Parti’nin 17 Şubat’taki Yedinci Olağan İl Kongresi’nin yaklaştığı şu günlerde Ankara sokakları AKP’nin reklam afişleriyle donatıldı: Parti, beş ayda sadece Ankara’da 103.536 yeni üye kaydetmiş; ülke genelindeki oy miktarını ise 10 milyonun üzerine çıkarmıştır. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, internet sitesindeki verilerini 12 Ocak 2021 tarihinde güncellemiş; bu tarihte partinin üye sayısının 11 milyon 157 bin 656 kişi olduğu görülüyor. AKP’ye en yakın parti CHP’nin üye sayısı neredeyse AKP’ninkinin onda biri kadar; CHP’nin 1 milyon 255 bin civarı üyesi var.
Bu haberle birlikte çarşı pazar da karışmadı değil. Sözcü gazetesinden İbrahim Akduman’ın haberine (17 Ocak 2021) göre “CHP Ordu Milletvekili Mustafa Adıgüzel, Ordu Eğitim-Sen Başkanı ve bir ilçe temsilcisi … kendilerinden habersiz bir şekilde AKP'ye üye yapıldıklarını ileri sürerek, İçişleri Bakanlığı'na soru önergesi ver[mişler]”. Aynı haberden Eğitim-Sen Ordu Şube Başkanı Sezgin Yılmaz’ın konuyla ilgili suç duyurusunda bulunduğunu da öğreniyoruz. İsmail Akduman (20 Eylül 2020) daha önce de konuya dair haber yaparak “Külliyede 1 gün geçirme vaadiyle [AKP’ye] üye kaydı” yapıldığını iddia etmişti.
Haberlerdeki iddialar doğrudur ya da yanlıştır bilinmez ama partinin billboardlarda “reklamını yaptığı” üye sayılarının kesinkes doğru olduğu rahatlıkla söylenebilir. Her ne vaatle kaydetmiş olursa olsun, AKP “resmî” üye sayısının açıklanan rakamlardan bir kişi bile eksik olmadığını iddia edebilirim: “Artan üye sayısı” üzerinden bir “reklam kampanyası” yürütecek olan bir partinin (birlikte çalıştığı reklam ajansının) isteyen herkesin rahatlıkla ulaşabileceği bu rakamlar konusunda şüphe uyandıracak bir kampanya yürütmesini düşünmek bile mantıksız.
Yeri gelmişken yazayım, okumakta olduğunuz yazı AKP’nin üye sayısının artıp artmadığına dair popüler tartışmalarla ilgili değildir. Partinin üye kayıtlarındaki usulsüzlük ve benzeri iddiaları da yazının mücavir alanı dışında kalıyor. Yazının iddiası, Erdoğan’ın etrafında ama onu aşan bir “misyon partisi”, bir “kadro partisi” olarak yola çıkan AKP’nin, geçen süre içinde kurumsal enerjisini tümden yitirdiği, “beraber yürü[nen] (biz) bu yollar”daki çekirdek ekibin yaygın olarak tasfiye edildiği, bir sosyolojik “örgüt”, bir “siyasi organizasyon”, bir “kamu tüzel kişisi” olarak AKP’nin tükenme noktasına geldiği, üye sayısını artırmaya yönelik profesyonel çabanın ve buna dair yürütülen reklam kampanyasının muhatabının da bizzat ve sadece AKP’li “seçmen” ve “parti” (denilen AKP entitesi ile bir şekilde hâlâ bağı bulunan) kesim olduğu yönündedir. Otoriterleşmenin iki kurumsal tezahürü, partili cumhurbaşkanlığı ve cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin AKP’nin kurumsal felcini kronikleştirdiğini düşünüyorum. Yazının Erdoğan sonrasında AKP’nin yok olacağı şeklinde okunmasını istemem; aksine yazının iddiası, 2002 sonrasında Erdoğan’ın karizması etrafında örülen parti teşkilatının, 2020’lere doğru gelirken bizzat (ama bu sefer) onun “yalnız(ca adam)”lığı ile felç edildiği yönünde. Partinin kurulduğu dönemlerde ona hareket kabiliyeti ve gücü veren “Reis” (Erdoğan kültü), yaklaşık yirmi yılda adım adım bir “Yalnız Adam”lığa dönüşürken, partiyi de “yalnızca onun” iradesini kurumsal bir formda ifade etmeye yarayan alelade bir mekanizmaya dönüştürmüştür.
