“Şahit olmak sadece algılama yetisini değil, aynı zamanda tanık olunan olayın sonuçlarını doğrulayabilme yetisini de gerektirir.”[1] - Anil Bawa-Cavia & Patricia Reed
“Direnmeli, savaşmalı ve ölümle yüzleşmeliyiz. Hakikat ve Akıl bizden bunu talep ediyor.”[2] - Jean Cavaillès
1968 Mayıs’ına giden süreç boyunca Fransa büyük değişimler geçirmişti. Savaşın bitişinden beri ülkenin nüfusu neredeyse on milyon kadar artmış, tarım sektörü toplam işçilerin yaklaşık yüzde otuzuna ev sahipliği yaparken bu oran yüzde onlara kadar düşmüş ve üniversitelere giren öğrenci sayısı da 150 binden 510 bine yükselmişti.[3] Elbette, bütün bunlar bir vakum içinde gerçekleşmemişti. ’45 sonrası uzlaşmanın[4] hayatta kalması için uluslararası ilişkilerin yeniden yapılandırılması gerekiyordu ve Fransa da bu yeniden yapılandırmadan payını alacaktı. Atlantik imparatorluğunun en keskin bürokratlarından biri olan Dean Acheson[5] liderliğinde bu yeniden yapılandırmanın hatları çizildi. Öncelikle uzlaşmanın kalıcılığı garantiye alınmalıydı. Bu doğrultuda merkezde (ABD) yaşanabilecek potansiyel ekonomik dalgalanmalardan dünya ekonomisinin çok etkilenmemesi için birtakım tampon bölgeler oluşturulacaktı. Bu tampon bölgelerin istihdamı, hem küresel sermaye birikiminin durmasını engelleyecek (ikinci bir 1929 olmayacak) hem de ABD’nin ideolojik rakiplerine jeopolitik bir gözdağı verecekti. Bu görevi üstlenecek olan ülkelerin belirlenmesi aynı zamanda ABD’nin kendi müttefiklerine de devrin değiştiğini göstermesi için bir fırsattı. Fırsattan istifade ve herkesin beklentisinin aksine, dosyadan İngiltere ve Fransa değil, Batı Almanya ve Japonya[6] çıktı. ABD tarafından bakıldığında karar anlaşılırdı;[7] her iki ülke de ABD ordusunun gayri resmî askerî üslerine dönüştürülmüştü ve geçmiş endüstriyel altyapı geleneği bakımından kuvvetliydi. Yine aynı önemde olmak üzere, iki ülke de Sovyet etki alanına coğrafi olarak yakındı. Bu karara reaksiyon eksik olmadı tabii ki, ancak, Fransız teknokrasisin bu tercihe gösterdiği tepki[8] ABD’nin onlara verdiği masa altı bir teklifle yumuşadı. Evet, belki Alman ekonomisi ve para birimi yeniden yükselecekti ama bunun karşılığında Fransız bürokratları da yeni Avrupa’nın oyun kuruculuğunu ele geçirecekti. IMF ve OEEC[9] gibi kurumların yönetici kadrolarında Fransızlar tercih edilecek, Kıta Avrupası’nın öncelikli askerî gücü de yine aynı şekilde Fransa olacaktı.
Böylece, tarihin kendini yönetici sınıfların patolojisinde tekrar etmesi için de uygun ekonomi-politik koşullar oluşmuştu. Nasıl bir zamanın Fransız aristokratları, Karolenj Hanedanlığı’nın yıkılışıyla başlayan düzen değişikliği sonrasında elde ettikleri pozisyonların önemine vücutlarındaki tüm ideolojik enerji ile bağlandılarsa;[10] bu modern Fransız ulus-devletinin muhtelif burjuvaları ve idari kadroları da, dünya-sisteminin aldığı bu yeni kurallar bütününde, kendilerine biçilen kaftanın önemine aynı kibirle tutundu.[11] İsyana yaklaşan günlerde kitlelerin ilk hedeflerinden biri, bu kibrin Fransa’nın içine doğru yansımasına karşı olacaktı.
