Neşenin Nostaljiyle İmtihanı

Nostalji sonsuz sayıda çoğalabilir, her kültüre, her nabza şerbet verebilir, zamanı ters döndürüp anılarla hiçbir kurala uymaksızın oynayabilir.[1] Bu meziyetleri nostaljiyi siyasetten sanata türlü işlerin aleti haline getirmekle kalmadı, onu dijital kanalların da en çok yatırım yaptığı konulardan biri yaptı. [2] Sosyal medya nostaljinin cazibesini çoktan keşfetmişti. Neticede türlü etkilerle pompalanan nostaljinin bizdeki son altı-yedi yıla denk düşen hali tarihi açısından bir zafer niteliğinde. Bugün nostalji sadece geçmişle eşanlamlı hale gelmekle kalmadı, geleceğe bakmakta zorlanan toplumu ondan başka bir tutkalın tutamayacağına ikna etmek için çeşitli vesileler yarattı.

Tam türlü hallerini çözmeye başladık derken, nostalji en beklenmedik hareketini yaptı; ezelden beri melankoliyi de yanı başında taşıdığını unutturarak mizaha el attı. Cem Yılmaz’ın, Erşan Kuneri’yle seksenlere ışınlanmak istemesini tam hazmetmişken, bu sefer Gülse Birsel’in nostaljik süslerden medet uman Yılbaşı Gecesi’ni yine bir dijital kanaldan izledik. Şu ya da bu şekilde geçmişle dans edince melankoliden kaçılmaz, bunu tekrar öğrendik. Üstüne üstlük yepyeni birkaç nostaljimiz daha tetiklendi. Neticede, oturup tekrar bir nostalji yazısı yazdık.

***

Okumayı eve her hafta alınan Gırgır ve Fırt sayesinde çözenlerdenim ben de. Mizah birçok kişi gibi benim de hep hayatımda oldu. Bir espriyi anlayabilmek matematik problemi çözmek kadar değerliydi. Çoğu için bilgi gerekirdi. Uzun süre esamisi okunmayan kadın mizahının gelişimini, çocukken o hafta Gırgır’da neler çizeceğini heyecanla beklediğim Özden Öğrük, Ramize Erer, Gülay Batur ve daha birçok değerli kadın mizahçıyla izledim. Gırgır’a yeni bir kadın karikatürist geldiğinde sanki benim haneme artı yazılırdı, gurur duyardım. Cem Yılmaz’ı ilk karikatürlerinden anımsadığım LeMan’da, Hıbır’da, diğer birkaç dergide kadın mizahçıların artışını, beni güldürmelerini biraz da imrenerek hep takip ettim. En çok güldüğüm, defalarca okuduğum birçok eser Aziz Nesin ve Giovanni Guereschi gibi hep erkek yazarlar tarafından yazıldığından, kadınların mizah yapabilmesi, gülünç bir metin ortaya çıkarmaları benim için fazladan büyüleyiciydi. Doksanlar itibarıyla kadın mizahçıların sayıları giderek artmasına sevindim, kitaplarını, dergilerini kaçırmadım; çocukluk alışkanlıkları kolay kırılmaz. İki binlerin başında ismini duymaya başladığımız Gülse Birsel’i de bu geleneğin bir uzantısı olarak gördüm.

