Kamusal olan ile özel olanın birbirine hat çekerek karıştığı, sınırlarının hiç olmadığı kadar katı ve aynı zamanda bir o kadar geçirgen olduğu bir durum söz konusu bugün. Burada bahsi geçen sınırlar iki boyutlu bir çizgi olmaktan ziyade kendi mekânsallıklarına sahip eşiklerdir, yani sınırın nerede başlayıp nerede bittiği de bir muammadır.
Pandeminin bu çetrefilli durumuna adaptasyonları okumak ancak bir andan başka bir âna ya da bir fragmandan başka bir fragmana geçişlerde çelişen, karmaşıklaşan, katmanlaşan durumlarla mümkün olabilir. Aslında okumanın kendisi hem bu süreçte kapanmaktan ve ötekinden uzak olmaktan dolayı bir üst söylemi, hem de bu süreci en ufak partiküllerinde hisseden referansları işaret ediyor.
Merkezden dışarıya doğru olan bakış açısının Rönesans’la beraber insan-dünya- kosmos eksenine uzandığı ve çok-merkezli bir hale geldiği malumdu, şimdiyse “tek bir merkezde olma zorunluluğunda mümkün olabilen her merkeze bakmak” türünden yeni bir bakış açısıyla karşı karşıyayız gibi görünüyor.
Zorunlu olarak kapatıldığımız, kapandığımız bu dönemde, “öteki” hem arzunun hem de korkunun kendisi oldu. Tesadüflere açık olan potansiyellerin ve mümkün organsız bedenlerin erişimi kısıtlandı, rizom[1] yapılar ortalarından kesildi. Şimdi artık merkezdeki konumumuzla ötekini, ötekindeki mümkün rizomları ve organsız bedenleri[2] arayan bir organsızlaşma çabasına girdik. Bu çabaların her bir teşebbüsü bir fragman gibi önümüzde belirip kaybolurken, “habitus” ve “öteki” kavramları kendilerini hep hatırlatıyor olacak.
Adaptasyon: Ev
Artık sıradanlığına şükrettiğimiz Ev’e yolladığımız bakışlarda onun hakkında ilk keşif belki de “Ev’in halet-i ruhiyesi” ile ilgilidir, çünkü o artık ahalisini hiç olmadığı kadar temsil eder oldu. “Eski normalde” kendi içine kapanma eğiliminde olan evin temsil halinin pandemide daha çok gözler önüne serilebiliyor olması Pierre Bourdieu’nün habitus kavramı ile açıklanabilir. Habitus, bireyin öznelcilik-nesnelcilik momentleri arasında içselleştirdiklerinin pratikleri kanalıyla görünür olması olarak açıklanabilir.[3] Bireyin bilinç düzeyiyle gelişmeksizin kendini varlık koşuluyla görünür kılan bu kavram çokça balığın fark etmediği ve bulunduğu ortamın bütün veçhelerine nüfuz eden suya benzetilir. Evimizde deneyimlediğimiz mekânsal pratiklerimiz bizim habitusumuzun yansımalarıdır, bu durumda ev hem ontolojik hem fenomenolojik olarak habitusumuzun bir temsili durumundadır.
Fragman: Ekran
Evdeki en belirgin adaptasyon, “ekran(lar)” üzerinde -görme duyusunun baskınlığını eleştirenlerde dahi- gelişti. Bu gelişim “ekranın” sadece görme ve gösterme ile ilgili olmasını sorgulayabileceğimizi işaret edebiliyor.
Öteki ile toplaşma mekânları olan ve kamusal olanı aralayan Zoom ekranlarında birey duyulur dünyada kendi habitusunu “görünür kılma” çabasına girdi. Bu çaba boşluk olarak görülen Zoom ekranlarımızın nasıl habituslarımız tarafından doldurulduğu ile ilgili. Fiziksel bir beden yok, jestler ve mimikler sınırlı ama bedeni imgeleyenler baki. Eşzamanlılıkta görülenin önce kendi görünürlüğü ile yüz yüze gelmesi söz konusu, kendi yansımasını bu kadar sık görmeyen insan, sanki suda yansımasını gören ilk insan gibi takılıp kalıyor. Toplantı esnasında, “acaba nasıl görünüyorum, acaba nasıl gösteriyorum” düşüncesi olmadan da kendine bakmak bu yönden olağan bir durum. Katılımcılar zaman zaman kendi görünürlüğünü engelliyorlar, hatta konuşmacılar gördüklerine ve gösterdiklerine takılıp kalmamak için görünen elementleri manuel olarak (sadece kendinin görebileceği kâğıtları bilgisayar ekranına koymak gibi) etkisiz kılabiliyorlar. Kendi görünürlüğünü dijital olarak engellemek de bir seçenek tabii.