Yazının AKP’nin bir “tabela partisi” haline gelmekte olduğuna dair başlığını da ecnebinin “wishfull thinking” dediği türden bir “hüsnü kuruntu” olarak değil, bizzat sosyal bilimsel bir değerlendirmenin mübalağalı ifadesi olarak okunmasını arzu ederim. “Tabela partisi” toplumsal tabanı, sempatizanı, seçmeni bir yana ülke sathında yaygın -asgari- örgütlenmesini tamam edememiş partiler için kullanılan biraz da küçümseyici bir ifade. Bu kısa tanımıyla “tabela partisi” kavramı, yirmi yılın iktidar partisi AKP’yi birebir tanımlar mı? Elbette hayır. Sadece AKP’nin -tıpkı 1983 sonrası ANAP’ı gibi- gitmekte olduğu yönü işaret eden bir mübalağadır. Evet, “tabela partisi” mübalağadır ama iftira değildir, reeldir: İddiamı tekrarlamak isterim: Kurumsallaşma düzeyi henüz hukuken seçimlere girmesine imkân verecek düzeydeyken katıldığı ilk genel seçimlerde (2002) iktidar koltuğuna oturan AKP, iktidarda olduğu süre içinde elbetteki kurumsallaşmıştır. Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediyesi başkanlığı döneminden getirdiği, sonrasındaki cezaevi sürecinin de iyiden iyiye parlattığı popülaritesi etrafında kümelenen ama onu da aşan, belirli bir misyonun etrafında kenetlenmiş bir “kadro partisi” olduğuna -hiç değilse olmaya çalıştığına- kuşku yok. Parti, “teşkilat”ın gücünden değil, aksine Erdoğan’ın kişiliği, onun etrafında kenetlenen kadro/ekip ve partiye dinamizm veren bir misyon/dava mitosu etrafında yarattığı enerjiyi teşkilata aktararak yol alıyordu.
AKP örgütünün kurumsallaşmasına dair tartışmanın kendi içinde iki döneme ayrılması gerektiğini düşünüyorum. Birinci dönem, AKP’nin koltuğa oturduğu -elli sekizinci hükümetin göreve başladığı- 18 Kasım 2002 tarihinden 16 Nisan 2017’deki Anayasa Referandumu sonrasında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın AKP genel başkanlığına tekrar seçildiği 21 Mayıs 2017 tarihine kadar geçen dönemdir. Bu dönemde AKP’nin kurumsallaşmasını etkileyen iki temel faktör bulunuyordu. Bu faktörlerden ilkini de yukarıda özetlemiş oldum aslında: Her ne kadar parti, teşkilatlanması için gerekli zorunlulukları ancak yasal olarak aşabilmişken, henüz ortada karar alabilen, siyaset üretebilen bir “örgüt”lenmesi yokken iktidara gelmiş olsa da “Erdoğan-Kadro-Dava” motorunda üretilen politik enerji, örgüte bir kinetik enerji olarak aktarılabiliyor; AKP yüksek bir “tork” ile çevik ve atak siyasal manevralar yapabiliyordu.
Bilindiği gibi, ilk AKP hükümetinde başbakanlık koltuğunda Erdoğan değil, Abdullah Gül oturuyordu ama Erdoğan partinin genel başkanlığını da Gül’e bırakmamıştı. CHP’nin de aktif desteği ile siyasi yasakları kalktıktan sonraki operasyonla parlamentoya sokulan Erdoğan, elli dokuzuncu hükümeti kurulduğunda artık hem başbakanlık hem de AKP genel başkanlığı koltuklarında oturabiliyordu. Buraya kadar, hatta bundan sorası da Türkiye siyasi tarihindeki genel eğilimlerden pek de farklı değildi. Parti iktidardaydı, partinin genel başkanı da başbakanlık görevini yürütüyordu. 2007 Ağustos’unda Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin dolmasından sonra Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesiyle yasama ve yürütme organının iki kanadı (başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı) da AKP’nin taht-ı idaresine girmişti. Bu AKP’nin bir siyasi örgüt olarak hareket kabiliyetini iyiden iyiye artırdı. Parti teşkilatlarındaki üye sayıları da gün geçtikçe artmaya devam etti.
