“HDP ile Görüşmek” Kavramı Üzerine: Bir “Siyasal Düşman”ın İnşası

İYİ Parti HDP ile görüştü mü, Ümit Özdağ basın toplantısını “yalan rüzgârına” döndürdü mü, yoksa asıl yalancı Meral Akşener mi? İYİ Parti 2018’de TÜSES’in toplantısına katıldı mı? CHP’li İbrahim Kaboğlu doğru mu söylüyor? Pervin Buldan CHP ve HDP’nin kurdukları gizli ittifakı nasıl itiraf etti? İmamoğlu HDP ile ittifak yaptıklarını nasıl kabul etti? “HDPKK ve Saadet Partisi’nin kirli ittifakı” nasıl deşifre oldu?  Selahattin Demirtaş’ın Devran’ını kimler okudu, tiyatro oyununa kimler gitti? Kadir İnanır, Süleyman Soylu’nun eleştirilerine ne cevap verdi? Otuz iki kısım tekmili birden gazetenizde…

“HDP ile -ya da bir Kürt siyasetçi ile- görüşmek- irtibat kurmak” Türkiye siyasetinin “makbul muhalif”i ile “bölücü-terörist”ini ayıran popüler yaftası, turnusolü gibi. Bu popüler yafta o derece işlevsel ki, değil legal bir siyasî partiden (HDP), onun savunduğu bir düşünceden, bir açıklamadan ya da o partide siyaset yapan veya yapmış herhangi bir kişiden müspet yönde bahsetmek, HDP’nin adının geçtiği bir cümlede onu alenen aşağılamamak ya da kötülememek bile “bölücü-terörist” olarak yaftalanmak için yeterli.  AKP-MHP ittifakı, siyaseti HDP’yi lanetleyenler ve lanetlemeyenler olarak tasnif etme derdinde. Çünkü iktidar, 2015’ten bugüne istikbalinin, “HDP ile/HDP’li ile görüşmek” turnusolünü, öteki (bölücü) ile biz’deni (makbul) ayıran kritik kerte olarak koyup koyamamasına bağlı olduğunun farkında.

Yazının temel iddiası da bu yöndedir: 2015’ten sonra bir siyasal parti, bir örgüt, bir siyasî entite olarak HDP’nin TBMM aritmetiğine dahil olması, partinin artık baraj sorunu olmadığını hem kendi seçmenine hem de muhaliflerine ispatlamış olması, HDP’yi rejimin mihenk taşı haline getirmiştir: Değil mi ki altının kalitesi mihenge sürtünce anlaşılır, AKP-MHP koalisyonu (ve resmî ideoloji) için de artık bir siyasî partinin/kişinin makbul partiliği/vatandaşlığı da onun HDP’ye sürtülmesiyle test edilegelir hale getirilmiştir. Tıpkı Demirel’in 1965 seçimlerinden sonra TİP’in parlamentodaki mevcudiyetinden kendi önderliğinde mobilize olan bir popüler komünizmle mücadele hattı/cephesi üreterek iktidarını berkitmesi gibi, AKP de -ağırlıkla 2015’ten sonra- HDP’nin parlamentodaki kurumsal mevcudiyetinden kendi önderliğinde mobilize olan bir bölücülükle/terörizmle mücadele hattı/cephesi üretmeye ve ekonomik krizle aşınan iktidarını bu yolla berkitmeye çalışmıştır; hâlâ da çalışıyor.

AKP-MHP bloğu, HDP üzerinden inşa etmeye yöneldiği bu öteki (HDP ile görüşenler) ve biz (terörle mücadele edenler) tasnifini Türk sağı için muteber ve kapsayıcı bir “biz”e (yani bir yeni Vatan Cephesi, bir yeni Milliyetçi Cephe kurgusuna) henüz dönüştürebilmiş değilse de koltukta kalmayı sürdürebilmesinin ancak ve ancak bir yeni Milliyetçi Cephe inşa edebilmesiyle, Schmittyen bir HDP siyasal düşmanlığı/nefreti (hostisi) üzerinden tanımlı bir muteber biz’ler kümesi oluşturabilmesiyle mümkün olacağının da farkındadır.

