Geçtiğimiz ağustos ayında raflarda karşıma çıkan Yılmaz Murat Bilican’ın Ayrıntı Yayınları tarafından basılmış Babamın Defterleri kitabı, hem kendisini yakinen tanıdığımdan, hem de kapağında “filozoflarla zaman dışı söyleşiler” gerçekleştiğini belirtmesi dolayısıyla epey dikkatimi çekti. Bilican’ın felsefe ile hemhal oluşunu bildiğimden; öğrencileri ile diyaloglarına ve siyasi yaşantısındaki var oluşuna tanık olduğumdan, hiç çekinmeden aldım kitabı. Kitap, çokça değer verdiğim, Türkiye’nin felsefe ile tanışıklığına önemli katkılar sağlamış, Bilican’ın da üniversite hocalarından Prof. Dr. Ahmet Arslan’ın önsözü ile başlıyordu. Şöyle yazıyordu Arslan: “Bir vesile ile karşılaştığım Bilican’ın Babamın Defterleri: Filozoflarla Zaman Dışı Söyleşiler adlı bu çalışmasıyla, hem bu işin nasıl yapılabileceğini gördüm, hem de bir anlamda üzerimden büyük bir yük kalktığını hissettim.” Kitabı, içinde Özlem Deveci’nin anlatılar boyu resmettiği mecralarda, Ege ve filozoflar ile birlikte “gezinerek” zevkle okudum. Bu kitap üzerinde hem sevgili Bilican ile daha fazla hasbihal etmek, hem de bu hasbihale başkalarını da konuk etmek için, bir söyleşi gerçekleştirdim. Babamın Defterleri’nde oğlu Ege ve sohbete dahil ettiği filozoflar arasında geçen, Bilican’ın zaman dışı söyleşileri, geçmiş ve bugün arasında tanıklık bağları kuruyor.
Tüm bu karmaşa içinde debelenirken, tanıklık bağlarına ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.
Sizleri söyleşimiz ile baş başa bırakayım…
***
İlk olarak şu soru ile başlayalım, ülkemizin felsefe ile olan münasebeti nasıl sence?
Genel olarak eleştirel düşünmeye, felsefeye uzak olduğumuz yaygın bir kanı olsa da son yıllarda belli kesimlerde felsefeye ilginin arttığını söyleyebiliriz. Bu konuda somut bir araştırma olmasa da yayımlanan felsefe kitaplarının sayısı, bunların satışları, yeni yeni baskıları bize bu fikri veriyor. Sevindirici bir şey tabii bu durum, ama bu ilginin sonuçlarını görebilmek şimdilik mümkün değil. En azından ben görmüyorum.
Kitap, “Gençler İçin Felsefe Tarihi 1” altbaşlığını taşıyor. “Gençler” derken bununla belli bir yaş kategorisini mi kastediyorsun?
Aslında hem evet hem hayır. Evet, çünkü bildiğin gibi kitabın kahramanı bir lise öğrencisi ve filozoflara, felsefeyle ilgili, biraz da babasının etkisiyle felsefenin ne olduğunu bilmeye, anlamaya çalışan bir lise öğrencisinin dilinden sorular soruyor. Hayır, çünkü kitap, sonuçta felsefeye yeni başlayan, felsefenin ne olduğu, nasıl bir düşünme biçimi olduğu hakkında fikir sahibi olmak isteyen her yaşta insanı o dünyanın içine çekmeyi, o dünyanın en eski filozoflarıyla tanıştırmayı, biraz da o filozofların gözünden günümüz dünyasına bakabilmeyi amaçlıyor.
Seçtiğin filozofların felsefesini anlatmak için “söyleşi” formatını tercih etmenin özel bir nedeni var mı?