De Gaulle 1969 anayasa referandumunda oy kullanırken
Darbenin başını çeken generaller: Edmond Jouhaud, Raoul Salan ve Maurice Challe
Massu ve De Gaulle
Devletin üst kademelerindeki bu ruh hali, daha sonra Fransa’nın politik tahayyülünde büyük sonuçlar doğuracak iki büyük gelişmeyle iyice pekişti. İlki, 1958 yılında yaşanan Massu ve Salan kriziydi.
Cezayir’de süren savaşın beklendiği gibi gitmemesi üzerine ikinci bir Dien Bien Phu[12] vakası yaşamak istemeyen bir grup sağ görüşlü general, Cezayir’in başkentinde bir darbe düzenler. Onların gözünde, (FLN gerillalarının aksine) askerler “rahatça” hareket edemiyor, eylemlerinin meşruiyetini sağlayacak yasal kılıfların parlamento tarafından çizilmesini beklemek zorunda kalıyordu. Amaç Fransız hükümetinin baştan savma halini kendine getirmek ve askere aradığı konforu sağlamaktı. Ancak bu sonucu almak için Cezayir’in kontrolü yeterli değildi. Müdahalenin başını çeken ve savaş boyunca Cezayir halkına uygulanan işkence metotlarının da en büyük destekçisi olan generaller, Jacques Massu[13] ve Raoul Salan,[14] yaşadıkları yasal sıkıntılardan çıkmanın tek yolunun Paris’in kontrolü olduğunu düşündüler. Bunun üzerine operasyonun sonraki aşamasına geçildi ve 24 Mayıs’ta Korsika’nın de facto işgali için adaya bir paraşüt birliği yollandı. Korsika’dan sonra sırada Élysée Sarayı’nın[15] olduğunu anlayan Pierre Pflimlin (dönemin başbakanı) hızlıca istifa etti.
İkinci büyük gelişme tam da bunun üzerine oldu: Pflimlin’in istifası üzere, generallerin de desteğini alarak, De Gaulle siyasi emekliliğinden göreve geri dönerek hükümetin başına geçti ve kriz fırsatını yakalayan her otokratın yaptığı gibi, bu ânı kendine olağanüstü yetkiler tahsis etmek için kullandı. Halktan ciddi bir tepki oluşmaması üzerine, birtakım klasik bahaneler kullanarak (“karar mekanizmaları çok yavaş işliyor”, “icraat yapamıyoruz” vb.) anayasa değişikliğine gitti. Böylece, IV. Cumhuriyet yıkıldı ve 18 Brumaire küllerinden V. Cumhuriyet ile yeniden doğdu. Fransa bundan böyle (Yarı-) Başkanlık Sistemi ile yönetilecekti.
Fransız bürokratlarının kendini beğenmişliği ve V. Cumhuriyet’in darbe kökenli doğumu, zaten gerici birçok nitelik taşıyan Fransız akademik sistemine yeni giren öğrenciler için daha da kötüye alametti. Müfredatlar çoğu fakültede “acınası bir seviyede gelenekseldi”.[16] Akademi dışında devam eden entelektüel faaliyetler ile kıyaslandığında amfilerde anlatılanlar banal, anlatılanların değerlendirilmesinde kullanılan sınav yöntemleri ise inanılamayacak kadar arkaikti.[17] Bütün bunların yanında ekonomik istihdam (özellikle sosyal bilimlerde) görülen öğrenci sayısı artışını karşılayacak bir seviyede değildi. İş bulan öğrenciler ise öğrendiklerini yavan bir bilirkişi kalıbında, teknik bir ekspertize dönüştürerek satmaya mahkûm olmuştu.[18] Bu resmin altında Saint-Germain-des-Prés’nin kafeleri teorik maharetleri gelecek kaygıları kadar yüksek, Fordist karma ekonomilerin onlara sağladığı boş zaman güvencesini öfkelenmek ve örgütlenmek için kullanan binlerce genç ile doluyordu.
