Behçet Çelik ve Soluk(Suz) Bir An

Yazınsal eserlerin okunması bizi, yorum özgürlüğünde saygı ve sadakat egzersizine mecbur kılar, der Umberto Eco (s. 17). Bu yargıyı, Eco’cu mantıkla şöyle tamamlayalım; yazınsal eserlerin bize, pek çok okuma düzleminden bir söylem önermesi ve bizi hem dilin hem de hayatın çift anlamlılığıyla baş başa bırakması, yine de bizi, tümüyle özgür bir yorum alanına taşımadığı gibi, metnin niyetini doğru anlamaya icbar eden bir durumda bırakır. Bir okur veya eleştirmen olarak, bir eseri kaç türlü okuma ve anlamlandırma şansına sahibiz o halde? Derridacı semantiğin sonsuz/bitimsiz anlam oyununda buna, çok sayıda, diye cevap verebiliriz. Ancak Ecocu okumada yazınsal metinler bize, mutlak bir otorite (yazar) tarafından asla şüphe duymayacağımız şekilde ifade edileni tümüyle özgür bir yorumla ele alabileceğimiz konusunda elimizi hepten serbest bırakmaz. Bırakmaz ama yine de eserde icra edilen kurgusal olayların, dilin ve hayatın kendi düzlemlerinde farklı anlamsal uzamlara sahip olabildiklerini biliriz. Kimi eser öylesine kompakt, yoğun, hayatın gerçekliğine dair çok gönderimli anlamsal işaretler taşır ki ister istemez, kendini icra eden dilin sınırlarından dışarıya taşar. Kısacası her eser bu çoklu (açık) okumaya yeterince imkân vermese de bazıları, kurgularından dış dünyaya taşan güçlü anlamsal kodlarıyla buna izin verirler. Bu romanlardan biri de, Behçet Çelik’in kurgusaldan çok izlenimsel bir metotla yazılmış olan Soluk Bir An romanıdır. Roman bize onu hem dilin anlamlandırma sınırları dahilinde hem de oradan taşarak içine karıştığı gerçek (dış) hayatın anlamsal içeriğiyle birlikte yorumlanması için çok güçlü ve zengin olanaklar tanıyor. Çünkü eserde, hemen hemen her birimizin bir şekilde hissettiği, yaşadığı, içinden çıkamadığı duygu ve durumlar ölçüsü çok iyi ayarlanmış ve iyi işlenmiş bir samimiyet, doğallık ve gerçeklik içinde sunulur. Başkarakterdeki duygu yoğunluğunun, duygusal geçişlerin, kontrasın ve ilişkisel derinliğin son derece incelikli, ahenkli bir anlatımla ustaca sunumu, roman olaylarını bir kurgunun sınırlı alanından alarak gerçek hayatımızın izlenimlerinin içine taşıyor. Ayrıca bu duygu, roman kahramanının baştan sona kendine dönük özeleştirel ve ahlâkçı tarzı nedeniyle, okurları kendisiyle empati kurmaya, olayın gerilimlerini yüklenmeye ve dilin sınırlarından çıkarak kendilerine dönük eleştirel bir tutuma sevk etmesi yoluyla da güçlendirilir.

Behçet Çelik, olay örgüsel metninin konstrüksiyonunda olayların arasına, birçoğumuzun bilebileceği ve sevdiği ünlü şairlerden, yerli yerinde ve çok anlamlı dizeler yerleştirmiş. Ana temaya bir başka derinlik, zenginlik ve tat katan, metinden hiç ayrı düşmeyen, aksine olayların geriye doğru salınımında ve duygusal yoğunlaşmada işlevsel roller üstlenen dizeler bunlar. Ben de yazarın bu yazınsal tercihe ilişkin jestine karşılık, esere yönelik yorumsal analiz metnime, romanın temasına uygun olduğunu düşündüğüm bir şiirle başlamak isterim. Mutsuz, hayatı arayış ve sorgularla dolu evli bir adamın serencamını işleyen romanda, evlilik kurumuna ilişkin de birçok duygusal soruşturma verisi var. Shelley’in, sevginin ancak özgür ve kendiliğinden olduğunda yeşeren, çiçeklenen; göreve ve zorunluluğa dönüştüğünde nefrete dönüşen ve giderek solan, ölen doğasını anlatan bir şiirdir bu. Şiiri Bertrand Russell hatırlatır bize:

Hiç bağlanmadım o yüce mezhebe/ Öğretisi, herkesin seçmesi şart olan/ Kalabalığın içinden bir sevgili ya da dost/ Akıllı da olsa iyi de, selamlayarak geride kalanların tümünü/ Unutuluşun soğuk dünyasına; kuralına uygunsa da/ Yeni ahlakın ve aşındırılmış yolun/ Şu yoksul kölelerin bitik adımlarıyla çiğnenerek/ Ölüleri arasından evlerine doğru giden/ Ana yolunda dünyanı ve sonunda/ Pırangalanarak bir dosta, kıskanç bir düşmana belki de/ En uzun ve en hazin yolculuk başlar (s. 91).

Tam buradan romana geçiş yaparsak; roman, ana izleğini oluşturacak olan şu olayla başlar:

Esra’nın sol elindeki kâğıt mendille ön camdaki buğuyu silmek için uzandığını fark edince ayağını gazdan çekip hafifçe frene dokundu. Zamanı da durdurmak istedi sanki aniden değil, usulca (…) Esra’nın, iki saniye sonra sol üst köşedeki inatçı buğuyu fark edip yeniden cama uzanırken saldığı ılık soluğun yanağına değmesiyle Taner’in kalbi bir kuş olup ağzında bir süre çırpındıktan sonra uçup gitti. Zaman da tam o anda durdu. Bir an. Uzadı sonra, uzadıkça uzadı, daha da uzadı (s. 9).

Zamanı durduran ve genleştiren şey, ellisine dayanmış evli ve çocuklu kahramanımızın (Taner’in) o an karısının en yakın arkadaşına (Esra’ya) âşık olmasıdır.

