Kemalizm’in bir rengi olarak Siyasal İslâm’ın Devleti ele geçirmesinin iki boyutu bulunuyor. Birincisi kurucu rejimin despotik kodları. Bu kodlar, yüz yılda muhalif ideolojileri kendine benzetmeyi başardı. İslâmcılık dahil. Not düşelim ki demokratik bir İslâmi gelenek, yeryüzünde henüz görülmedi. Dünyayı Müslüman ve ötekiler diye ayıran inanç sisteminden söz ediyoruz. Yani despotizm, İslâmcı ideolojiye içkin. Yine de metodoloji dersini, alanın uzmanı olan Kemalizm’den ezber ettiği anlaşılıyor. Bursa’dan seçilen bağımsız bir vekilin Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na katılacağı şüphesiyle mazbatasına el konulmasını düşünün. Yıl 1924. Kurucu Meclis koridorlarında halen demokrasi esintisi hissediliyor. Bu kadar erken bir tarihte halkın iradesini engellemek ile bugün Vekil Can Atalay’ı Anayasa Mahkemesi kararına rağmen hapiste tutmak arasında bir devamlılık var. Devlet ve Despotizm’de bir devamlılık! AKP’nin iktidar tarihi ile 1921’den 1924’e Mustafa Kemal’in siyasi hamleleri ve sonrasındaki diktatöryal pratik çok benziyor. Bu anlamda AKP lideri, Kemalizm’in iyi bir talebesi.
İkinci boyut şu: Kemalist İdeoloji öyle bir niteliğe sahip ki bu, onu zayıflatacağına tuhaf şekilde güçlendiriyor. Sovyet Sosyalizmi böyle değildi mesela. Keza Lenin de. Bu rejim için bir avantaj. Kurucu ideoloji ve tanrı-liderinin son elli yıldır bir boş gösterene dönüşmesinden söz ediyoruz. Yani Gösteren (kavram, kişi, ideoloji) ile gösterilen (anlam, içerik, tanım) arasındaki ilişkinin belirsizleşmesi, hatta ortadan kalkması, gösterenin ucu açık bir anlam evreninde kaybolurken gösterilenin aracı haline gelerek varlığının referans noktalarını yitirmesi anlamında artık Atatürkçülük siyasetin kullanışlı aparatı. Bu durum kullanılan için pek de hayırlı olmasa gerek. Kim kullanılmak ister ki! Ve kim yanlış anlaşılmak! Bırakın sokaktaki yurttaşı, köklü devlet partileri dahil ülkenin sağdan sola ne kadar siyasi teşkilatı varsa bir o kadar Kemalizm anlatısı ve bu anlatı bağlamında sempati ve övgü yüklü Mustafa Kemal portresi var. 1972 yılında militer bir operasyonda yoldaşlarıyla birlikte öldürülen Marksist Çayan ile mesela “Seküler Asena” Akşener’in Kurucu Lider’e ilişkin benzer fikrî koordinatlarda buluşabilmeleri ilginç değil mi? Kastedilen lideri sahiplenmek.
Peki ne işe yarıyor boş göstermek? Devlet aklını, dünden yarına topluma hâkim kılmaya yarıyor. Devlet karşıtlığını sistem içine almaya, muhalif eleştiriyi paralize etmeye, alternatif siyaseti mevcudun hizasına çekmeye yarıyor. Çünkü boş gösterse dahi resmî ideoloji, içeriğini karşı tarafa geçiriyor. Kurucu lider, aynı anda hem Bozkurt hem Küçük Burjuva Devrimcisi hem Bursa’da vaiz olarak kimliksizleşiyor. Ama aynı anda kimliğini her siyasi eksene taşımış oluyor.
