Unutmamaya Adanan, Kiraz Ağacı

… Not defterinin, isimlerin yazılı olduğu diğer bölümlerine geldi hızla.

Mesut, Deniz, Füsun, Serhat, Ali.

Bir bütün oluşturmaya çalışmıştı (s. 256).

Kiraz Ağacı[1], unutma ile hatırlama çatısı altında örülmüş özgürlüğe, insanca yaşama adanmış bir kadının hikâyesi… Bu ülkede sıkça yaşanıp da görünmeyen, görmezden gelen bedel ödeyen insanların hikâyesi… Hem erkin kendi dayattığı korkuyu insan bedeni üzerinde besleyip büyütmesi ve bunu bir devlet yönetimi sistematiği haline getirerek varlığını sürdürmesi, hem de bu zora karşı çıkmak için yola çıkanların yine aynı bedenler üzerinde itirazlarını sürdürmesinin hikâyesi… Hivda’nın hikayesi… Hivda’nın geçmişini hatırlaması için not defterinde yazdığı ve bir bütün oluşturduğu Mesut, Deniz, Füsun, Serhat, Ali’yle bir hikâye… Dünden gelip de sanki yarına akacak olan, hep bu ülkede var olan, yaşanan toplumsal gerçekliğiyle, onun karşısına insanın kendi muhalefetin oluşturduğu, çelişkilerin suç ortaklığıyla oluşan bir bütünün romanı.

“Büyük epik, tarihsel anın dünyasına bağlı bir biçimdir. Ütopik olanı, zaman ve uzay içinde düzenlemeye yönelik her türlü girişim, biçime son verir; fakat gerçekliğin yaratıcısı olarak kalır. Fichte’nin deyişiyle, roman suçluluk çağının biçimidir; dünya bu takımyıldızların egemenliği altında bulunduğu sürece, egemen biçim olarak kalacaktır,” der Lukacs.[2] Sonra devam eder: “Geleneğin dünyası, gerçekte zamansızdır. Figürler değiş-tokuş edilir, ancak onların değişmesiyle biten bir olay da yoktur.” Gerçekte de bu ülkede ne yaşanmışsa ve yaşanıyorsa bu sorunsallığın baş çelişkisi, kırsaldan gelen insanların kentleşmeden nemalanmak bilincinin sürekliliğidir. Ait olduğu sınıfı inkâr eden, hatta kendisi için her şeyini feda eden insanları satacak kadar yozlaşan, ufacık bir parasal menfaati uğruna soysuzlaşan ve bilinçsizce siyasallaşan bir kitlenin bilincidir, bu. Kiraz Ağacı romanında Gökçer Tahincioğlu sözcelemesini kurarken yaşadığımız yaşam biçiminin geleneğe dönüştüğü bu ülkenin bilincini kitabın ta başında hatırlatarak bizi metinlerine hazırlıyor:

Ankara değişiyordu. Artık, neredeyse bir dönüm üzerine oturan bahçeli, bakımı ve ısınması zor evler demodeydi. Kentin içinde akan derelerin üzerine örten ve derelerle anılan semtlerin isimlerini tatlı bir anı olarak tarihe bırakan yönetimin işaretiyle inşaat furyası başlamıştı. Yahya gelişmeleri izliyor, inşaat yapacak kadar parası olmamasına hayıflanıyordu. Bağların, bahçelerin yerini, hızla musluğundan her daim sıcak su akan, sarı kalorifer petekli, geniş camlı, geniş balkonla apartmanlara bıraktığı o dönemde fırsatları kaçırdığı endişesine kapılsa da işlerini artık daha kolay yürüteceğini hemen anladı (s. 28).

Tahincioğlu bunu yaparken aşırı bir söyleme başvurmayan, hiçbir endişeye kapılmayan diliyle ve disiplinli bir teknik kullanarak oluşturduğu anlatımla okuyucuya kendi düşüncelerini üretebilmesini serbestliğini sağlıyor. Bunda da çok dikkat çekiyor. Romanın başkarakteri Hivda’nın -“Bütün bu alevin, ateşin, cehennemin içerisinde ne kimsenin sevda şiirleri dinleyecek hali vardı ne de Hivda’nın bunu anlatabilecek cesareti. Anlamazlardı. Anlaşılmayacağını anladığında kendiyle konuşmaya başlayan her insan gibi Hivda da susmayı tercih etti. Deniz gizli kalmalıydı. Anlatmadıkları da… (s. 70)”- susma seçimi bile yapıtın başından sonuna kadar anlatmaya çalıştığı ana hikâyenin gerçeklikle ilişkisini kanıtlamaya ve bitmeyen bir olayda her zaman var olan kişileri net tanımlamaya yetiyor. Metinler arasında ilişkiler, hayatın şimdiye kadar hep alışagelmiş kurgusu gibi bir izleğin habercisi gibi görünse de aslında hiç de öyle olmadığını okurun sorgulamasına gerek kalmadan kolayca anlaşılıyor. Bir Kiraz Ağacı’nın gölgesinde anlatılan şey, bu ülkede dün de yazılandı, bugün de. Yarın da çokça anlatılacak. İnsanca yaşam biçimini tercih eden ve bunun için mücadele eden insanların bilinçli ve direnen tavrını yine insana dair sıcak betimlemelerle günümüz romanının sorunsal estetiğini aşarak vurgulayabilmek o kadar da kolay değil. Gökçer, bunu “Şimdi mi durmasını söylüyordu. Böylesine paramparça ettikten sonra… Şimdi mi? Kalbinin içe doğru erimeye başladığını hissetti. Sadece hayal kırıklığını tanıyanların bildiği bir çukurdu, tanıdı Hivda. Doğruyu söylediğinde neyle karşılaşmayı beklediğini düşündü. İnsanların neden yalanlarla yaşamaya alıştığını. Uykularını bölen suçluluk duygusunu… Artık soru işaretinin de bir yanıtı vardı (s. 83)” gibi net bir anlatımla ve slogan atmadan, hesapsız kitapsız bir şekilde başarıyor. Sessiz edebiyatın güçlü ve başarılı bir örneğini sergiliyor.