Mizahın dallanıp budaklanması şu sıralar çok popüler olan, partileri düzenlenen, romanları yazılan, hatta sergisi bile açılan “performatif”[3] doksanlı yıllarda gerçekten ilginçti. Küreselleşme rüzgârını ardına almış ülkede, sadece ithal ürünler yarışmıyor, müzikten başlayarak birçok yaratıcı iş de çıkıyordu. Mizah geleneğinin oldukça güçlü olduğu bir ülkede olduğumuzu, Gırgır’dan yetişenler seksenlerin ortasından itibaren oradan ayrılarak oldukça özgün dergiler kurduğunda, özgürlüğün verdiği ivmeyle de olacak, yepyeni ve değişik karikatürler yayımladıklarında anlamaya başlamıştık. Sonra mizahını yenileyemeyen, yani artık bizi güldüremeyen Gırgır’ın düşüşe geçmesini biraz kalbimiz burkularak izledik –LeMan’ın kafe olduğunu görmek kadar sarsmamıştı gerçi– ama gülmek istiyorduk ve o yeni dergiler daha komik, daha düşündürücüydü. Mizahla gülüyorduk ama en çok düşünmeyi öğreniyorduk. Bugün bizi güldüremeyenlere gösterdiğimiz toleransın çok daha azını Oğuz Aral’a göstermek bir yana, onunla ihtilafa düşüp Gırgır’ı terk eden öğrencilerini, belki de otoriteden yaka silktiğimizden, anlıyor gibiydik. Sayesinde okuma dahil birçok şey öğrendiğimiz, espri yapabildiğimiz, birlikte darbe artığı yıllara göğüs gerdiğimiz Gırgır’a vefalı olacak bir biz mi kalmıştık? Piyasa ekonomisi hızlandıkça yenilikler alıp başını gidiyor, her şeyde olduğu gibi mizah da bundan geri kalmıyor, yeni espriler bizi kendilerine bağlıyordu.

O dönemleri yaşamayanlar için kısa bir not: Kadınların mizahta kendilerini göstermeye başlaması, seksenlerde, doksanlarda deneysel, iyi niyetli girişimler olarak kabul edilirdi. Mizahın hâlâ erkek egemenliğini devam ettirdiği iki binlerin başında, Gülse Birsel’in Avrupa Yakası gibi her bir kahramanını yıldız yaptığı, yeni bölümleri heyecanla beklenen, reytinglerin en tepesinde yer alan ve hep çok güldüren bir diziyi tek başına yazdığına uzun süre kimse inanmadı. Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz, ismi nedense kadın mizahçılar arasında sayılmayan Pakize Suda Hürriyet’te oldukça komik köşe yazılarını yazmaya başladığında aynı şey olmuştu. Yazılarını yakın arkadaşı olduğu bilinen, espritüel kişiliğiyle de meşhur Sezen Aksu’ya yazdırdığının söylendiğini de anımsıyorum. Mizahın oturtulduğu yer böylesine önemlidir bizim kültürümüzde. Öyle herkesin, hele kendini öncesinde o alanda ispat etmemiş birinin paradigmaları yıkıp bizleri güldürme cüretini göstermesi garipsenir. Güldürebilmeyi hak etmek lazımdır. Tüm bunlar misal, New York görmüş Serdar Turgut yazılarında ise hiç sorgulanmamıştır. Çok sonradan kadın stand-up’çılara şaşıranları, küfürbaz erkek sanatçılara laf etmeyenlerin onlara edep usul öğretmeye çalışanları da hayretle izledik.  

***

Mizah gibi zor bir işi becerdiği tescilli Gülse Birsel’in kendi belirlediği çıtasıyla yarışmasının zor olduğu kesin ama bizler sevdiğimiz bir sanatçının film ya da dizisi beklentimizin altında kaldığı takdirde bağışlamak için her türlü aracımızı hazır tutarız. Hele ki söz konusu olan Gülse Birsel olursa; projelerini, film, dizi senaryolarını ana akımda gerçekleştirme özgürlüğünü ilk kazanan ve bizi güldürme payesi verilmiş ender kadın mizahçılarımızdan oluşu, gülmediğimiz her sahnenin hep mizah panzehri olmuştur. Zaten galiba kendimizi en çok bizi güldürenlere karşı vefalı hissederiz.

Küresel sermayeyle büyüyen, çoğu Netflix[4] gibi nostalji tüketimine dayalı bir iş modeli kuran dijital kanallar, herkesin muhtelif nedenlerle, en son pandemi ve iktidar yüzünden daha beter eve tıkıldığı bir dönemde, film ve dizi yapımcılığını muhakkak ki kolaylaştıran olanaklar, en önemlisi bütçe sağladı. Böylelikle, Gülse Birsel’in Disney+’ta yayınlanan son filmi Yılbaşı Gecesi’ni evde kök salmış rahatımızı bozmadan hemencecik izleyiverdik, hem de vizyona girdiği anda.