Benim amacım klasik bir felsefe tarihi yazmak olmadı (her şeyden önce bu beni aşan bir çaba olurdu), seslenmeye çalıştığım grubun özellikleri dolayısıyla da kolay okunabilmeyi ve kolay anlaşılır olmayı hedefledim. Söyleşi formatı bu anlamda bana çok uygun geldi. Ortaya çıkan ürüne bir tür diyaloglar gözüyle de bakmak mümkün ki bunun getirdiği çeşitli olanaklar da var. Diyalog, bence yapısı gereği eşitlikçidir ve karşınızdakiyle tartışma olanağı sunar. Söz konusu olan “büyük büyük” filozoflar olduğu düşünülürse bu önemli bir olanak bence. Öte yandan, yıllarca gençlerle çalışmanın bana sağladığı avantajla, 17 yaşında bir öğrencinin kafasına takılan soruları az çok biliyorum ve bu soruları kitabımda yarattığım kurguyla bizzat muhatabına, filozofun kendisine sordurmuş oldum. Böylece sorular ve yanıtlar belli bir “gerçeklik” kazanmış oldu.
Kitap, Antikçağ’dan seçilmiş sekiz filozofu kapsıyor, bu filozofların seçimini nasıl yaptın? Kitabın başka filozoflarla devamı gelecek mi?
Tabii ben kendimce önemli bulduklarımı seçtim. Sonuçta hepsini çağıramazdım (Bu nedenle Ege’ye kırgınlık duyan filozoflar olmuştur diye düşünüyorum). Antikçağ söz konusu olunca ana akımların hepsini almaya çalıştım. Doğa filozofları, sofistler ve üç büyük filozof Sokrates, Platon ve Aristoteles yer aldı kitapta… Şimdi yeniden düşününce, Phytagoras da olsaydı diye bir pişmanlığım yok değil. Kitabın devamı… Evet, düşünüyorum, sırada Ortaçağ’ın önemli filozofları var, yeni misafirlerimiz onlar olacak.
Her şeyin sınavla ölçüldüğünden ve hayatın çılgın bir yarışmaya dönüştüğünden söz ederek, felsefi bakışın yaşamdaki varoluşumuzu anlamlandırmamıza dair önemini vurguluyorsun. Peki, felsefenin ülkemiz gençleri için ‘’anlamı’’ nedir?
Bu cevaplaması zor bir soru, çok uzun yıllar gençlerle çalıştım ve felsefenin gençler için, lise yıllarında karşılaştıkları bir dersten öte bir anlamı olsun düşüncesi her zaman temel kaygım oldu. Bizim gençlerimiz bir bakıma şanslı, çünkü lise yıllarında dört saat zorunlu felsefe dersi olan ender ülkelerden biriyiz. Şu an liselerde 10. ve 11. sınıflarda ikişer saat zorunlu felsefe dersimiz var. Tabii bir şeyin dersinin olması önemli olmakla birlikte çok şey anlamına gelmeyebiliyor (bizde en çok sorun yaşanan alanlarla ilgili okullara ders konularak sorun aşılmaya çalışılır, bu bir gelenek). Bana kalırsa felsefenin, eleştirel, sorgulayıcı bir düşünme biçimi olarak, anasınıfından başlayarak, bütün derslerde âdeta eğitimin ruhuna işlenmesi gerekir, bu sağlanabildiğinde felsefe dersi olmasa da olur. Önemli olanın çocuğa düşünme, soru sorma, sorgulama becerilerinin verilebilmesidir, aksi takdirde lisenin son yıllarında, sınav koşuşturması yaşadığı bir dönemde felsefeyle tanışan bir çocuk için, felsefe yeni bir ders yükü olmaktan öteye gidemeyecektir. Kısacası ben, bir “ders” olarak felsefe dersinin daha çok saate çıkarılıp herkese verilmesiyle bazılarının sandığı gibi yepyeni aydınlık kuşaklar yetiştireceğine ve böylece daha güzel bir ülke olacağımıza inanmıyorum. Öğrenci için zapturapt altında, ezberlenip puan alınması gereken bir bilgi yığınına dönüştükten sonra dersin adının ve yoğunluğunun bir önemi yok, bu durum inkılap tarihi için de, din dersi için de geçerli.