Baudrillard ekranın etkin gücünü anlatırken “bana bakın çünkü ben bakılan bir şeyim”[4] diyen bir insan tipinden bahseder. Bu görüldüğünün farkında olan insan tipine bugün Zoom toplantıları için öneriler hasıl olsa da (ışığın hangi renginin yüze hangi açıdan gelirse daha iyi bir görüntü olacağı, kamera için uygun yüksekliğin nasıl ayarlanacağı gibi…) görünen sadece suretten ibaret değil. Ancak kendi habitusumuzun görünürlüğünün farkında olup Baudrillard’ın sözünü biraz bükersek, “bakın mekânım beni böyle temsil ediyor” dediğimiz durumlar söz konusu.
Bu durumları belki de “habitus sergisi” diye adlandırmak çoğu zaman mümkün. Dağınıklığın asla görünmediği arkamızda sadece duvar mı var, duvarın bireyin zevkini işaret eden boyası nasıl, duvarda asılı olan çerçeveler mi var ya da şık bir büfe ve üzerine nizamla dizilmiş, özenerek seçilmiş objeler mi var, belki bir kitaplık ve “bakın işte ben böyle de okunuyorum” diyen bir kütüphane… Bir başka fragman ise öznenin kendisi dışında görünen her türlü nesnenin (eldeki bardağın bile) yerini tutan sanal arka planlar. Bu “habitus sergilerinin” her zaman özne tarafından bilinçli olarak yapıldığını iddia etmek “habitus” kavramıyla örtüşmez, elbette böyle bir niyetim yok, bu tür girişimler özne tarafından pek önemsenmiyor ya da bilinçli olarak yapılmıyor olabilir. Ancak bu sergiler herkesten önce öznenin kendisine görünüyor ve özel olandan kamusal olana doğru uzanıyor.
Görülenin yanında görenin de bu görünürlüğe ihtiyacı var. Pek çok öğretmen “sanki duvara anlatır gibi”, “sanki kendi kendime konuşuyor gibi” diyerek öğrencilerinden görünürlüklerini talep ediyorlar. Gören açısından durum daha da katmanlaşmaya müsait. Katıldığım bir Zoom toplantısında yazlık bir evin bahçesinde olmam sebebiyle arkamda görünenler (iki müştemilat arasına asılı bir ipte olan havlular, kıyafetler) üzerine bir hocamın “Yoksa Dolapdere’de misin?” demesi ve o imajı tanıdığı bir mekânla ilişkilendirmek istemesi elbette hemen zihninde birbirini çağıran imajlarla ilgili. Belki de gören ilk anda bu habitus sergisine bakıyor, ötekinin sergisinde ne var diye düşünüyor, bireyin kendisinden önce bu sergiler konuşmaya başlıyor.
Peki bir süre sonra bu fiziksel olmayan “yerde”[5] bilginin akışına kapılmışken, habitus sergilerine ne oluyor? İmajların birbirini takip ettiği dünyada eşzamanlılıkla birbirinin içine giren ve sınırlarda anlam üreten bir dada şiirini okumak gibi bu ekranları hissediyor olabiliriz. Bu şiirlerin okunma biçimiyle benzerlik göstererek birbiri ardına dizilenlerle değil, sürekli “hem” olanları içeren bir süreçte sınırlardaki akışkanlığıyla -yeni anlamın kesintisiz üretimiyle- bu “yer” var olabiliyor. Habitus sergileri de bu akışkan sürece dahil olan, “hem” olan elementlerdir. “Hem o hem bu hem şu hem…” artık bu hemlere bağlanacak bir şey kalmadığında kamusal olan kendini terk edilmeye hazırlar, toplantı sona erir.