Soluk Bir An’ın olay örgüsel denklemi ilk bakışta oldukça basit görünür. Evli ama şimdi ve geçmişe ait sayısız pişmanlığı, tamamlanmamışlığı, arayışları ve sorgulamaları olan, bunları bütün yaşamına yönelttiği septik bir projeksiyonla deşip duran mutsuz bir başkarakter (Taner) vardır, merkezde. Çelik’in bu yönüyle hikâyesini yatay ve dikey olmak üzere iki biçimde kurguladığını söyleyelim, hemen. Olayların dış yüzey kurgusunda, aşkını itiraf etme sancısı içinde kıvranıp duran Taner’in gelgitleri vardır. Yatay kurguda ise Taner’in yaşamının geçmiş ve şimdisine dönük duygusal derinleşmeleri vardır ki yatay kurgu, dikey kurgunun akışını yavaşlatan, sündüren, genleştiren ve derinleştiren bir işlev de yüklenir. Bu kısa nottan sonra denkleme devam edelim. İkinci planda ise bütün düş ve hayal kırıklıklarını, boşa düşmüşlüklerini, hayattan soğumuşluğunu, beklentisizliğini içine gömmüş Taner’in eşi (Yasemin) vardır. Denklemin son ayağını ise Yasemin’in çok yakın arkadaşı olan Esra tamamlar. Esra, dul ve güzel bir kadındır. Konuşkandır. Hemen her gün Yasemin’le birliktedir ve sık sık onların evlerindedir. Hayatıyla ilgili çok fazla ayrıntı bilmeyiz, bundan başka. Merkezi kapatan bu üçayaklı denklemin az biraz dışında kalan kahramanlardan biri de Taner’e şiiri sevdiren, ezberden birçok şiir okuyabilen, hayatı şiirle dolu ve her şeye şairce bakan ve bir ara Taner’i bir kaçamak yaşamaya (Mine’yle) sevk eden Gürsel’dir. Üniversiteden bu yana arkadaşıdır. Bir de çok az bir yerde belirip kaybolan, yine üniversiteden arkadaşı Ali İhsan ve onun garip kız arkadaşı Sezin vardır. Olayların tüm dokusunu, Taner’in iç sorgulamaları ve eli kolu bağlı yakalandığı aşk karşısındaki çaresiz çırpınışları ve ayrıca karısı Yasemin’e karşı hissettiği kimi zaman öfke, kimi zaman düşmanlık, kimi zaman acıma duygusu ile başa çıkmaya çalışması oluşturur. Taner’in Esra’ya açılma çabaları son bölüme kadar sürer. Roman bu yönüyle tanıdık, alışıldık, klişe bir konuyu işliyor görünümünde olsa da eseri, türünün seçkin ve özgün bir örneği yapan şey, Behçet Çelik’in, Taner karakteri şahsında bir erkeğin duygusal patinajlarını, içsel karmaşasını, aşkla başlamış sorgusunun geriye doğru sarkan zehirli sızışını, aşkın diriltici-yanılsamalı-güçlü tutkulara dönüşen doğasını, zaaflarını, pişmanlıklarını, yanlışlarını güçlü izlenimler, isabetli psikolojik-sosyolojik saptamalar, zeki ve incelikli ayrıntılar eşliğinde ve oldukça yetkin bir dil ve anlatımla sunmasıdır. Bu yönüyle, Soluk Bir An dilde, kurguda, olay doku ve örgüsünde, üslup ve anlatımda yakaladığı titizlik, sağaltılmış dil yapısı, ölçülü, uyumlu anlatım düzeyi ile yakaladığı özgün ve seçkin yeri hak etmiştir, diyebilirim.

Taner, bir taraftan evliliğini sorgularken, elinde kalan son ve küçük güven kırıntılarını, kötü evliliklerine dair suç ortaklıklarını düşünürken diğer taraftan da hayatın onu, Esra’ya karşı hissettiği daha gerçek, daha güçlü ve daha tutkulu aşkı yaşamaya davet edişini sorgular. Esasında bütün gün bu duyguyla doludur içi. Bu duyguyla taşmış, dolmuş ve daha önce hiç tatmadığı bir haz alıyordur. Hemen her gün ve hiç vakit kaybetmeden ona açılmak isteğiyle çırpınır durmaktadır. Çünkü beklemek, kendisi için nadiren ortaya çıkmış bu duyguyu, çatallı diliyle zehirlemektedir. Öyle ya sevmeye ve yenilik aramaya programlanmış değil midir, insan? Bilerek bilmeyerek kendimizi kilitlediğimiz rollerden (eş, baba, iş hayatı…) ve sürekli tekrarladığımız hayata dair tutumumuzdan sıkılmışızdır ve üstelik bu, yanımızdakine de sıkıcı geliyordur. Tekrarların, rutinin yarattığı imajımız, yanımızdaki için gün gün çekiciliğini kaybetmiştir. Ama başkahramanımızın evliliğinden soğuması tam olarak bununla ilgili değildir. Çünkü birçoğumuz gibi, başlarken yanlış başlamıştır. Çünkü hepimiz sevme ve yaşama cahiliyizdir. Üstelik cehaletimizle bu boşlukları en gurur verici şekilde doldururuz. Aldığımızı sandığımız birkaç işaretle, yıllarca sürecek saygın ve mutlu bir evlilik kurabileceğimize inanırız. Kendimizi yaşam boyu asla yalnız hissetmeyeceğimize inandırırız. Oysa hepimiz derinden zarar görmüş ve bu nedenle de birbirimizi gerçekten anlayamayacak insanlar olmuşuzdur. Başlangıçta bunu göremezsek de bu zamanla mutlaka ortaya çıkar. Belki de bu yüzden Taner’in evliliği de “herkesin yaptığını yapmaya karar vermekle” başlamıştır. Gerçek bir aşkla, tutkuyla da başlamamıştır ve bazen sırf bunun için kendine kızar, Yasemin’e de acır.