Dediğim gibi, buraya kadar özetlenenlerin Türkiye siyasi tarihindeki genel siyasi desenden kayda değer bir farkı yok: Bir iktidar partisi olarak AKP ve bir başbakan ve genel başkan olarak Erdoğan’ın partisi içindeki rolünün genetik kodları ile, 1950 sonrası DP ve bir başbakan ve genel başkan olarak Menderes’in partisi içindeki rolünün genetik kodlarının, 1965 sonrası AP ve bir başbakan ve genel başkan olarak Demirel’in partisi içindeki genetik kodlarının, hatta 1983 sonrası ANAP ve bir başbakan ve genel başkan olarak Özal’ın partisi içindeki rolünün genetik kodlarının birbirleriyle hayli benzeştiklerini söyleyebiliriz. Hatta bir adım daha atıp, sadece iktidardaki siyasi parti genel başkanlarının değil, en eskisinden en yenisine, en “tabela partisinden” uzun yıllardır iktidar koltuğunda oturanlarına, siyasi partilerin genel başkanlarının kendi partileri içinde formel bir “genel başkan”dan çok geleneksel bir “kabile şefi” gibi davranma eğiliminde olduklarını, bir siyasi kültür kalıbı olarak “şef/reis/başbuğ” eksenli örgütlenmenin Türkiye siyasi parti tarihinin önemli kalıplarından biri olduğunu da iddia etmek yanlış olmaz.
Söz siyasi kültürden açılmışken hamilik/patronaj ilişkilerinin de siyasi kültürümüzün bir parçası olduğunu not etmeden geçmeyelim: Kamu ihalelerinden pay almak isteyen iş insanlarından oğlunu bir işe yerleştirmeye çalışanlara, çalıştığı okula müdür olmak isteyen öğretmenlerden rektör/dekan olmak isteyen profesörlere… yüz binler, Cumhuriyet tarihinin her iktidar partisinin olduğu gibi AKP’nin de etrafında kümelenmekte gecikmeyeceklerdir.
Siyasi iktidarlar ve iktidar partisi üzerinden bir şekilde çıkar elde etmeye çalışan çevreler o derece yaygın, o derece “kültürel” ve “tarihî”dir ki -Osmanlı’yı bir kenara koyun- erken Cumhuriyet’in ticaret vekili/bakanı ve Gaziantep Mebusu Ali Cenani Bey’in yolsuzluklarından[1] Maurice Leblanc’ın efsane karakteri Arsène Lupin’in (1905) kanlı canlı akranı “Koning Ekrem”in (Ekrem Hamdi Bakan) yolsuzluklarına[2]; Celal Bayar’ın başbakanlıktan istifa etmesine neden olduğu iddia edilen İmpeks-Satie, yolsuzluğuna[3]; DP’nin örtülü ödenek harcamalarına, Süleyman Demirel döneminin Mobilya Yolsuzluğu’na, SHP’nin İSKİ’sine… ve AKP dönemi kamu ihalelerine, Türkiye’de patronaj örneklerinin “kitabı” değil, yazılsa yazılsa “ansiklopedisi” yazılabilir.
Sadece iktidarların basına ve mahkeme koridorlarına yansıyan yolsuzluk ve rüşvet dosyaları ile değil, her düzeydeki patronaj ilişkilerinin iktidar partilerinin kurumsallaşmasında önemli olduğunu belirtmek gerekiyor: Bu coğrafyanın, taşra esnafının, oğullarından/yeğenlerinden bir kısmını iktidar partisine, diğer kısmını da ana muhalefet partisine üye yapmakla övündükleri bir siyasi coğrafya olduğunu unutmamak lazım.