Ekranı doldurma meselesi zaten eski normal olan gündelik hayatın içinde eleştiriliyordu. Kaynağı Gezi’ye kadar uzanan bu eleştiriler, televizyon ekranının özellikle son sekiz yılda nasıl doldurulduğuyla ya da boşaltıldığıyla ilgiliydi. Pandemi ile beraber erişime açılan her kaynak ekranın hiç olmadığı kadar bireye ait olmasını sağladı. Kütüphane arşivleri ve konser ya da tiyatro gibi etkinlik arşivleri, “habituslarını sergileyen” özneler, dolaşımının hızı ve kolaylığıyla mülkiyetini sorgulatan bilgi, İstanbul Mimarlık Festivali ve İzmir 3. Felsefe Seminerleri gibi çevrimiçi etkinlikler ekranın bireyin habitusuyla ve onu etkileyenle nasıl doldurulup taşabileceğini de ifade ediyor. Ulus Baker’in belirttiği imajların bombardımanına maruz kaldığımız[6] yeni gündelik hayatta, artık bu imajların bir kısmını seçiyoruz, çünkü bir özneye sirayet edebilecek imajlardan çok daha fazlasına erişebileceğimizi biliyoruz. Bu durum, ekranın ne ile dolduğunun ve zamanın önemini hissettiriyor. Bununla paralel olarak, pandemiden önce tesadüflerle ve bağlamdan kopuk her türlü ötekiyle karşılaşılan molaların yeni duruma adaptasyonda ötekinin yokluğundan dolayı kısaldığını söylemek mümkün.
Fragman: Ölçek
Ev ile merkezleşen ve küçülen alanda, bu yeni insan ölçeğine uygun bir düzenleme, detaylandırma oldu. Bu detayların ekrana olan adaptasyon gibi görmeye ve göstermeye yönelik olduğu gibi daha deneysel olduğu da söylenebilir. Ötekinin tesadüfen görülebileceği şeffaf yüzeylerde özneye ait bireysel gündelik hayat laboratuvarları üredi. Karşı binada, hangi katta kaç yaşında insanların olduğu, sigara içip içmedikleri, komşuların sesleri daha belirgin oldu bu ölçekte. Mutfakta geçen zamanın artması ile çoğu zaman çamaşır asılan balkonların çiçeklenmesi, dışarıdan gelecek toksik olarak görülen her türlü ötekinin nasıl bir konumda duracağı öznenin adaptasyonlarını işaret ediyor. Aslında eve bir dönüş yok, bu bir kapanma ve burada habitusun sirayet edeceği yüzeyler kendilerini görünür kılıyor. Bu da özne-mekân arasındaki ilişkiselliği düşündüren fragmanları her gün tekrar tekrar üretiyor.
Balkonlu, geniş metrekareli ve ışık alan evler, özne-mekân ilişkiselliği konusunda muhakkak avantajlı. Bu durumun “mekân adaletsizliği” diye okunmaya başlanması, fiziksel olarak uygun elementleri belirleyen, mekânın üzerine teoriler, deneyler üreten mimar tarafından olağan. Ancak olağan olmayan bir durum var ki “sen böyle güzel güzel anlatıyorsun ama… ben buradan şöyle yer kazanırım” diyen her insanın bu adaletsizliğin katılımcısı olduğunu kullanıcılar yeni ölçekteki mekânlarında hissediyorlar. Mimarlık eğitiminde sıkça geçen “aslında boşluk tasarlıyoruz” türünden ifadeler şimdi herkesçe anlaşılıyor.
Adaptasyon: Kent
Hangi kente adaptasyon? Aylaklığın mümkün olmadığı, eşitsizlik karadeliklerinde insanların yutulduğu bir sisteme mi, yoksa ulaşılmaz bir hayale mi?