Her bir faktör göz önünde bulundurulduğunda Fransa’nın bir saatli bomba olduğunu fark etmek için Pierre Frank’ın öngörüsüne sahip olmaya gerek yoktu.[19] Nanterre’in kapatılmasıyla başlayan, Sorbonne’daki gösteride 600 küsur öğrencinin tutuklanmasıyla hızlanan ve nihayet Quartier Latin’deki Barikatlar Gecesi ile tavan yapacak süreç henüz ortaya çıkmamışken bile PCF dışındaki sol durumu iyi okuyordu. Solun içinde 68’i yanlış değerlendiren tek grup ilginç bir şekilde Maoculardı. Robert Linhart, Epistemoloji Çevresi ile köprüleri attıktan sonra Broyelle’le birlikte Çin’i ziyaret etmiş ve Kültür Devrimi’nde önemi iyice artan Kitle Çizgisi anlayışından etkilenmişti. Gezilerinin dönüşü sonrası bu siyasetin Fransa’da icra edilebilmesini sağlamak için Çin sempatizanlarının ilk önemli örgütü olacak Marksist-Leninist Genç Komünistler Birliği’nin (UCJ-ML) kuruluşunda yer aldılar.[20] Quartier Latin’deki büyük çatışmalarda sessiz kalan Maocular, 7 Mayıs’ta Linhart ve UCJ-ML’nin çağrısı üzerine École Normale’de bir meclis düzendiler. Konu, eylemlerin bir sonraki aşamasında nasıl bir tavır alınması gerektiğidir:
Maocu liderlerin hepsi katılımdadır: Mayıs sonrası dönemde Linhart’dan liderliği devralacak Pierre Victor, eski Radikal Parti başbakanı Pierre Mendès France’ın yeğeni ve Mayıs sonrasının nüfuz sahibi yayın organı Vive La Révolution!’un editörlerinden biri olacak Tiennot Grumbach ve Christian de Portzamparc adında bir École des Beaux-Arts öğrencisi. … Linhart’ın liderliği altındaki Maocular bir taraftan Gaullistlerin öbür taraftan Sosyalistlerin, aynı Haziran Günlerinde [1848] ya da Paris Komünü’nde olduğu gibi Fransız işçilerini düzen güçleri tarafından katledilecekleri sokaklara dökmek istediğini düşünüyordu.[21]
Toplantıda Linhart bu pozisyonun uzun bir savunusunu yaptığında ona sadece eşi karşı çıkmıştı. Geri kalanların sessizliği ise semptomatikti. Her ne kadar sol içerisindeki diğer gruplarla karşılaştırıldıklarında (özellikle Stalinistlere kıyasla) kendilerinin ne kadar keskin ve ileri görüşlü olduklarını durmadan dile getiriyor olsalar da Maocular ’68’de sınıfta kalmıştı[22] ve bunu Nicole Linhart dışında kimse sesli söyleyemiyordu. Pierre Victor (Benny Lévy) bu durumu daha sonra şöyle anlatacaktı: “Öğrenci hareketine karşı fazlasıyla şüpheyle yaklaşıyorduk. Çok ama çok dar seviyede proleter bir perspektifimiz vardı.”[23]
Genel grev çağrısı sonrasında Paris, 13 Mayıs 1968
Toplantı sonrasındaki bir hafta boyunca Linhart’ın paranoyası daha önce görülmemiş boyutlara çıkmaya başlamıştı. En sonunda Barikatlar Gecesi öğrenciler ile polis doğrudan bir çatışma içerisine girerken öngördüğü katliamın gerçekleşeceğini düşünen Linhart, büyük bir telaşla Çin konsolosluğuna gitti ve oradaki görevlilere tahminlerini anlattı.[24] Çinli diplomatlardan beklediği reaksiyonu bulamayınca da aynı oraya gelirken yaşadığı telaşla bulduğu ilk trene binerek şehir dışına çıktı.