Komedi filmlerinden sonra şu soru mutlaka sorulur: “Nasıldı? Güldün mü?” Sadece gülmek için bir filmi izlemek değişik bir şartlı refleks deneyi olsa gerek. Doğrusu, Yılbaşı Gecesi’nde, tıpkı Erşan Kuneri’de olduğu gibi, pek gülemedim ama hazin olan bu değildi. İlla bir Türkiye mozaiği yaratma peşinde, Avrupa Yakası’ndan beri birbirine benzeyen tiplemelerine bu kadar sadık kalmasını, hatta sürekli tekrara düşmesini, birçok yerli filmde/dizide gözlemlediğimiz, her biri iyi birer oyuncu olan kastının yeteneğine çok abanarak senaryoyu, kurguyu unutma tercihini görmezden gelmeye çalıştım. Filmin çoğu yerinde hesap sormadan edemeyip, olsa olsa “yönetmenin kusurudur” dediğim sahnelerdeki geciken eşleşmeler, buradan köye yol olacak tutarsızlıklar, dizi çekiyormuşçasına değişen planlarda yakalanamayan ritimlere eklendi ve iki saatle uzatmaları oynayan film önceki projeleri kadar güldürmedi.

Ülkenin hali malum, yaratıcı iş az yapıldığı için olumsuz eleştiriyi daha az dile getirmeye çalışıyoruz. Özellikle Gülse Birsel gibi yaratıcılığına hayran olduğumuz birine zaten söz gelmesin isteriz – ucu bize de dokunur; eleştirirsek üzeriz, mizah üretmesini etkilemiş oluruz belki... Sonuçta gelecekte az gülecek olmayı hangimiz isteriz? Peki, o gülemediğimiz komedinin yaratıcısı eğer kendinden çok memnunsa ve yaşanan felaketlerden sonra neşemizi bulmamız gerektiğini, bunun için defalarca izlenecek bir film yaptığını iddia ediyorsa? Özetle, bizi bundan sonra eskisi gibi/kadar güldürmeyeceğini söylüyorsa? O zaman itiraz hakkımızı kullanmamızda bir sakınca olmamalı belki.

Yılbaşı Gecesi’ni izlememin ardından, her ne kadar önce şöhret olsa da, tıpkı Gülse Birsel gibi yetmişlerde doğan, seksenlerde, doksanlarda büyüyen Cem Yılmaz’ın yine gülemediğim Erşan Kuneri dizisi nedense kafamda birleşti. Nostaljinin dijital kanalların bütçesini cömertçe harcadığı konulardan olmasını bir kenara bırakalım. Yılbaşı Gecesi ve Erşan Kuneri’de her iki sanatçının da, yaşları itibarıyla seksenlerde, doksanlarda oluşan esprilerinden ve anlatı tarzlarından kopamamalarını izlemiştik. Sonra da tanıtımlar boyunca, eleştirilere karşın bize yaptıkları işten ne kadar memnun olduklarını, ne kadar içlerine sindiğini anlatıp bizi kendi espri ya da sanat anlayışımızdan kuşkuya düşürecek kadar kendilerinden emin olmalarını…

Cem Yılmaz, Erşan Kuneri’de bizi seksenlerde yaşatmak istemişti. Sevilen tanımıyla “dönem” eseri verdiğinizde, illaki nostaljinin ekmeğine bal sürersiniz. Tıpkı eleştiri yazısı yazsanız bile sosyal medyaya “içerik” üretmiş addedileceğiniz için filmin tanıtımına yardım edeceğinizin umulması gibi ilginç –çağın bir parçası– tekrar üretimler bunlar. Neticede yaşları yetmeyen, nostaljinin yükselişinden nemalanmak isteyen sosyal medya içerik üreticileri, kitap okuyup Ahu Tuğba filmi izlemek yerine, Erşan Kuneri sayesinde seksenleri “öğrenmiş” oldular. Bu sayede, var olan nostaljik anlatılarını zenginleştirdiler, tabii ki geçmişi sil baştan tahrif de ettiler. “Ah, ne güzeldi o doksanlar!” videolarına yetmişler, seksenler, doksanlar kol kola eklendi, hepsi bizlere birebir yaşadığımız yılları bile unutturacak kadar ikna edici oldu: Seksenlerden aslan yelesi saçlar, vatkalara karışıp kaset döndürerek, bilgisayar, CD, ve cep telefonu kullandığımız doksanları daktiloyla resmederek nostalji kakofonisi partisi vermeye başlandı, fonda Şenay’ın yetmişlerde, yani yirmi yıl önce hit olmuş bir şarkısını söyleyerek: Hayat bayram olsa!