Aşk, karşısında türümüzün takındığı tuhaflıklar saymakla bitmez ama en tuhaflarından biri de aşkın, tarih boyunca sesçil veya yazılı bütün anlatıların ana teması olmasına, hatta bazı tarihsel olayların yönünü belirlemesine rağmen, günümüz sosyolojik, ekonomik ve politik teori ve çözümlemelerde bir veri olarak yer almayışı, belirleyiciliğinin saptanmamış olmasıdır. Oysa belki de türümüzün en karakteristik yanı, âşık olabilmesidir ve belki bu nedenle de aşk, Spinoza’nın conatusunun en güçlü ve velut duygusudur. Soluk Bir An’ın kahramanını da soluk-suz bir âna mahkûm eden tam da bu duygudur. Kahramanın şimdi ve geçmiş hayatına dönük tüm sorgulamalarının neden başka bir olay üzerinden değil de hiç beklemediği bir anda içine düştüğü aşk üzerinden başladığı sorusunun cevabı da belki bu duygunun velut doğasında saklıdır. Ona bütün geçmiş ve şimdiye ait kusurlarını, yanlışlarını, yanılgılarını, tamamlanmamışlığını, hayatını yanlış ve eksik bilgilerle tanzim ettiği duygusunu veren, bunları açığa çıkaran aşk duygusu olmuştur. Peki, mutsuzluğunun asıl nedeni gerçekten o güne dek aşktan yoksun kalışı mıdır? Aşkın böyle bir gücü mü var? Bertrand Russell’a kulak verirsek aşkın gücüyle ilgili olarak bize şöyle seslendiğini duyarız:

İnsan bütün varlığıyla (bedensel kadar düşünsel) ilişkiye girmeden içgüdü tam bir doygunluğa erişemez. Mutlu bir karşılıklı sevginin verdiği o engin içtenliği ve coşkun beraberliği hiç yaşamamış olanlar, yaşamın onlara verebileceği en güzel şeyi yitirmişlerdir. (…) Kadın ve erkek bu deneyimden yoksun kalırsa tamlığa erişmeleri olanaksızdır ve dünyada, arda kalan diğer şeylere karşı bir yakınlık duyamazlar ki bunsuz toplumsal etkinliklerinin zararlı olacağı kesindir (s. 80).

Taner’in bütün hayatına dair, kendini hep bir eksikliği not ederken bulmasındaki temel etken de, bu nedenle, ömrünün aşktan yoksun akıp gidiyor oluşunun yarattığı dehşetle karşı karşıya kalmasıdır. Aşkın yokluğu, hayatın genel akışını engelleyen bir tıkaca dönüşmüş olmalı ki artık diğer şeylere karşı da soğuma ve kayıtsızlık başlamıştır. Fakat aşkın tekinsiz, anlaşılmaz bir doğası da vardır ve kahramanımız bu gücün etkisi altında bir an için hareketsiz, yönsüz kalmıştır.

Taner’i roman boyunca aşkını Esra’ya söylemekten alıkoyan birkaç engel vardır. Birincisi onun, karısı Yasemin’in çok yakın arkadaşı olmasıdır; ikincisi de aşk duygusunun tüm yaşamına yayılan bir sorgulayışa dönüşmesidir. Özellikle de karısıyla ilişkisinin ertelenerek, kurcalanmayarak kangrene dönüşmüş yapısına dair sorgulamalar. Karısıyla ilişkisi “birlikte bir şeyler yapmaktan hoşlanmıyorlar. Yasemin’in gitmek istediği yerde Taner boğulacak gibi oluyor” kıvamındadır. İlişkileri kopmuş, tozlanmış ve küf tutmaya başlamıştır. Birbirlerine uzak, soğuk, ilgisiz bir çift olarak sadece günün rutinini paylaşmaktalar. Birlikte yaptıkları tek şey, ona da birlikte yapmak denirse, oğulları Cem’e ilişkin sorumlulukları yerine getirmektir. Tabii bu duruma yıllar içinde gelmiş olsalar da ilişkileri en baştan sakat doğmuştur. Tutku ve arzu motivasyonundan yoksun başlamış ve ilk zaman heyecanının yitirilmesiyle de giderek eziyete dönüşmüştür. Erich Fromm, sevgi yoksunluğuyla başlamış bu tür birleşmelerin zamanla neye dönüştüğünü şöyle tarif eder:

Cinsel çekim, bir süre için birolma şansı yaratabilir. Ne var ki sevgi olmadan bu “birlik”, eskisi kadar yabancı ve uzak iki insan bırakır geride. Bazen birbirlerinden utanmalarına hatta nefret etmelerine neden olur. Zira kurdukları düş yiter yitmez, yabancılıklarını eskisinden daha yoğun duyarlar (s. 60).

Yasemin’in zaman içinde kendini bu bozgun psikolojisinden korumak için bulabildiği tek çare, Taner’e kayıtsız kalmak, ilgisini ve ilişkisini çekilebilecek en alt sınırda tutmaktır. Taner’in de Yasemin’e aralarındaki gerilimde kullanmak üzere yönelttiği ve ustalıkla kullandığı bir “suskunluk” silahı vardır. Mutfakta yemekle geçirilen zorunlu anlar hariç Taner’in bütün zamanı kitaplığında kitap okuyarak ve müzik dinleyerek geçer. İkisi arasında sıradan, günlük aktivitelerin olağan akışı içinde birbirlerinden aldıkları haz, doyum, duygular, arzular ve ilgi gün gün kaybolmuştur. Bu arada Yasemin tümüyle geri plandadır; âdeta hayatının titrek, hüzünlü, kırgın akıp gidişini çaresizlik içinde izliyor gibidir. Sevdiği adamla, (belki bir zamanlar) ya da sevdiği adama benzeyen biriyle -bir yabancıyla- ölmeden önce, küçük bir ölümü yaşıyormuş gibi, hayattan çekilmiş gibidir. Her ikisinin de kafasından defalarca ayrılmak fikri geçse de buna cesaret edemezler. Çünkü ayrılmak; kesin bir kararı, acı verici açıklamaları gerektirecektir ve varoluşun tamamen yeniden düzenlenmesine neden olacaktır. Sadece bu da değil, ikisi de yeni, belirsiz ve öngörülemez bir kimlikle yeniden doğmak zorunda olacaktır ve bu da o zamana kadar olmuş oldukları kişiyi öldürmek demektir. İkisinin de buna gücü yoktur. Birçok evli çiftin olduğu gibi.

Çelik, ilginç bir anlatı yöntemi dener, bu romanda. Yasemin’in olduğu gibi, roman kahramanlarının tümünün duygu ve düşüncelerini de aynı zamanda romanın anlatıcısı olan başkarakterin dili, söylemi ve zihniyle sunar. Onları kendi adlarına, kendi dilleriyle konuşturmaz. Taner onlar adına düşünür, duygulanır; kızar, karşı koyar, sevinir, kabul ve reddeder. Kahramanların kendi kendilerini ifade etmeyişlerinin tematik örgüde bir yeri olmalı, diye düşünürsünüz. Zira bu yöntem Taner dışındakileri gölgeleştirerek, gerçekliklerini aşındırır. Anlatı giderek tek kahramanlı, iç monologlarla dolu bilinç akışına dayalı bir tarzda gelişir. Modernizmle birlikte romanın anlatımında insan gerçekliğini aracısız vermek amacıyla yeni bir teknik olarak kullanılmaya başlanan bilinç akışının Çelik tarafından yeni ve farklı bir sürümle güncellendiğini söyleyebiliriz. Bilinç akışı anlatı tekniğini, bütün kahramanlarının serimlenişlerinde kullanılmayışının, hepsinin başkarakterin bilinçaltına dahil edilişinin, hem tekniğin yeni sunumu açısından hem de ana temanın anlamsal kodları açısından yaratıcı bir işlevi olduğunu görüyoruz. Nitekim romanın sonunda Çelik’in bunu niçin yaptığını anlarız. Taner’in arabasıyla bir gece Esra’yı evine bırakırken duygularını da nihayet açma düşüncesi, Esra’nın bir cümlesiyle trajik bir kopuşa neden olur. Dramatik akışın kesilip trajik evreye dönüşmesi ânıdır, bu. Aynı zamanda niçin bütün kahramanların Taner üzerinden belirdiğinin de cevabıdır o an. Taner, aniden arabayı durdurur ve gecenin bir yarısı, büyük bir aşkla bağlı olduğu Esra’yı kaba bir şekilde arabasından dışarı atar. O anları Çelik şöyle betimler:

Az ileride sağda bir taksi durağı ilişti gözüne. Tam önünde durup Esra’ya inmesini işaret etti. Onun anlamaz gözlerle bakıp söylenerek indiği kapıdan başkaları doluşuverdi içeri. Gürsel öne oturdu, öbürleri arkaya -eski ev arkadaşları, birbirlerine bakmamaya çalışan Ali İhsan’la Sezin, Cüneyt’le Nilgün, Yasemin’le Cem, annesi, babası, Enis Bey’le Ayten Hanım, sevdiği yazarlardan, şairlerden birkaçı. Doluştukça doluştular (s. 202). 

Bu elbette metaforik bir durumdur çünkü Taner anlamıştır ki bütün bunlar o varsa var, onunla var, onun kadar var; onun koyduğu yer kadar var. Ama hayatımıza doldurduğumuz her şey, herkes bir yanılsamayla zaman içinde bizim için, bizim üzerimizde bir ağırlığa, bir güce dönüşüyorlar ve biz de hayatımızı başaktörü olduğumuz bu yanılsamanın kendisi sanıyoruz. Yarattığımız soluk “an”ların tutsaklarına dönüşüyor, güçlü ve keskin bir belirişle kendimizi zaman, zamanı kendimiz eylemiyor, çemberin dışına çıkmaya cesaret edemiyoruz. Bu korkudan olsa gerek, biz düzenlemesek de her şey zaman içinde kendiliğinden yerli yerine oturur sanıyoruz. Oysa Taner, Bergsoncu bir seziş ve Andre Gide’in üslubuyla buna itiraz ediyor:

Bir şey öğrettiği de yok zamanın. Bizden ayrı bir şey mi sanki? Biz olmasak da zaman yine olur, gene gelir, gene geçer sanıyoruz; oysa zaman biziz. Saati değil, zamanı kurmuş birileri zamanında. O günden beri dünyanın kirini pasını zamana sığınarak örtüp saklıyor, ipe sapa gelmez, ucuz, bayağı sözleri zamane cilalarıyla parlatıp duruyoruz (s. 203).

Tabii bu aşamadan sonra ortaya çıkan soru: Taner arabasına doldurduğu bunca kişiyle, yani kendi ömrüyle ne yapacaktır, nereye gidecektir, nasıl yaşayacaktır, sorusudur.

Çelik, bunların cevabını, herkes kendi bulsun diye okura bırakıyor. Çünkü herkes kendisi için, kendisinin zamanıdır ve dolayısıyla herkesin soruları da, cevapları da kendi zamanında saklı…


Referanslar

Umberto Eco, Edebiyata Dair, çev. Betül Parlak, Can Yayınları, 2016.

Bertrand Russell, Evlilik ve Ahlak, çev. Vasıf Eranus, Say Yayınları, 1999.

Erich Fromm, Sevme Sanatı, çev. Işıtan Gündüz, Say Yayınları, 2020.