Kitapta Thales üzerine tartışırken, “ekonomik olarak rahatta olmak” ve felsefi sorular üretip, buluşlar yapmak arasında pozitif bir bağ anlatısı görüyoruz. Emeğin para karşılığı satıldığı, hatta “emek sömürüsü”ne evirildiği koşullar, felsefi sorgulamalar ve buluşlar açısından bir engel olarak görülebilir mi? Belki de burada, “araştırma heyecanı” ile “emek yorgunluğu” arasındaki ilişkiye bakmak gerek. Ne dersin?
Aslında Thales üzerinden konuyu gündeme getirmemin nedeni, bu konuda gençlerin de ilgisini çeken yaygın bir söylemin varlığı oldu. “Felsefe yapmak için insanın tuzunun kuru olması, hatta zengin olması gerekiyor” söylemi, ne yazık ki entelektüel düzeyi yüksek kişiler, hatta üniversite hocaları arasında da geçerli. E bir bakıma doğru, insanın önceliği temel ihtiyaçlarının karşılanmasıdır, karnı aç bir insandan kozmos üzerine düşünüp felsefe yapmasını beklemenin biraz abes olduğu düşünülebilir. Fakat nedense hep felsefe söz konusu olduğunda gündeme getirilen bu durum sadece felsefe için geçerli değildir. Matematik, coğrafya, edebiyat, sanat yapmak için de aynı şeyler söylenebilir. Karnı aç olan insan sanat da yapamaz, coğrafya da, felsefe de… Geçmişte hep böyle olmuş, günümüzde de böyle devam ediyor. Emeğiyle zar zor geçinen insanlardan kolay kolay bilim insanı da çıkmıyor, sanatçı da, felsefeci de… Dolayısıyla Antikçağ’da Thales de geçim zorluğu çekmiyordu, 20. yüzyılda Einstein da, Foucault da çekmedi…
Herakleitos’tan bahsettiğin bölümde, karşımıza bir kısır döngünün çıktığını görüyoruz. Herakleitos, “her kim ya da kimler yönetmeyi biliyorsa onlar yönetmeli” görüşünde. Burada, “insanları sömüren, cahil bırakan iktidarları seçen; cahil oldukları için doğru seçim yapamayan halktır” dikotomisini, Herakleitos vasıtası ile ortaya koyuyorsun. Bu kısır döngünün mahiyeti nedir? Nasıl çıkılır bu döngüden?
Herakleitos, sıradan insanla arasına mesafe koymuş, günümüzün deyimiyle söylersek, biraz elitist bir filozof. Sıradan olana, çoğunluğa, onların fikirlerine kuşkuyla bakıyor ve onların yönetimde söz sahibi olmasını tehlikeli buluyor. Yaşadığı dönemde çeşitli demokrasi girişimlerinin olumsuz sonuçlarını yaşamış bir filozof, bu yüzden demokrasiye karşı da mesafeli. Dolayısıyla da çoğunluğun seçimlerinin getireceği olumsuzluklardan kaygı duyuyor ve bu kaygıyla da onlara siyasi yaşamda belirleyici bir rol verilmesinin doğru olmadığını düşünüyor. Herakleitos açısından çözüm, yönetmeyi bilenlerin yönetmesi tabii. Geniş yığınların kendi yaşamlarını belirleyecek doğru kararları verebildiği bir seviyeye gelmesi günümüz dünyası için de geçerli değil maalesef. Bunun çözümü bugün de bulunmuş değil yani.