Cahiers Pour l’Analyse’de ise durum sokaktaki “somut” görüntünün tam aksi yönünde hareket ediyordu. Badiou’nün derginin editöryal direksiyonundaki ağırlığı artmıştı. Siyaset, psikanaliz ve edebiyat üzerinden birkaç sayı çıkardıktan sonra dergi epistemolojiye geri döndü. Badiou’nün sözleriyle: “Fransız epistemoloji geleneğinin mirasçıları olan bizler için felsefenin bilimsel disiplin ile karşılaşmasından kaçması söz konusu olamazdı.”[25] Bu doğrultuda, “Formalizasyon” temalı onuncu sayı bu mirasa büyük bir methiye olmak üzere düzenlendi. Fransız epistemoloji geleneğinin ilk taşlarını atan Brunschvicg’in bir yazısıyla başlayarak geleneğin kökenlerini ve sürekliliğini; Gödel, Boole, Ladrière ve Blanché’den[26] yazılarla devam ederek geleneğin çağdaşlığını ve ilerleyişini vurgulayacaklardı. Her şey bu övgünün en şaşaalı şekliyle sergilenmesi için yerinde gözüküyordu. Dergi dördüncü sayısında Derrida’nın Lévi-Strauss’a yaptığı iki saldırıyı yayımlaması ile popülerleşmiş, içinde Epistemoloji Çevresi üyeleri ve Foucault arasında dostane bir polemik içeren “Bilimlerin Söykütüğü” başlıklı dokuzuncu sayısı itibarıyla da Seuil Yayınları tarafından dağıtılmaya başlamıştı. Ancak, tam onuncu sayı yayına hazırlanıyordu ki yapılar sokağa inmek zorunda kaldı.
Linhart şehirden kaçışı beraberinde bir psikolojik çöküşü de getirmişti ve kendisi hızlıca bir hastaneye kaldırıldı. Bu esnada liderlerinin durumunu öğrenen Parisli Maocular hızlıca nerede yanlış yapıldığını tartışmaya başladılar ve günlerce süren münazaraların neticesinde anlaşmazlıklar UCJ-ML’nin bölünmesiyle sonuçlandı. Pierre Victor ve arkadaşları ’68’de kaçırdıkları rüzgârın ’70’ler boyunca başına çekmeye kararlılardı. Bunun için Ortodoks bir Maoculuğun yetersiz kalacağını görüyorlardı ama, izlenmesi gereken yolun Kültür Devrimi’nin direkt eylem ethosunun Fransa’nın kentsel şartlarına uyarlanması olduğu fikrinden de hâlâ vazgeçmemişlerdi. Bu hassasiyetler doğrultusunda, Mayıs’taki eylemlerden dört ay sonra Proleter Sol (GP) kuruldu. Linhart’ın Epistemoloji Çevresi ile yaşadığı anlaşmazlıktan neredeyse üç yıl sonra, Althusser’in Maocu öğrencileri bu örgütün çatısı altında yeniden birleşecekti.
Jambet ve Lardreau
Miller ve Milner başta olmak üzere Epistemoloji Çevresi’nin neredeyse tamamı hızlıca Proleter Sol’un üyesi oldu. Dışarıdan bakıldığında bu biraz çelişkili gözüküyordu. Zira Proleter Sol’u diğer örgütlerden ayıran en önemli niteliği direkt eyleme verdikleri önemdi (o kadar ki ’70’ler boyunca lakapları Mao-spontex olarak kaldı) ve bunun aksine Cahiers projesi formalist analizi gereği bu tür anlayışlara karşı olmalıydı. Ancak, biraz heyecan ve belki biraz da insanlar sokakta iken fazlasıyla teorik bir dergi yayımlamanın verdiği vicdan azabıyla analizlerinin dikte ettiği anlayış geride bırakıldı. Yüksek matematiğin vicdan azabı Cahiers projesini bitirdi ve her ne kadar derginin Mayıs öncesinde hazırlanan son sayısı 1969 yılında en sonunda yayımlansa da bu dağılmayı bir daha hiçbir şey toparlayamadı.
