsime göre suya dokunulur ya da dokunulmaz, kimi zaman saklar nehir kendini göstermez; sonra yine aynı rotadan yorula dinlene yukarı çıkılır. Babam lisedeyken de çıktığına göre, en az altmış yıldır bu güzel yer böylece tavaf edilir.
Cennet’in hemen yanı başında derince, içinde türlü makinin yaşadığı biraz korkutucu derinlikte bir çukur daha vardır: Cehennem. Oraya inilmez, kenarındaki parmaklıklardan aşağı bakılır, eğer çocuksanız, sahi cehennem böyle bir yer midir acaba diyerek nice hayal kurulur–du, bu yıla kadar.
Bunun haberi sosyal medyayı sallamış, beni de çok üzmüştü ama gözle görmek apayrı. Öncesi ve sonrasını bilen birinden dinleyin: Bir doğa ve tarih harikası olan Cennet’e koskocaman bir çelik konstrüksiyon asansör yapılmış. Yalnız bildiğimiz asansör genişliğinde değil, iki misli, sanırsınız önünde sıralar boyu turist biriken Eyfel’e çıkacaksınız! Fazladan geniş, çünkü yan tarafına ne akla hizmetse bir de merdiven yapılmış, asansör bozulursa, doğaya bulaşmayıp kestirmeden aşağı inmek isteyenler için! İlk duyulduğunda gelen tepkiler üzerine asansörün yanına “65 Yaş Üstü İçindir” yazılmış. Ama bakmayın o elle alelacele yazılıp köşelerinden seloteyple asansörün kenarına yapıştırılmış kâğıtta son zamanların en popüler yaşı, 65 yaş üstü denilmesine, bunu hiç kimsenin taktığı yok. Asansörün görevlisi de var, tıpkı Eyfel’inki gibi, asansör onun belirlediği kadar dolduğunda yaşınıza bakmadan yukarı çıkarıyor sizi. 65 yaş üstü falan uydurma, o asansörü herkes kullanıyor, çocuklar, gençler; üç beş kişi gelince hemen hareket, kim geri çıkacak ki onca yoldan yukarı, kültür, tarih aşkı bir yere kadar. Bakanlık tarafından yapılan açıklamadaki asansörün engelli vatandaşlarımız için de yapıldığı belirtilmişti. Bundan hiç söz edilmiyor artık, çünkü ajitasyonu bile biraz temellendirilmek gerek. Orayı kendi gözüyle gören herkes şunu da bilir zira: Asansör olsa dahi, yürüme engelli bir kişi ne kiliseye ne de mağaraya inebilir. O asansörden on metre uzağa dahi gidemez.
Ören yerinin girişine, kimsenin almayacağından neredeyse emin olduğunuz kitschlikteki hatıralık eşyalar satan, ülkenin her yerinde bulabileceğiniz bir Museum Shop ve kafeli devasa bir tesis kondurulmuş. Tesisin gişesinde bilet satılıyor. Giriş yerine bir de görevli konulmuş, herkes biletini, kartını doğru sokabiliyor mu diye kontrol ediyor. Şimdi o görevli, malum salgın var, ateşinizi de ölçüyor, çok kullanılmaktan lastiği gevşemiş maskesi burnundan aşağı çoktan düşmüş, ne gam, size “İnerken asansör yasak ama çıkarken asansörü kullanabilirsiniz, toplam bir buçuk saat sürüyor,” diyor. O asansör ki, her şeyin müsebbibi, zihnisinir projenin çıkış noktası. Tüm bunların amacı da belirtilmeyen bir zaman ve sayıda orada vefat edenler. Cennete kurtarma ekipleri inmezmiş, ambülans zaten giremezmiş, bu yüzden asansör konulması şartmış. Sanırsınız ki, şu ülkenin en popüler ören yerindesiniz, şu kimbilir kaç milyona yapılmış tesis sayesinde binlerce kişiyi kurtaracaksınız. Hiç finans ve muhasebe okumamış gibi yapalım, Cehennem’e geçelim. Oraya da bölgenin yeni doğasına uygun bir şekilde altı cam, çok modern, dam başında saksağan bir platform yapılmış, güzelim obruk metallerin altına gizlenmiş. Bu metal ucubenin hangi hayatı kurtardığı belirtilmemiş.
Tüm bunlara izin veren tarihî eserleri korumadan sorumlu müdürlüklerden biri güya nice toplantılar gerçekleştirmiş, şeffaf bir proje yürütülmüş, her şeyi usulünce yapmak, oraya en uygun çözümü bulabilmek gayesiyle çok çalışılmış. Ortaya çıkanlarla kültür korunmuş, oraya inip çıkamayanlara (çünkü asansör sadece çıkmak için, defalarca inmek yasak diye uyarıldık) kolaylık sağlanmış. Nedense bu denli pahalı tesisleri yapmak yerine, her yıl tekrar edebileceği öngörülen şu talihsiz ölümleri engellemeyi oradaki görevlilere devretmek akıllarına gelmemiş. Bazı rahatsızlıklara sahip kişilerin inmesi tehlikeli olabilir gibisinden bir tabela asmak hele hiç gelmemiş; 1.500 yıldır orada duran güzelim çukurun başına, o grotesklikteki tesislerin inşası ve doğayı mahveden o devasa asansörü yapmak akla gelmiş ama. Arıyorsanız hikâye bol: İyisi mi dünyadaki başarılı restorasyon ve doğalı koruyarak tesisleşme örneklerini görmemiş gibi yapalım, kimlere sorulmuş, kimlere danışılmış, merak etmeyelim. Eğer biri ölürse, bundan siz sorumlusunuz, bu kadar bencil olmamalısınız, orayı herkes görmeli gibisinden lafları da hiç duymamış gibi yapalım.