Transfer iki taraflı: Kemalizm içine girdiği siyasi akımı kendine benzetirken o akımlara da benzemeye başlıyor. Aksi takdirde etki ve ikna bu seviyede olmazdı. Tarihine bakıldığında resmî ideolojiye en benzemez görülen AKP, anti-Kemalist kimliğiyle Kurucu İdeolojinin boş gösteren niteliğini en iyi kullanan parti olarak öne çıkıyor. “Askerî Vesayet” olarak adlandırılan Eski Rejim’in, “tek millet, tek devlet, tek bayrak, tek vatan” sloganına tek dil ve tek mezhebi de ekleyip Kürtlerin siyaset hakkına sınır içi ve dışında el koyan; Diyanet üzerinden tarikat ve cemaatleri “devlet dini” ekseninde hizalayarak tümünü merkeze bağlayan AKP, kurucu ideolojinin bir kolu olarak faaliyet gösteriyor. Seküler sosyal hayat ve laisizm karşıtı otoriter pratiği ile Türkçü AKP, İslâmi Kemalizm’dir. İslâmcı Kemalizm, Erdoğan için Cumhuriyet’in devamlılığı üzerinden iktidarını tahkim etmek gibi bir işe yarıyor. Ayrıca Soner Yalçın, Yılmaz Özdil ve diğer Otoriter-Seküler-Ulusalcı-Neo Kolonyalist (OSUN) Kemalistlere Siyasal İslâm ile ittifak edebilmenin yolunu da açıyor. Rejim ile işbirliği yapan Gülen Cemaati’nin polis operasyonları ile yıllarca cezaevinde yatan generalleri, Siyasal İslâm’ın iktidarına eklemlerken bu sayede görüntüyü kurtarabiliyor. Bu Kemalist takımın da söz konusu ortaklıktan çıkar ve emelleri var elbette. Ancak Mehmet Ali Çelebi gibi bir figürün AKP’ye biat edebilmesini mümkün kılan bir arka plan varsa o da Kemalizm’in İslâmi fraksiyonu olarak AKP Rejimi ve ona bu imkânı sunan kurucu rejimin interaktif boş gösteren niteliği.
Peki, Kemalizm ve Mustafa Kemal kültü, Anti Erdoğan cephe için de boş gösteren mıknatıs gibi çalışıyor mu? Tuhaf ama hayır çalışmıyor! Oysa savundukları şeyin tam olarak ne olduğu hakkında fikri olmayanları bir araya getirmek için bundan daha iyi bir formül düşünülemez. Herkesin aklında şahsına münhasır bir Atatürk tahayyülü varken bu flu imajın birbirine yakın olanlar için bir çekim merkezi yaratması gerek. Lakin bir türlü olmuyor. İleride anlatılacak lakin şimdi söyleyelim: Olmuyor çünkü halen -Non governmental- Yurttaş Atatürkçülüğü için devlet henüz kaybedilmiş toprak statüsünde değil. Hâlâ bu yurttaş tipi kendini devletin sahibi olarak görüyor. Erdoğan tipi İslâmi Kemalizm’e tam bir karşıtlık içinde olduğu da vakıa. Lakin henüz devletin İslâmi fethinin tamamlandığını düşünmüyor. En azından 14-28 Mayıs Seçimleri ve Altılı Masa Faciası’na kadar devletin Sandık ve Parlamento’da kurtarılacağını umuyordu. Umulan olmadığı gibi gönül verilen siyasi figürlerin (Sinan Oğan, Meral Akşener vs.) Çelebi karikatürüne dönüştüklerini şaşkınlık ve acıyla görecekti.
Siyasal İslâm’ın yükselişe geçtiği doksanlardan bu yana Sokak Atatürkçülüğü mevcut. Merasimlerde resmî motivasyonla bayrak sallayan yurttaşların, merkezî devlet programı olmadan harekete geçme tarihi, Saray Rejimi ile başlamadı yani. Hatta Eski şovmen Cem Özer ilk sivil 29 Ekim kutlamasını, 1997’de kendisinin organize ettiğini söyleyecekti bir Youtube kanalında. Ancak Erdoğan, eskisinden başka bir şeyi kuruyor olduğunun ve aslında ikinci ve kerameti kendinden menkul bir cumhuriyetin inşa sürecine ülkeyi soktuğunun işareti olarak eskinin ruhunu gördüğü milli bayramları -her defasında bir bahane bulunarak- kutlamaktan vazgeçerek Sokak Kemalizmi’ne dikkat çekici bir moral ve cesamet kazandıracaktı.