Bu esnada Badiou, arkadaşlarının sokağa inme konusunda gösterdikleri iradeyi paylaşsa da direkt eyleme verdikleri önemi paylaşmıyordu. Onun gözünde direkt eylem hem savunduğu teorik gelenek ile tutarsız, hem de pratik bazda yetersizdi. Daha önce 1960 yılında bir gazeteci olarak Belçika’ya gitmiş ve orada grev yapan birtakım maden işçileriyle diyaloğa girmişti. Onların meclislerine katılmış ve orada içinde aklın faal olmadığı toplumsal bütünlüğe evrenselliği yeniden kazandıracak, oradan ve oraya yapılacak bir müdahaleyle var olanı (statikliği) kırmayı mümkün kılacak politika-öncesi bir mevzi görmüştü. Ona göre ’68’in gösterdiği ders de buydu: Siyaset çoğu zaman düşünülenin aksine durmadan devam eden bir süreç değil, var olan durumun çatlağı olan mahallerin patlaması sonucunda gerçekleşen nadir bir olaydı.[27] Direkt eylem, zaten-var olan bir siyaset varsaydığı ölçüde ancak egemen durumun bir yankısından ibaretti. Badiou ve yakın dostu Sylvain Lazarus bu yeni formül ekseninde kendi örgütlerini kurdular (UCF-ML) ve ’70’lerin kızıl yıllarını buradaki faaliyetleriyle geçirdiler.
Proleter Sol 1975’e kadar Fransa’nın en önemli örgütü olmaya devam etti ve dönemin bir sürü entelektüeli de onlardan etkilendi. Sartre, Foucault, Godard, Beauvoir, Kristeva, Sollers ve daha nice kimse kısa bir süreliğine de olsa, Proleter Sol’un etkisi sayesinde Maoculuğa sempati besledi. Ancak, yetmişlerin sonu geldiğinde işler değişmeye başladı. Badiou ve Lazarus’un tahmin ettiği gibi Mao-spontex ve “sürekli eylem” bir noktada yorulmaya mahkûmdu. Ve bu durmak bilmezlik bir doygunluğa eriştiği anda dönüşler başlayacaktı. Ve aynen bu tahmini doğrular bir şekilde ilk dönüş yine Proleter Sol üyesi olan Christian Jambet ve Guy Lardreau’dan geldi. Lardreau ve Jambet 1976 yayımladıkları L’Ange[28] (Melek) isimli kitaplarında bir zamanlar Frankfurt Okulu’nun sorduğu “Devrim neden gerçekleşmiyor?” sorusunu değiştirerek, “Neden başarılı bir devrim gerçekleşmiyor?” sorusunu soruyordu. Cevapları ise Fransız devrimci hareketinin başarısızlığına bulunan bir ilaçtan çok başarısızlığın bir betimlemesi gibiydi: “ideolojik devrim, öznel olarak yatıştırılmış bir irade [une volonté mitigée], objektif olarak ise yatıştırılmaya yönelik bir iradedir… Hiç şüphemiz yok ki bizler de bizi kullanan bir ideolojik devrimin bir uğrağı olduk.”[29] Lardreau ve Jambet için her devrimci irade Maniheist bir şekilde kendisine karşı dünyayı saf bir antagonizme alarak harekete geçiyor, bu nedenle ne zaman tarihin materyal koşulları ile karşı karşıya gelse niceliksel bir değişim yaşamaya ve bu o şartların ona dikte ettiği sınırlara mahkûm olmak zorunda kalıyordu. Yani her mücadele ancak başarısızlıkla sonuçlanabilir, zira mutlak başarı tarihin kendisinin ortadan kalkması demek olurdu. Ancak bu pes etmeliyiz demek değil. Sadece tek yapabileceğimiz şeyin neredeyse ilahi sayılabilecek bir bahis oynamak olduğu demek, Heidegger’in o ünlü sözü ile ifade edecek olursak: “Bizi ancak bir Tanrı kurtarabilir.”