Otokrat ülkelerde insanın yeni bir toplum inşasına dair isteği ve arzusu hep vahşetlerle karşılık bulmuştur. Bu süreç insanın acı çekişlerinin tarihidir, bir anlamda. Gökçer Tahincioğlu’nun Kiraz Ağacı adlı romanı da işte bu tarihe, kimsenin açmaya cesaret edemediği pencereden bakıyor. Bu pencereden bakmak, aynı zamanda dillendirilmeyen ve hatta görmezden gelinen aydınların yerleştikleri korku tünelindeki süreç ile bu tünelde kendilerine sunulan konformizme nasıl da sarıldıklarını ve tünelin çıkışını aramaktan vazgeçtiklerini anlamak biraz da… Gökçer Tahincioğlu, yaptığı anlatımla, yakamızdan tutuyor ve silkeliyor.

Hivda, camdan, artık ne olduğunu hiç umursamayan insanların kayıtsızlığında, ama ne olacaksa hepsine hazır bakıyordu. Deniz coşkulu ama sakin, ince dalgalarla kabarıp iniyordu. Üzerindeki martılar, eskimiş vapurların peşinde. Korna sesleri, simitçi tezgâhları, ayakkabı boyacıları, elleri poşetli kadınlar, kendisinden habersiz kaç milyon insan. Yaşadıklarından, orada bedenine yapılanlardan habersiz kaç milyon kadın, erkek, çocuk. Gözleri dolu Hivda’nın. Kaç milyonluk kent, kendisinden habersiz yaşıyordu. Üstelik bahar gelmişti (s. 120).

Kitap tümüyle, bazen darbelerle açık bir şekilde, bazen de demokrasi maskesi takmış sivil bir yönetimle ama gerçekte hep otokrasiyle yönetilen ülkede hangi tür insanların yaşadığını ve yaşayacağını gözler önüne seriyor.

Kiraz Ağacı, dünden bu yana devam eden ve âdeta sistematik bir hal alan baskının, yolsuzluğun, şark kurnazı kesimin, gemisini yürüten kaptan zihniyetin hâkim olduğu ülkede yaşanılanları unutmanın değil, unutamadıklarımızın ve unutturulmanın çelişkisini aktarıyor:

O esnada Deniz, emniyetin kapısından bırakıldığında yürümeyi, konuşmayı unutmuş gibiydi. … Aşağılanmıştı. Polislerin bakışlarını düşündü, Hivda’nın İstanbul’da sorguda olduğunu söyleyen polisin sesindeki memnuniyeti. Yürüdü. Ne kadar yürüdüğünü bilmeden, su toplayan tabanlarına, her zerresi ağrıyan iskeletine rağmen yürüdü, ağlayamadı, açılamadı. Ne yapacaktı, kim olacaktı, kimin yüzüne nasıl bakacaktı, bilmiyordu. Unutmak, her şeyi unutmak istedi. Unutma fikrini bile unutamadı (s. 120-121).