AKP’nin 2017 Mayıs’ına kadarki kurumsallaşması bu iki temel faktör etrafında şekillendi. 2002’den 2017’ye kadarki yaklaşık on beş yıllık süreçte, partiye hareket gücü ve ataklığını veren Erdoğan-Kadro-Dava motoru paramparça oldu: İlk olarak Erdoğan ve kadroyu bir arada tutarak motordaki patlamayı sağlayan ve üretilen enerjiyi teşkilata (AKP) aktaran “misyon/dava” tutukluk yapmaya başladı; heyecan söndü; sonra kadro susturulmaya, etkisizleştirilmeye, tasfiye edilmeye başladı. Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına seçilmesiyle, partiye bunca yıldır enerjisini sağlayan “Erdoğan-Kadro-Dava” üçlüsünün son mekanizması da devreden çıkmış oldu. AKP’nin “tabela partisi”ne doğru gidişi ise bu süreçte başlamadı. Aksine, Erdoğan sonrasında genel başkanlığa “getirilen” Ahmet Davutoğlu’nun “tayin” edildiği bu “emanetçilik” görevi(ni) dönüştürüp önce bir “genel başkan”, sonrasında da AKP’nin müstakbel “yeni lideri” haline gelmesi en “mümkün” senaryoydu. “Mümkün senaryo” idi çünkü hem Davutoğlu böyle bir ihtirasa hem de Türkiye siyasi tarihi böyle bir meyile sahipti. Cumhurbaşkanı olduktan sonra Bayar’ın yerini Menderes’e, Özal’ın Mesut Yılmaz’a, Demirel’in Tansu Çiller’e bırakması, bırakmak zorunda kalmaları anlamında en “mümkün senaryo” da Erdoğan’ın yerini Davutoğlu’na bırakması, daha doğrusu bırakmak zorunda kalmasıydı. Ama bu “mümkün senaryo” 2015 Haziran seçimleri sonrasında başlayan süreçte bir “imkânsız hayale” dönüştü.
Türkiye’nin 2015 Haziran seçimleri sonrasında yaşadıklarının, yaşamaya mecbur bırakıldıklarının “tarihi” henüz yazılmadı. Bu yazıda da böyle bir işe girişmek mümkün değil. Ancak yine de şu noktanın altını çizmek gerekiyor ki, AKP’nin tabela partisi olma (riski, ihtimali) yolundaki fitil de bu seçimler sonrasında ateşlendi. Seçimler kasımda tekrarlandı; HDP’nin %10’un altına itelenememesi istenilen sonuçları tam olarak veremese de haziran seçimlerinde AKP’nin aldığı yara kısmen sarılabildi. Ertesi yıl gerçekleşen (15 Temmuz) darbe girişimi, 22 Mayıs 2016’da Davutoğlu’nun istifaya zorlanması, “düşük profilli” olduğu yüzüne karşı söylenen Binali Yıldırım’ın parti genel başkanlığına ve başbakanlığa (altmış beşinci hükümet) “tayini” ve 16 Nisan 2017 Anayasa değişiklikleri ile hem partili cumhurbaşkanlığı yolunun açılması hem de başbakanlık kurumunun lağvedilerek yürütmenin cumhurbaşkanı elinde toparlanmasına karar verilmesi, AKP için de sonun başlangıcı oldu.
Görünüşte AKP ve Erdoğan başarıdan başarıya koşuyor, parti girdiği her seçimi kazanıyor, Erdoğan’ın her mitingi dolup taşıyordu ama 2015 Haziran’ında başlayıp- 21 Mayıs 2017’de Erdoğan’ın tekrar AKP genel başkanlığına seçilmesi (ve buna, 9 Temmuz 2018’de başbakanlık kurumunun tamamen kaldırılmasını da eklemek gerekir) ile tamamlanan süreç, görünenin aksine AKP’nin içinin boşalmasına da yol açtı. AKP artık Erdoğan’ın kişiliği, onun kişiliği ile yol aldığı kadroyu birbirine bağlayan davanın yaydığı enerjiyle hareket eden bir örgüt olmaktan çıktı. 16 Nisan 2017 Referandumu sonrası partili cumhurbaşkanlığı sistemi AKP’nin gerçekte reel bir genel başkanı olmayan (genel başkan vekili ile kerhen idare edilen) bir parti haline gelmesine, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi de partinin parlamento grubu ile partinin bakanlar kurulu arasındaki rabıtanın tam anlamıyla kopmasına neden oldu.