Jambet ve Lardreu’nun umutsuzluğunun arkasında Kamboçya ve Pol Pot’tan gelen haberler vardı. Yıllar boyu sürdürdükleri eylemlerin büyük bir sonuç yaratmaması dünyanın öbür ucundaki ideolojik ortaklarının başarısızlıklarıyla birleşince toplumsal değişim imkânsız gibi gözükmeye başlamıştı. Onların yumuşak dönüşü arkasında çok daha sert olanları getirdi. ’70’lerin sonu ve özellikle ’80’lerde popülerleşen (Deleuze’ün daha sonra bir enfeksiyon sürüsü olarak adlandıracağı) Yeni Filozoflar’ın en ilginç yanları (André Glucksmann, Bernard Henri-Lévy vs.) yaptıkları bayağı sosyalizm eleştirisi değil, ezici çoğunluğunun eski Proleter Sol militanı olmasıydı. Günümüze geldiğimizde ise Cahiers projesinden Miller ve Milner, Maocu gelenekten Pierre Victor ve daha niceleri özellikle Filistin konusu başta olmak üzere ABD dış politikasının en büyük destekçilerinden.[30]
Ljubljana Üçlüsü: Dolar, Zupančič, Žižek
’80’lerde başlayan uluslararası karşı devrimle Sol dağıldı. Mücadelede ısrar edenler küçük gruplara bölünerek parçalandılar, mücadeleyi terk edenler ise ya sessizliğe kapandı ya da sermayenin bir numaralı destekçilerine dönüştü. Bununla beraber 1980’lerin sonuna gelindiğinde iyiye doğru birtakım işaretler de belirmeye başlamıştı. Yenilgisi ihanete evrilmeyenler, bütün bu hikâyeyi sadakat kavramı altında yeniden okumaya karar verdiler. Badiou’nün 1988 yılında çıkan kitabı Varlık ve Olay ve Žižek’in 1989 yılında çıkan kitabı İdeolojinin Yüce Nesnesi bu hesaplaşmanın en iyi iki örneği. Bu bağlamda Varlık ve Olay’da Badiou’nün en önem gösterdiği kavramlarından birinin Varlık’taki boşluğun ortaya çıkışı olan Olay’ın yarattığı yeniliğe sadık kalarak Olay’ı olmuş-olacak yapan Özne olması veya projesi boyunca Varlığı Z-F küme teorisi, nesnel temsili ise Kategori Teorisi/Topos Teorisi kullanarak matematiksel bir düzlemde formüle etmesi şans eseri değil elbette. Žižek’in kitabına aslında tartışılması gereken ikilinin Foucault-Habermas değil, Lacan-Althusser olduğunu söyleyerek başlaması da aynı şekilde. Bu kitaplar Žižek ve Badiou’nün yaşanan bütün ihanetlere rağmen devrimci bir felsefe icra ederek Mayıs’a, bunu matematik ve ideoloji-eleştirisi yoluyla yaparak Cahiers Pour L’Analyse’e, dolayısıyla da Cavaillès’e ve Fransız Rasyonalist Epistemoloji geleneğine sadık kaldıklarının taahhüdüydü.