Gelelim Sofist Protagoras’a. Kitabınızda Protagoras’a, Sofistler olarak, sistemin alışık olmadığı tarzda bir düşünme yolu getirdiklerini; geleneksel Yunan anlayışı gençleri atlet ve savaşçı olarak yetiştirmeyi hedeflemişken, kendilerinin halka yurttaş olmayı, siyaset yapmayı, bir ideal sahibi olmalarını öğütlediklerini söyletiyorsun. Hatta Protagoras, bu durumun elitleri rahatsız ettiğinden, “politikadan anlamayan dağdaki çobanların” yurttaş duyarlılığına sahip olmalarını hoş karşılamadıklarından bahsediyor. Ülkemizde Sofistlerin motivasyonuyla “herkese siyaset yapmayı öğütleyenler” var mı, ne dersin? Hangi ideolojiye sahip olunursa olunsun, yine de siyaset yapılmalı mı sence? Aklıma hâlâ politikada etkin olan neo-Naziler geliyor nedense…
Ben Sofistlerin insanın düşünme dünyasında kendi dönemlerinde çok önemli bir çığır açtıklarını ve kendilerinden sonraki düşünce dünyasını önemli ölçüde etkilediklerini düşünüyorum. Bugün de yaşadığımız sorunların çözümü büyük ölçüde en geniş kesimlerin siyaset yapmasıyla mümkün olabilir ancak. Eğer “demokrasi” düşüncesindeysek zaten bu kaçınılmaz bir yol olarak karşımıza çıkacaktır. Şöyle bir düşünelim, dağdaki çoban da dahil olmak üzere, en geniş kesimlerin, kendi yaşadıkları toplum ve kendi gelecekleri hakkında bilinçli karar vermeleri en çok kimleri rahatsız eder? Herkes için daha yaşanır bir toplum, toplumlar oluşturmanın siyaset yapmaktan, daha çok siyaset yapmaktan (bunu derken en geniş kesimlerin konuya duyarlılıkla katılmalarını, söz söylemelerini, belirleyici olmalarını kastediyorum) başka bir yolu olduğunu düşünmüyorum. Belki de yaşadığımız sorunların temel nedeni, geniş halk kesimlerinin siyaset yapmaktan uzak tutulması, onlara siyaset olarak sadece belli zamanlarda sandığa gitme şeklinde karikatürleştirilmiş bir eylemin bırakılmasıdır. Demokrasi sonuçta bir olgunlaşma meselesi gibi görünüyor ve bunun için daha çok yolumuz var.
Sokrates’i konuşturduğun bölümde Sokrates’in, farklı ve rahatsız edici bir sesin varlığının toplum için gerekli olduğuna, bu anlamda bir “at sineğinin” insanlara musallat olması gerektiğine inandığını okuyoruz. Sokrates ayrıca, düşünen herkesin at sinekliği yapmasının bir görev olduğunu düşünüyor. At sinekleri azaldı galiba ülkemizde ve aslında dünya genelinde?
Sokrates gibi at sineği örnekleri her zaman gerekli, fakat dikkat edelim, Sokrates kendini bir at sineğine benzetirken toplumu da, kendisine ihtiyaç duyan hantal bir ata benzetir. Evet, toplum olarak tabir yerindeyse hareketsiz bir at olduğumuz sürece at sinekleri her zaman işlevseldir ve onlara ihtiyaç duyulur. Keşke duymasak ama… At sinekleri azaldı mı? Belki de tam tersi çoğaldılar fakat toplumsal sorunların büyüklüğü ve ağırlığı karşısında şimdi daha etkisiz kalmaktalar. “Dünyanın bütün at sinekleri birleşin” mi desek? Yok, at sinekleriyle olmayacak bu iş…
Kitabında, post-modernizm sorgulamasını Platon üzerinden gerçekleştiriyorsun. Eseriniz Platon, hakikatin yitimi, çözülme, kaos, ideolojilerin yıkımı, değerlerin altüst oluşu gibi kavramların, post-modern zamanlara tekabül ettiğini anlatıyor. “Sözde bir çeşitliliğin var olduğu ama her şeyin aynı zamanda hiçbir şey olduğu” bir ortam. Bu konuda fikrini almak isterim. Post-modern zamanlar, hatta günümüz post-truth çağı senin için ne ifade ediyor? Gerçekten Platon’a söylettiğin gibi mi durum?
Aslında Platon’un yakındığı şeylerle günümüzde felsefe çevrelerinden yükselen yakınmalar oldukça yakın birbirine. Benzer bir durumdayız yani. Hatırlayalım, o dönemde Sofistlerin öncülüğünü yaptığı bir düşünce ikliminde “her şeyin ölçüsü insandır” söylemiyle başlayan bir hakikat yitiminden söz edilmekteydi. Sonraki felsefecilerin temel çabası da hakikatin yeniden inşası yönünde olmuştur. Kant’la birlikte oluşan derin çizgide ise hakikatin bilgisinin yeniden özneye, insan dolayımına taşındığını, hatta onun kendi gerçekliğinde, “kendinde şey” olarak asla bilinemeyeceği noktasına geldik. Post-modern düşünceye, bu çizginin bir anlamda günümüze taşınması ve bugün felsefe çevrelerinde rastlanan “yeni bir ontoloji” arayışlarını da bu sürecin bir sonucu olarak yorumlamak mümkün.