Nostalji geriye baktırınca kronolojiyi böyle yok sayar, dilediği dönemin dilediği duygusuna, nesnesine ve hatta öznesine sahip çıkar. Zamanla, dönemle, tarihle oynayarak kurgulanmış bir karakteri ya da filmi, örneğin yine bu piksellerde tartıştığımız gibi Adile Naşitli, Münir Özkullu Neşeli Günler filmini millî umut simgesi bile yaptığı da vakidir.[5]

Nostalji Yılbaşı Gecesi’ndeyse popüler doksanları farklı bir yerden hedeflemişti. Filmde Gülse Birsel’in eski senaryolarına, mizahına ve şu muğlak eski ve güzel Türkiye’mize göndermeleri, özetle sıklıkla zamanın ruhunu bize anlatması sekmemişti ama bu kez üstüne kendisinin de ifade ettiği gibi kişisel nostaljisi de eklenmişti.[6] Senaryo her ne kadar günceli yakalamayı amaçlasa da, konuya bir yıl gecikmeyle girdiği için çoktan yürürlükten kalkmış pandemi esprileriyle, bir filmden ziyade ağır aksak ilerlemek zorundaki yerli dizi ritminde bir başlangıç yapıp kalbimizi en baştan kırdı. Psikolojideki olumsuz pekiştirmeye[7] benzeyen, bizi güldürmek yerine üzen beter olaylar ve serpiştirilmiş nostalji süsleri film boyunca tükenmek bilmedi.

Filmin promosyonu için katıldığı söyleşilerden birinde mezunu olduğu Boğaziçi Üniversitesi’nde olup bitenler sorulduğunda, komedi filmi tanıtımında böylesi ciddi ve üzücü bir konuyu gündeme getirmenin yeri olmadığını bilerek soruyu geçiştiren[8] Gülse Birsel, bu kadar olumsuzluk kullanmanın partinin neşesini kaçıracağını, ayrıca nostaljinin çıkıp çıkacağı nihai ve çıkmaz sokak olan melankolinin tehlikelerini fark etmiyor olamazdı. “Yeraltı abi”siyle “diva”yı birbirine bağlayan “doksanlar” sahnesinin müsebbibi Fırtınalar[9] söylenirken, nicedir kimsenin diline böylesi dolanmış bir şarkının ortaya çıkamadığının hesap edemiyor da. Yaş itibarıyla yine aynı dönemin temsilcisi olan, ailesini villalı sitede yaşatacak ve o kadar yılbaşı süsüne para dökülmesini umursamayacak kadar para kazanan “üst gelir grubundan” aile babasının hıçkırarak ağlayacak kadar derdinin tasasının olabileceğinin mesajını vermenin yerinin bir komedi filmi olmadığını bilmiyor da. Mesajlar ve hazin sahneler orada kalsa iyiydi. (şimdi spoiler var, dikkat): Peki, sevgilisine tabi kadının aşağılanmayı sürekli hazmetmek zorunda kalarak üzülmesini ya da başörtülü bir kadının başını “kazara” açan adamın laik, muhafazakâr, fark etmez kimseye pek komik gelmeyeceğini beklemiyor muydu? Bu kadar olumsuzluğun ya da güya tabu kırmanın yerinin komedi filminin yürek hoplatacak kadar üzücü bir sahnesi olamayacağını hele?

Neticede “üst gelir”li, askerliğini gerilla olarak yapmış, “kırmızı ışıkta geçmeyen”[10] aile babasının etik diskuruyla memlekete bir ders verme arzusu, güldürme sözüyle karşısına oturtan filmi çoğumuza besbeter bir hüzünle bitirtti. Yayınlandığı kanalın izleyicileri olduğunu tahmin ettiği, ülkede pek sesi sedası çıkmayan, iyi eğitimli, çalışkanlığı gözlük takmasından belli erkeklerin ve nedense tüketim budalası şapşal karılarının, yani şu pazar araştırmacılarının ünlü, her ekonomik krizde çıtasını aşağı indirdiği AB grubunun bir kısmının, o sahneyi izlediğinde kendi varlıklarının vurgulanmasına sevineceğini, hallerine yine tercüman olduğu için alkışlanacağını beklemişti anlaşılan. Hele en sonunda o terbiyeli AB erkeğe okkalı küfürler ettirmesi? Komediyi melankoliyle karıştırıp, sonra da didaktizmle hiddetle sarsması? Gözlüklü efendi halimize aldanmayın, küfretmesini, yamuk yapmasını biz de iyi biliriz, dedirtmesi...