Erdoğan -henüz- Demirel’in başarısını gösterebilmiş değil. Ancak yine de hakkını yememek gerekiyor: Demirel kendisini ve partisini komünizmle mücadele hattının amiral gemisi haline getirerek iktidarını sağlamlaştırırken, ulusal sınırların çok ötesindeki güçlü bir “komünizmle mücadele” rüzgârını da arkasına almıştı; Erdoğan’sa HDP nefretinden popüler bir destek sağmaya çalışırken arkasına alabileceği küresel bir rüzgârdan mahrum. Erdoğan’ın tek eksiği bu da değil; aksine Erdoğan Demirel’den farklı olarak, Türk sağını ötekine/düşmana (HDP ve onunla irtibatta olanlara) karşı topyekûn seferber etmeyi de başarabilmiş değil. Erdoğan MHP’yi yanına çekti ama MHP’nin ortadan ikiye kırılmasını ve İYİ Parti’nin karşı blokta yer almasını engelleyemedi; kendisinin de içinden çıktığı Saadet Partisi’ni de bu Cumhur İttifakı’na katmaya ikna edemedi. Vatan Partisi gibi solumsu partileri ikna etti ama CHP içindeki ulusalcıları, CHP içindeki sosyalistlere karşı tam anlamıyla kazan kaldırmaya da teşvik edemedi. O yüzdendir ki Cumhur İttifakı, hâlâ, öteki (komünist/bölücü, münker) ile mücadele ederek (nehyi anil münker) doğru yolu (AKP iktidarı/emr bil maruf) gösterecek bir yeni Vatan Cephesi ya da bir yeni Milliyetçi Cephe bir “Biz İttifakı” olamadı; bir seçim ittifakının adı olarak kalakaldı. Tekrar belirtmek gerekirse AKP’nin bu başarısızlığın “temel sebebi” Saadet Partisi ise, müstakbel başarısı için rakibinin “yumuşak karnı” da İYİ Parti’dir. AKP ne Saadet’i ne de İYİ Parti’yi “HDP ile görüşmek” popüler yaftası ile kendi iktidarı etrafında kenetleyebildi ve hiç değilse kendi iktidarına razı edebildi; yine de İYİ Parti içine oynayarak dengeleri yeniden değiştirmeye gayret ettiği aşikâr.

2015 Haziran seçimlerinin neden bir milat olduğunu anlatabilmek için biraz geriye dönelim. 1983’te seçimlerin yapılması ve askerin (kısmen) kışlasına dönmesinden sonra Kürt siyasî hareketi, 1984 sonrasında silahlı eylemlere başlayan PKK’nin haricinde, parlamenter/legal düzlemde de varlığını hissettirmeye başlamıştı. 1991 Seçimleri öncesinde sağda Refah, Milliyetçi Çalışma ve Islahatçı Demokrasi partilerinin ittifakı gündeme gelirken, SHP de Halkın Emek Partisi ile ittifaka girmişti. SHP-HEP ittifakı basit bir seçim ittifakının ötesindeydi, nitekim Fransa Özgürlük Vakfı ve Kürt Enstitüsü’nün düzenledikleri (17 Ekim 1989) Kürtlerin Kimliği ve İnsan Hakları konferansına katılan SHP’li yedi milletvekilinin ihracı gündeme gelince bu isimler partilerinden ayrılmışlar ve 3 Mart 1990’da bu isimlerin de aralarında yer aldıkları bir Çalışma Kurultayı toplanmış, ardında da 7 Haziran 1990’da Ahmet Fehmi Işıklar önderliğinde HEP kurulmuştu. Bir anlamda HEP’in hamurunda da SHP’nin mayası yer alıyordu ve bu, iki partinin (20 Ekim) 1991 Seçimleri öncesindeki ittifakını kolaylaştırmıştı. Sonuçta yirmi bir HEP’li SHP listesinden TBMM’ye girdiler. Lakin daha meclisin ilk oturumlarındaki yemin kriziyle başlayan gerilim yirmi bir milletvekilinden üç milletvekili (Fehmi Işıklar, Adnan Ekmen ve Salih Sümer) hariç on sekizinin istifasıyla had safhaya çıktı. Daha o gün Kürt siyasetinin parlamenter/legal yapı içinde faaliyet göstermesinin sanıldığından daha zor olduğu ve her iki tarafında bu konuda hayli yol alması gerektiği anlaşıldı.