Badiou
Kendi adıma konuşacak olursam, bu yazıların amacı sadece dört sene boyunca çıkan bir felsefe dergisi ve onun naçizane serüvenini hatırlamak değildi. Daha ziyade Cahiers Pour L’Analyse’i anlatarak Cavaillès’ten Ljubljana Üçlüsü’ne varan bir geleneğin her defasında kendini çağın koşullarına göre nasıl değiştirdiğini, bunu yaparken başlangıçtaki misyonunu da (Akla ve Evrensel olana sadakat) nasıl kaybetmediğini göstermekti. Felsefenin akademik kapılar arkasına hapsolduğu bir dönemde; felsefe tarihinin, düşünce sistemlerinin taahhütleri doğrultusunda dünyayı değiştirmeye çalışan insanlarca yazıldığını görmek hepimize iyi gelecektir diye düşünüyorum. Platon Siraküza’ya gittiğinden beri bu böyle, bize düşen de buna sadık kalmak olacaktır. Verso Yayınları’nın Cahier pour L’Analyse üzerine iki ciltlik bir derleme çıkarmasının ardından, Jacques Alain Miller, içinde Badiou’nün kendisine yaptığı eleştirilere karşılık onu münazaraya davet ettiği mektup yazar ve bunu Peter Hallward’a yollar. Hikâyemizi Badiou’nün Miller’e yazdığı cevap ile bitirmeyi doğru buluyorum. Cahiers Pour L’Analyse’in elli beşinci yılı kutlu olsun.
Sevgili Jacques-Alain, bana Peter Hallward’a yazdığın mektubu, ‘bir döneğin itiraflarını’, gönderdiğin için teşekkür ederim.
Dönek kelimesi burada bir hakaret değil, sadece bir betimlemedir. 1969-1972 yılları arasında senin gibi yaşamış ve düşünmüş ama bugün Sarkozy kliği ile el ele olan, hatta Lacancı bir okulu [NATO’nun] Libya seferine ve onun övgü yazarı Bernard-Henri Lévy’ye iğrenç ve paradoksal bir desteğe bağlayacak kadar ileri giden birinin, Maoculuk bir kenara, solculuktan bir dönek olduğu herkes için gayet açıktır.
Öyleyse neden bu betimleye güceniyorsun? Bana öyle geliyor ki bundan gurur duymalı ve İyilerin lehine Kötülükten dönmüş olarak kendini savunmalısın. Hatta buna ahlâki bir Dönüşüm bile diyebilirsin.
Söylemekten çekinmeyelim: Senin için Dönüşüm olan benim için Dönekliktir. Dahası senin görüşlerin, en azından entelektüeller söz konusu olduğunda, zaten çağdaşlarının çoğunluğunu temsil ediyor. Dönmeyi reddettiği için hakarete uğrayan ve uğramaya devam eden aşırı azınlık ise benim, sen değilsin. Zaten uzun zamandır bununla yaşıyorum.
Bir döneğin itiraflarının benim için okumaya öncelikli olup olmayacağından şüphe duyduğunu söylemişsin. Ama bir gün broşürünü okuyacağım, hatta belki ilgiyle. Münazara konusuna gelince onu aklından bile geçirme, bir dönekle asla tartışmam!”
[1] Site as Procedure as Interaction, Construction Site for Possible Worlds, Urbanomic, Ağustos 2020
[2] “Ceremonie du 1er décembre 1945 à la Sorbonne”, 3, Fonds Cavaillès.
[3] Richard Wolin, The Wind from the East: French Intellectuals, the Cultural Revolution, and the Legacy of the 1960s, Princeton University Press, 2010
[4] Bretton-Woods.
[5] Dean Acheson, The Struggle for a Free Europe, W. W. Norton & Company, 1971.
[6] David Harvey, Spaces of Global Capitalism: A Theory of Uneven Geographical Development, Verso, 2019, s. 30-34.
[7] Yanis Varoufakis, The Global Minotaur, Zed Books, 2011, s. 72-90
[8] Müttefikler 1946’da savaş makinesinin tekrar kalkınmaması için Almanya’daki 1.500 fabrikanın yok edilmesine hükmetmişti. Bu kararın en büyük destekleyicileri ise Fransız ulusalcıları olmuştu.
[9] Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü (Organisation for European Economic Co-operation). Daha sonra OECD’ye evrilecek olan bu örgütün merkezi hâlâ Paris’tedir.