Romanın asıl kurgusal gerilimi şu cümlelerle başlıyor: “‘Korsakoff,’ dedi odaya giren doktor, yanındaki asistanlarına. ‘Özellikle Türkiye’de görülüyor. Dünyada pek az yaşanan bir sendrom aslında… Bizim ülke pilot oldu iyice bu konuda.’ Hivda, korkarak ve anlamsızca bakıyordu. Söylenenleri anlamıyordu” (s. 167). Romanda verilmek istenen, siyasi iktidarın asıl amacının o acımasız ve vurdumduymaz güçleriyle cezaevlerinde olmalarına karşın ele geçiremedikleri siyasi mahkûmların Korsakoff sendromlu olmalarını sağlamak değil. Şu cümlelerle belirtildiği gibi toplumsal hafızayı yok etmek: “Sadece Hivda değil, açlık grevini sürdüren onlarca mahkûm unutma hastalığına yakalanmıştı. Hiçbiri, zorla serum takıldığını söyleyecek durumda değildi. Kimi sadece hafızasını değil yürümeyi, konuşmayı da unutmuştu. Unutmak bütün hayatlarını dolduran bir hastalığa dönüşmüştü.” Üstelik bu cümlelerde okur da artık kaçamaz. Okur, asıl hedefin acının belleği hafıza olduğunu rahatlıkla anlamıştır ve yazar da anlaşıldığının farkına varmıştır. Siz sanıyor musunuz ki Gökçer Tahincioğlu, edebiyatın günümüzde de toplumsal sorunlara uzaktan bakamayacağını bilmiyor? Siz sanıyor musunuz Gökçer Tahincioğlu içine kapanık ve sadece edebiyatçılar için yazılmış bir tür roman yazmadığının farkında. Yoksa o da bilirdi, Korsakoff hastalığını evelemelerle gevelemelerle roman karakterlerinin üzerine sindirilmesini. Böylelikle metinlerini daha öznel ve dramatik bir kurguyla daha etkileyici olmasını sağlardı ama yok, pabuç bu kadar ucuz olmamalıydı. İktidar güçlü olabilir, her türlü ideolojik aygıtları yönetebilir de; yazar edebiyatta kendini birilerine beğendirme kaygılarından sıyrılmış yazar olunca, umudun da her zaman var olduğuna anlatmak için “Hafıza kaybı dışında Korsakoffluların yaşadığı diğer sağlık sorunlarından hiçbirisi yoktu artık. Bunu fırsata dönüştürmeli, hatırlamıyorsa da unuttuklarının ne olduğunu net biçimde öğrenmeliydi (s. 253)” cümlelerini kurardı.

Romanın iki ana karakterinin Korsakoff sendromunu, devletin onca baskısına rağmen birbirine duydukları sevgi sayesinde aşmaları -“Deniz, gözlerini ayırmadan baktığı Hivda’nın gözlerinde unuttuğu bir şarkıyı gördü. Bir film karesi olsa, tam bu sırada çalacak bir şarkıyı. Nasıl bilmiyorum ama ben hep seni düşündüm. Hatırlamadığım sevgilim seviyorum yeniden. Bir şey yok aklımda senden başka. Neye elimi atsam seni görüyor, seni düşünüyorum Hivda”- (s. 292) kitabın bir edebî yapıt olmasını da sağlıyor. Böylesine zor bir hikâyeyi, yani insanın kendisini yeniden keşfetmesini, diğer yandan politik kişiliğiyle ve kendisiyle hesaplaşmasını okura inandırmak o kadar kolay değil. Evet, okura bu durumu inandırmak zor. Zor da, asıl zor olan, yazarın Yeşilçam filmlerinde rastlanır melodram sahnelerindeki repliklerle ya da çoksatar kitaplarda yer alan süslü püslü ağdalı sözcüklerle değil, kendi yarattığı özgün dille okuyucuyu inandırması… Roland Barthes’ın “sanat anlatılamazı anlatan değil, tam tersine anlatılabiliri anlatandır” tanımını Kiraz Ağacı için de rahatlıkla kullanabiliriz. Ancak yine rahatlıkla diyebilirim ki, Kiraz Ağacı, genel sanat isterlerini karşılamıyor ve metinlerinin sanki estetik çözümlemeye aldırış etmeme gibi tavrı da var. Varsın olsun. Günümüzde kaç roman var ki böyle… Buna rağmen Gökçer Tahincioğlu, kendi ülkesinin yaşam dilinden sözü, doğru sözü çekip alarak hikâyesini anlatma başarısını gösteriyor. Bu başarı da kitabın okunmasını sağlayan özelliklerinden biri haline geliyor. Çünkü yapıt, toplumsal bir bellekte silinmeye ayrıştırılmış gerçekliği unutmama üzerinden yansır. İşin ilginci yansır ama okurdan da böyle bir talepte bulunmaz. Salt tek bir insan bile yaşamış olsa bu gerçeği, yapıtın her sayfasında okuru inandırmaya, ikna etmeye çabalayamazsınız. Bu yazarlık değildir. Yazar da bu açmaza düşmeden, öyle bir şey yazdım demek için değil de hayatın gerçeğine uygun bir biçimde betimlemeyi yapıyor, samimi biçimde bireyin belleğine sesleniyor. Unutma diyor, ne yaşarsan yaşa unutma diyor. Özce, sorgulayan, düşünen insanlar için tek bir güzel ânın yaşanmadığı bu ülkede Gökçer Tahincioğlu gibi bir yazar daha ne yapsın? Émile Zola’nın sonuna kadar yüksek sesle yaşamak için geldiği bu hayatta yazarak seslenmeyip de ne yapsın? Madem her şey unutmamak, unutulmamak ve hatırlamak adına…


[1] Gökçer Tahincioğlu, Kiraz Ağacı, İletişim Yayınları, 2020.

[2] Georg Lukács, Roman Kuramı, Say Yayınları, 1985.