“2017 Mayıs” eşiğinden atlanıp “2018 Temmuz” kapısından geçildikten sonra, artık, bir kurumsal kişilik olarak, bir siyasal özne olarak, bir siyasal örgütlenme olarak Adalet ve Kalkınma Partisi’nden söz etmekte zorlanırız. Parti elbette hukuken vardır; görünen o ki, üye sayısı da artmaktadır. Lakin üye sayısındaki artış, onun “halen” siyaset üreten bir kurum, bir “örgüt” olduğu anlamına gelmemektedir: Parti, evet “halen” vardır ve siyaseten çok önemli bir işleve, Erdoğan’ın kişisel karar/tercihlerine “kurumsal”, “örgütsel” bir veçhe, bir “görünüm” kazandırmak gibi önemli bir işleve de sahiptir.
AKP’nin “tabela partisi” olmasından bahsediyorduk. Evet bir “siyasi kavram” olarak tabela partisi, toplumsal bilinirliği, yaygın örgütlenmesi olmayan; bir genel merkez binası, o binanın kapısındaki kocaman bir tabela ve içindeki yirmi-otuz adamdan fazla bir siyasi kalibresi olmayan partiler için kullanılan, küçümseyici bir kavram. Yazının başında da ifade etmeye çalıştığım gibi, bu bugün için AKP’yi tanımlayabilecek değil, gelecekte olabileceği şekle dikkat çekebileceğimiz bir kavram olarak kullanıldı. Tıpkı kanserin de son analizde bir “büyüme” olması gibi, bugün de AKP, üye sayısını artırmakta, askerî garnizon disiplini içerisinde gerçekleştirdiği, her biri birer Erdoğan’a tapınma törenlerine dönen kongreleri ile göz doldurmakta, parti irileşmeye devam etmektedir.
Olan ile görünenin aynı olmadığından bahseder Marx. Bilim de bu işe yarar ya! Tıpkı “görünen” Güneş’in Dünya’nın etrafında döndüğüyken, gerçeğin Dünya’nın Güneş’in etrafında dönüyor olması gibi. AKP’nin tabela partisi olduğu iddiasına bir de böyle bakmak gerektiğini düşünüyorum: “Görünen” o ki, parti büyümekte, üye sayısı artmakta, başarıdan başarıya koşmakta, “inandığı yolda yürü(mektedir)”… Ama “olan”, yani gerçek, hiç de görünen gibi değildir: Partinin içi ve kurumsal yapısı boşalmakta, parti siyasi ömrünü tamamlamakta, inandığı bir yolunun (misyonunun/davasının) da kalmadığı görülmektedir. Daha vahimi, buna, bizzat partinin hukuki genel başkanının parti (ve ülke) içinde giderek ve artarak kurumsallaşan “yalnız(ca) adam”lığının “mutlak adam”lığının, “her(şeye karar veren tek) adam”lığının neden olmasıdır.
[1] Bu konuyla ilgili enteresan bir makaleyi tavsiye ederim: Hatice Akan “Erken Cumhuriyet Döneminde Bir Yolsuzluk Olayı: Ali Cenani Bey Davası”, Sosyal ve Kültürel Araştırmalar Dergisi (The Journal of Social and Cultural Studies), Cilt 2, Sayı 3, 2016, s. 135-153.
[2] Ayşe Başçı’nın Mundi Yayınları’ndan (2019) çıkan König: Dünyayı Dolandıran Türk’ün Romanı, kafamda Türkiye’de bilinen adıyla Arsen Lüpen’i canlandırmıştı.
[3] Bu konu ile ilgili bir çalışma için bkz. Gürhan Kınalı “İkinci Bayar Hükümetini Sarsan Yolsuzluk Hadiselerine İki Örnek: Satie ve İmpeks”, VAKANÜVİS: Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt 2, Sayı 2, Güz 2017, s. 119-163.