Zengin dijital kanalların hızına uyum sağlayıp bütçelerine acımayarak, muhtemelen biraz da pandemi esprileri daha fazla eskimesin diye hızlıca çıkan komedi filmi –tıpkı Erşan Kuneri’de olduğu gibi– hızlı tüketimin akıbetine uğramış, bizim yerlere göklere koyamadığımız Gülse Birsel mizahına etmediğini bırakmamış. Bu işten maalesef en zararlı da biz çıkmışız.

***

Belki de bizi bir zamanlar çok güldürmüş mizahçıların şu durumu, nostaljinin üstümüze yapışıp kaldığı, neşesi iyice kaçmış ve umudunu iyice yitirmiş ülkede artık kaçılacak bir yer bulunamadığının, sıkışmışlığın bir göstergesidir. Şu âna kadar neşe için hep can simidimiz olan, umut vermesini beklediğimiz sanatçıların geçmişe saplanması, sürat çağına uyarak popüler kalma beklentisi ve küresel sermayeyi de yanlarına alarak yeni bir anlatı geliştirmeye zaman ayırmaması, farklı sokaklardan girseler de nostaljiye yarıyor. Oğuz Aral’a pek de reva görülmeyen vefanın başka mizahçılara gösterilmesi belki umudu bile umut ettiğimiz şu zamanların ruhudur, tıpkı nostaljiye bu denli umut bağlanıp, çabucak karaya çıkalım diyerek yanlış zemine demir atma telaşı gibi.

O zaman modaya uyalım, didaktik bitirelim. Her ne olursa olsun, işimiz nostaljiye kaldıkça gelecek bulanıyor. Bu tutkal bizi sanıldığı kadar iyi tutmuyor. Tartışmaya ne hacet: Nostalji en çok neşeye uymuyor.


[1] Taçlı Yazıcıoğlu (2017), “Nostaljiye Vefa Daha Nereye Kadar?”, Birikim Güncel, https://birikimdergisi.com/guncel/8340/nostaljiye-vefa-daha-ne-kadar

[2] Kathryb Pallister (der.) (2019), Netflix Nostalgia: Streaming the Past on Demand (Remakes, Reboots, and Adaptations), Lexington Books. 

[3] Salt Beyoğlu ve Galata, “Sahnede 90’lar sergisi”, https://saltonline.org/tr/2455/sergi-sahnede-90lar

[4] A.g.m.

[5] Taçlı Yazıcıoğlu (2018), “Neşeli Günler (1978-2018)”, Birikim Güncel, https://birikimdergisi.com/guncel/8686/neseli-gunler-1978-2018

[6] Gülse Birsel’in, Binnaz Saktaber’le 30 Aralık-5 Ocak tarihli Gazete Oksijen söyleşisi, “Zor zamanlarda insanlara deva oluyor komedi. Avrupa Yakası, özellikle pembe, şeker kaplamalı bir dizi. Bir de insanlar o dönemdeki hayatı da özlüyor. Ülkenin daha ümitli olduğu, her şeyi bu kadar siyasetle ilişkilendirmediği, daha neşeli yıllardı.”

[7] Negative reinforcement, İng.

[8] Gülse Birsel’in Fatih Altaylı’yla söyleşisi, https://www.youtube.com/watch?v=jxIv4Y9hZwI&ab_channel=BloombergHT

[9] Bu yazı sayesinde yıllar sonra, dillerden düşmeyen “Fırtınalar” şarkısının söz yazarlarından birinin ve bestecisinin Serdar Ortaç olduğunu öğrendim.

[10] Gülse Birsel’in, Binnaz Saktaber’le 30 Aralık-5 Ocak tarihli Gazete Oksijen söyleşisinden naklen.