Kürt siyasî hareketi 1995 ve 1999 seçimlerine Halkın Demokrasi Partisi kurumsal kimliği altında iştirak etti ve 1995’te %4,17; 1999’da ise %4,75 oy alarak parlamento dışında kaldı. 2002, 2007 ve 2011 seçimlerinde ise Kürt siyasetçiler parti kurumsal kimliği ile değil, bağımsız adaylar olarak seçimlere iştirak ettiler ve seçilmelerinin ardından parlamentoda grup oluşturmaya çalıştılar. Özetleyecek olursak, 1980 sonrasında Kürt siyasî hareketi, 2015 Haziran’ındaki seçimlere kadar parti kimliği ile TBMM’ye girme şansı elde edemedi. Ya 1991 seçimlerinde olduğu gibi bir partiyle girdiği ittifak yoluyla parlamentoda yer aldılar ya da bağımsız adaylar olarak seçildikten sonra parlamentoda grup kurarak siyasî faaliyetlerine devam ettiler. Her iki durumda da legal siyasette marjinal bir konumda yer aldılar ve %10 barajını geçemedikleri için büyük partilerin doğu ve güneydoğudaki milletvekilliklerini kendi aralarında pay etmelerine ses çıkaramadılar.

2015 Haziran’ındaki seçimlerde ise Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın önderliklerinde Halkların Demokratik Partisi’yle yer alan legal Kürt siyaseti, %13,2’lik oy oranı ile en yüksek oyu alan dördüncü parti olmasına rağmen, oyların %16,2’sini alan MHP ile aynı sayıda (80) sandalye kazanarak parlamentoya girdi. İşte bugüne kadar gelen olaylar zinciri de bu seçimlerle birlikte başladı.

2015 Haziran’ına kadar %10 barajını aşabilip bir legal parti örgütüne sahip olamayan, ya ittifaklarla ya da bağımsız adaylarla zar zor grup kurabilecekleri sayıda milletvekili ile iştirak etikleri parlamentoda siyaseten görmezden gelinebilen, yok sayılabilen, kolayca bastırılabilen, 1994’te DEP milletvekillerinin yaka paça TBMM’den atılması örneğinde olduğu gibi Meclis’ten kovulabilen Kürt siyasetinin/siyasetçilerinin artık TBMM’nin -MHP ile birlikte- üçüncü partisi unvanını alması, 12 Eylül sonrasının tüm dengelerini de altüst etti. Bir anti-Kürt kalkanı olarak işlev gören %10 Seçim Barajı’nın fiilen yıkıldığı hem Kürt siyasetince hem de muhaliflerince böylece tescillenmiş oldu. 

7 Haziran Seçimleri’ni terör olayları, patlamalar, ölümler, seçimlerin yenilenmesi, başbakanlığın lağvı, FETÖ operasyonları, darbe girişimleri… gibi bir yığın menfur olay takip etti. Ancak oy oranı düşse bile HDP’nin artık katıldığı her seçimde barajı rahatlıkla geçebilen, baraj sorunu yaşamayan bir parti olduğu da tescillenmiş ve 1983 sonrasında kurulan tüm siyasî dengeler de bu gerçekle birlikte hâk ile yeksan olmuş oldu.

İşte AKP, MHP’yi (ve BBP, Vatan Partisi gibi küçük sağ ve sol partileri) de yanına alıp bir yeni Milliyetçi Cephe kurmaya yönelerek konjonktürü lehine çevirmeye ve azalan oylarını toparlamaya çalıştıysa da bunda tam anlamıyla başarılı olamadı. HDP nefreti (HDP ile görüşmek) adı altında şekillenen bir siyasal düşman inşası politikaları işte bu noktada işlevsel bir araç olarak gündeme geldi. Bu dil, bir yandan Cumhur İttifakı’nı basit bir seçim ittifakından bir yeni Milliyetçi Cephe’ye çevirecek sihirli değnek olarak düşünüldü. “HDP ile işbirliği”, “teröriste arka çıkmak”, “bölücülere destek olmak” dili, diğer yandan da Saadet Partisi, İYİ Parti ve CHP içindeki ulusalcı kesime seslenmeye çalışan, AKP’nin kendi sağlayamadığı yeni Milliyetçi Cephe’nin dışında kalan muhaliflerin bir araya gelmesini ve sağlam bir karşı ittifak kurmasını engelleme amacı güden siyasetin manivelası olarak da kullanıldı.