Biraz da Aristoteles’in “iyi” tanımına değinelim. Kitabında Aristoteles “iyi”nin ancak, siyasal bir toplulukta, devlette bulunabileceğini belirtiyor. Devletin ise bir üst yapı olarak, bireyleri için en yüksek iyiyi hedefleyecek, bireylerin özgürlüğünü korumak için yasalar yapacak, toplumsal adaleti sağlamak için gelir dağılımını düzenleyip ahlâki bir yaşam sağlamak için onları ‘’eğitecek’’ karakterde bulunması gerektiğini ifade ediyor. Mevcut koşullarda ‘’iyi’’ olanın, çıkar gruplarının tanımlamaları ile yüzlerce farklı kıyafete büründüğüne tanıklık ediyoruz. Var mı ‘’iyi’’ bir ideal devlet?
Filozof olsun olmasın siyaset üstüne düşünen, kafa yoran her insan ister istemez “ideal bir devlet”, “ideal bir toplum” üzerine düşünmek zorunda. Aristoteles’ten bu yana durum değişmedi. Değişen şey belki de ideal devlet tasarımlarının birer ideolojiye dönüşerek ve güç kullanılarak iktidar denemelerine girişmeleri oldu. Özellikle 20. yüzyıl bu ideolojilerin ideal devlet tasarımlarını hayata geçirme çabalarıyla geçti. Sonuçları hepimiz biliyoruz, bu denemeler insanlık için büyük hayal kırıklıkları, büyük yıkımlar getirdi. Faşizm, komünizm ve farklı biçimlerde ideal toplum yaratma denemeleri… Geldiğimiz nokta herkes için ideal olan toplumsal bir sistemin, devletin, olamayacağı noktası mı? Belki evet. Ama belki de artık topluma “daha iyi” bir yaşam projesi çizip dayatma noktasını aşmış olmalıyız. İnsanlık olarak bu arayıştan vazgeçme noktasında olmadığımız da bir gerçek, çünkü henüz daha iyi bir noktada değiliz, hatta sorunların daha da karmaşıklaşıp kötüleştiği de söylenebilir. Bazen, sanki değişen bir şey yok gibi geliyor bana… İnsanlık olarak daha yolun çok başında olabiliriz, bilemiyorum.
Son bir soru sorayım... Kitapta Epikuros’un, “insanın kendi hayatını bir ölçüde belirleyebileceğini düşünürüm. İyi bir hayat yaşamak için, insanın elinde olanları iyi kullanması gerekir” görüşünü okuyoruz. Ekonomik eşitsizliklerin içerisine doğanların, emek sömürüsünün bu denli had safhaya ulaştığı bir çağda, ne kadar isteseler de ‘’iyi’’ bir hayat yaşayabileceğini düşünüyor musun?
Bu biraz iyi bir hayattan ne anladığınıza bağlı. “İyi” bir hayat daha mutlu bir hayat yaşama isteğinin herkes için temel bir arzu olduğunu düşünüyorum ve bunu başarmak o kadar da zor değil. Kendi açımdan baktığımda, her şeye rağmen, “iyi bir hayat yaşayabilirim” diyorum. Ancak bu kendiliğinden olacak bir şey değil, benim onu nasıl kurguladığım, nerede aradığıma bağlı. Epikuros ve dönem filozoflarına dikkat edersek “iyi” yaşamı dışarda bir yerlerde değil kendi iç dünyalarında aradıklarını görebiliriz. Bu bizlere epeyce bir şey söylüyor olmalı.
Bu güzel röportaj için çok teşekkür ederim Yılmaz.
Ben teşekkür ederim.