Ülkemizin bu tür kurulları hiç olmadığı kadar bizleri düşünüyor, ne güzel! Biz de nankörlük edip beğenmiyoruz. Nükleer santral yapılan Akkuyu birkaç kilometre ilerisinde, Hasankeyf de arabaya atlasanız birkaç saatlik yolunuzda. Unutmadan, yeraltı nehri vardı ya, onun da yatağı mı değiştirilmiş, yoksa bir yerinden kuyu mu açılmış, keşke mimar olsam da söylesem. Ama nehir herkesin gönlünce ayağını sokacağı kıvama getirilmiş, neyse ki baraj yapılmamış!
Sosyal medyada, “bırak burası doğal kalsın” diye mesaj paylaşılmayan gün geçmez, şu tesisizeyşın merakı hiç bitmez. Her şeyin suyu çıkarılacak, her ören yerine tesis kurulacak, doğayla uyumu düşünülmeyecek, herhangi bir estetik kaygı güdülmeyecek! Hani çok istediniz, bir asansörü illaki kurmak gerek diye düşündünüz, onu binlerce yıldır orada dimdik durmuş kilisenin yanı başına inşa etmeseniz olmaz değil mi, ya da biraz daha küçük, biraz daha estetik yapsanız? Peki, cehennemi niye öyle bırakmadınız? Oraya zaten inilmezdi. Tesis yapılacak ki, bilet parası fazlalaşacak, rant değeri artacak. Sonra da size bu kadar yatırım yapıyoruz, bunun karşılığını vermelisiniz denilecek.
O yıllardır inip çıkılan bayırında yetişen makilerin üstü taş düşmesin diye telden perdelerle kaplanmış. İnerken Akdeniz’in güzel kokulu bodur makilerini değil, telleri görüyorsunuz. Antik yolun, yer yer kendini gösteren basamakların restorasyonu da en az kilise kadar başarılı: Yepyeni basamaklar, o her yerde görülen, alaşımı nereden bulunduğu bilinmeyen sarımsı alçıyla sıvanmış, kenarları parmaklıklarla donanmış, yolun kenarına da şu tabela koymak ihmal edilmemiş: “Trabzanlara çıkılması, sarkılması vb hareketler yasaktır. Ortaya çıkabilecek can ve mal güvenliğinden vb. herhangi bir olumsuzluktan müdürlüğümüz sorumlu değildir.” Trabzan yoktu eskiden, çıkmıyor ve sarkmıyorduk. O antik yoldan, minik bir çocukken bile kendi başımıza özgürce inip çıkıyorduk ama.
Bulabildiğiniz tek doğal kalmış taşa dayanıp şunu düşünüyorsunuz: Artık korumasınlar kimseyi, doğayı, tarihî eserleri ve tüm o kapsayıcı “vb.”leri.
Tüm bunları John Urry’nin turist bakışıyla değerlendirmek mümkün, doksanlar itibarıyla patlayan turizm piyasası ve bunun nemasını toplamaya çalışan devletleri anabiliriz. Bu yetmedi, Michel Foucault’ya uzanabiliriz, biyoiktidara, türlü koruma bahaneleriyle üzerimizde tahakküm kurmaya çalışan sisteme... Ancak meseleyi bu sefer bu kertede derinleştirmeye gerek yok! Bir şeyleri ya da birilerini korumak için doğa ve tarih mahvedilmiş yine. Zevksizliğin ve çirkinlik yaratmadaki becerinin haddi hududu ve bunların geri dönüşü de yok!
Artık gerçekten her şey gibi nostaljinin de ömrü kısaldı, hızlı tüketilen her ürün gibi kullanılıp atılan kıvama geldi, çarçabuk orada, hazır bekliyor: Gün geçmiyor ki, çok kısa zaman önce elimizde olan bir şeyi özlemeyelim ve şu sözleri tekrar söylemeyelim: Bu kadar çabuk değişmesin her şey, dünün nostaljisi biraz daha beklesin!
[1] Şu iki nostalji karşıtlığı yazıdan sonra kaderde bir de nostaljiye nostalji yazısı yazmak varmış: “Nostaljiye Vefa Daha Ne Kadar?”, Birikim Güncel, 28 Mayıs, 2017; https://www.birikimdergisi.com/guncel/8340/nostaljiye-vefa-daha-ne-kadar ve “Neşeli Günler” https://www.birikimdergisi.com/guncel/8686/neseli-gunler-1978-2018, Birikim Güncel, 12 Ocak 2018.
[2] Çökelti olarak da adlandırılıyor, obruk da.