Fragman: Bedenin mekânsallığı
Sınırı oluşturan ve kendisi sınır olan bedenlerin mekânsallığı artık teori olmanın ötesinde pratikte hissediliyor. Bedenin dokunduğu nesnenin bile artık toksik bir mekânsallığı varken ötekinin mekânı nerede başlıyor nerede bitiyor, bunu yeni normal denilen gündelik hayatta anlamak zor. Ötekine göre konum almak, ondan tamamen yalıtılmış olmak bu yönden bir mekânsallıkta neredeyse imkânsız. Burada bahsettiğim bedenin mekânsallığının, kişisel alan olmasının ötesinde bir anlamı var. Bugün kamusal olanın ya da kentin bütün toksikliğine rağmen Boğaziçi’nin ve onlara destek veren öğrencilerin mülkiyetlerini kendi mekânsallıklarıyla araması türünden bir anlamdan bahsediyorum.
Fragman: Kent sistemi
Toksikliği korku salan kentte, fiziksel olarak işe gitmek zorunda olan ve kentin bir sistem olarak varlığını devam ettiren kentlinin adaptasyonu yaşam pahasına. Bunun karşılığı olarak basit bir çözüm sunuluyor, yalıtılmışlık. Elbette yurt-yol-iş arasında bir haritaya kapatılmış Dardanel Fabrikası’nın işçileri insanın böyle bir sistemdeki yerini açık ediyor…
Fragman: Kentin hayali
Diğer taraftan kentin karadeliğinde yaşayanlar artık kenti sadece hayal ediyorlar. Calvino’nun görünmez kentlerinden birinde yaşıyoruz ve Marco Polo bir an önce bu kentten kaçmaya çalışıyor gibi. Bu kentte, yapanın yokluğu var. Kendi içine kapanık olan stadyumlarda seyircisiz oynanan maçlardan dolayı etkilendiklerini söyleyen takımlar, yayınlarda taraftar sesi tercihleri var. Vodafone Park’ta dijital olarak bilet alabilme ve orada bir bilet karşılığı doldurdukları ekranlarda koreografi oluşturma girişimleri mevcut. Başka bir katılım girişimini (her ne kadar “katılımcılık” başlığı tartışılabilir olsa da), İBB’nin açmış olduğu, sonucunu İstanbul’da ikamet edenlerin belirlediği önemli kent merkezlerinin değişim dönüşüm yarışmalarında görebiliriz. (Mimarın aslında mimarlara anlattığı) projelerde kentli, mümkün kentleri, çok bildikleri meydanları hayal ederek sürece katıldı. Bu hayaller başka bağlamlara ait olsalar da kentliye ve kentliyle Görünmez Kentler’i görünür kılmaya yönelik girişimler olarak okunabilirler.
[1] Deleuze ve Guattari’nin metaforlaştırdığı rizom kavramı, botanik bilimine aittir. Bu kavram, birbirine bağlı olan bir kök sisteminde noktaların birleştiği ancak bu noktaların sabit kalmadığı ve oluşturdukları rastlantısal ilişkileri işaret eder. Böylece rizom, başı ya da sonundan değil, ortasından katılan ilişkilere gebedir.
[2] Organsız beden kavramı, Deleuze ve Guattari’nin bedenin organlarla olan hiyerarşik organizasyonunun tam karşıtı bir metafor olarak düşündükleri, sürekli başka bedenlerle temas eden ve bu sayede her şeyin mümkün hale geldiği durumları ifade eder.
[3] Etil, H. ve Demir, M. (2014). “Pierre Bourdieu’nün Bilim Sosyolojisine Katkısı: ‘Alan Teorisi’, ‘Habitus’ Cini ve ‘Refleksivite Talebi’”. Cogito, (76), s. 312-349.
[4] Baudrillard, J. (2002). Tam Ekran, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
[5] Burada dijital bir ortam için “yer” kavramını kullanmak Platon’dan Heidegger’e, Norberg-Schulz’dan Marc Auge’ye kadar yer hakkındaki literatürü göz önüne alınca fazlaca iddialı gelebilir. Ancak tekrar yerin yer olma özelliğini coğrafyadan alıp insanın deneyimiyle bağdaşan halini düşünmek, bilginin dolaşımda olduğu bu Zoom oturumlarında fiziksel mekânının ötesinde insanın diyalojik olarak ilişkiye girdiği bir “yerde” olduğunu işaret etmiyor mu?
[6] Baker, U. “Visual Thinking - Lecture I.”, http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=21,249,0,0,1,0,