[10] Perry Anderson, Passages from Antiquity to Feudalism, Verso, 2013
[11] Fransız elitlerinin bu özelliğinin AB projesinin gelişiminde nasıl bir rol oynadığını görmek için bkz. Perry Anderson, The New Old World, Verso, 2011
[12] Dien Bien Phu Muharabesi, I. Çinhindi Savaşı’nı Fransa’nın kaybetmesini sağlayan cephedir. Bu mağlubiyetin dönemin Fransız tahayyülü içindeki yeri için bkz. Kristin Ross, Fast Cars, Clean Bodies: Decolonization and the Reordering of French Culture, October Books, 1994
[13] De Gaulle ’68 isyanını kontrol edemeyince 29 Mayıs’ta Almanya’nın Baden-Baden kentine bir yolculuk düzenler. Orada Jacques Massu ve birliklerinden gerekirse Paris’e yürümeleri gerektiğini söyler.
[14] Salan daha sonra Cezayir’de işlediği savaş suçlarıyla bilinen Gizli Ordu Örgütü’nün (OAS) kurucularından olacaktır.
[15] Opération Résurrection.
[16] Richard Wolin, The Wind from the East: French Intellectuals, the Cultural Revolution, and the Legacy of the 1960s, Princeton University Press, 2010, s. 51.
[17] Özellikle felsefe bölümünde uygulanan “Agrégation” sınavlarının Fransız felsefesinin tarihine etkisini incelemek için bkz. Alan D. Schrift, “Effects of the Agrégation de Philosophie on Twentieth Century French Philosophy”, Journal of the History of Philosophy, 46(3), 2008, s. 449–474
[18] Bu gözle bakıldığında 20.yüzyıl Fransız düşüncesinin dinamizmi kurumların desteği ile değil onlara rağmen gerçekleşmiştir
[19] Pierre Troçkist hareketin en önemli figürlerinden biridir. Anlatılanlara göre eylemlerin gerçekleşeceğini senenin ilk aylarında fark etmiş. Tariq Ali, Street Fighting Years: An Autobiography of the Sixties, Verso, 2018, s. 237.
[20] Yakın tarihte fédération des cercles marxiste-léninistes ve mouvement communiste français marxiste-léniniste (MCF-ML) gibi benzer denemeler olmuş ama çok kitle toplayamamışlardı.
[21] Richard Wolin, The Wind from the East: French Intellectuals, the Cultural Revolution, and the Legacy of the 1960s, Princeton University Press, 2010, s. 95-96.
[22] PCF ve CGT’nin grev kararı alması ile harekete geçtiler ancak geç kalmaları nedeniyle asla diğer hareketler kadar kitle toplayamadılar.
[23] Manceaux, Les Maos en France, Gallimard, s. 54-56.
[24] Richard Wolin, The Wind from the East: French Intellectuals, the Cultural Revolution, and the Legacy of the 1960s, Princeton University Press, 2010, s. 134.
[25] Theory from Structure to Subject: An Interview with Alain Badiou, Paris, Fransa, 6 Mayıs 2007.
[26] Blanché’nin 1955 yılında çıkan L’Axiomatique başlıklu kitabı küme teorisi temelli aksiyomatik düşüncenin felsefe öğrencileri tarafından okunmasında büyük rol oynamıştır.
[27] Badiou, Peut-on penser la politique?, Seuil, 1985
[28] Bu kitap ve Lardreau üzerine daha fazlası için bkz. Peter Hallward, “Fallen Angel: Guy Lardreau’s later voluntarism”, Radical Philosophy, 2018, https://www.radicalphilosophy.com/article/fallen-angel
[29] Jambet & Lardreau, L'Ange, Grasset. 1976, s. 110-135.
[30] Badiou’nün Proleter Sol’un akıbeti üzerine düşünceleri için bkz. https://marxistleninist.wordpress.com/2008/12/03/badiou-on-different-streams-within-french-maoism/