Peki, doksanlarda merasim gömleği ve protokol olmadan meydanlara inme temayülünü başlatan neydi? 1980 Askerî Darbesi, 60’lardan itibaren yükselen sol dalgayı kökünden biçmek için işkence tezgâhlarını çalıştırmanın yanında Resmî İdeoloji’nin ayarlarıyla oynayacak, 12 Mart ile ivmelenen cemaatlerin devletçe desteklenmesi programını büyüterek tarikat vb. toplulukların siyasi ve ekonomik güç odakları haline gelmesinin yolunu açacaktı. Sovyetler’in dağılmasıyla birlikte entelektüel ve moral üstünlüğünü kaybeden sosyalist sol karşısında dünyada olduğu gibi Türkiye’de de iki siyasal akım yükselişe geçti: Liberalizm ve İslâmizm. Bunun yanı sıra kırk yıllık bir aradan sonra ülkenin doğusunda patlak veren Kürt İsyanı, sadece düşük yoğunluk savaşı değil, Kürtlerin milli kimliğine dair köklü entelektüel bir itirazı da gündeme taşıyacaktı. Bu üç akım, rejim eleştirisini, Cumhuriyet’in kuruluş tarihi ve ilkelerine kadar götürünce işin içine Atatürk ve silah arkadaşları ve bizzat Cumhuriyet projesi girecekti. Yine aynı süreçte mesela Atatürk’ün Nutuk’ta özel olarak hedefine koyduğu Rauf Bey ile birlikte Kazım Paşa ve Ağaoğlu Ahmet gibi muhalif liberal şahsiyetler yeniden keşfedilerek bir başka Cumhuriyet Tarihi yazımında farklı bir anlatımla yer alacaktı. Bu arada Siyasal İslâm’ın yükselişi devam edecek, İstanbul belediyesinin kazanılması sonrasında ülke tarihinde ilk kez bir İslâmcı başbakan olacak ancak siyasal krizlerin ertesinde ordunun meclise müdahalesi ile koalisyon hükümeti 28 Şubat 1997’de düşürülecekti. Eylül Cuntası devleti o denli köklü reorganize etmişti ki 28 Şubat, iddiasının aksine çarkları tersine çevirerek tarikat-devlet ilişkisini ortadan kaldırmaya yeltenmedi. Ne devletin gerçek niyeti tarikatların önünü kesmekti ne de artık buna gücü yetiyordu. Talep edilen devlet kontrolünde bir İslâmcı hareketti. Ancak hayat istenen ile gerçekleşen arasındaki açıda yaşanıyor. Cin şişeden bir kez çıkmıştı işte.
Devlet, bir kez daha denedi: Sosyalizme karşı İslâmcılığı destekleyerek solu ezmeyi başarmıştı. Aynı yöntemi son Kürt İsyanı’na karşı da kullanmak istedi. Bu kez başaramayacaktı. Şeyh Sait’i irticacı etiketiyle mahkûm eden Cumhuriyet, Kürtleri rejime eklemlemek için İslâm’ı kullanmaktan çekinmeyecekti. Kürt İsyanı, çıkış ideolojisi olarak Marksist ve Kemalizm’den bile daha sekülerdi. Kürtlerin desteğini isyandan çekebilmek için İslâm iyi bir araç olarak düşünüldü. Vahşet yöntemlerinde IŞİD’in ancak eline su dökebileceği tedhiş hareketi Kürt Hizbullah’ı her aşamada devletin desteğini görecekti. Kontrolden çıkan hareket ülkenin batısını da mezar evlerle donatmaya başlayınca ses getiren bir operasyonla teşkilatın fişi çekilecekti.
İslâmcılığın yükselişi karşısında Kemalizm ile arasında sorun olmayan yurttaş ne yaptı?
Bu üç akımın cepheden entelektüel saldırısı ve parlamentoda ilk kez başbakan çıkaran İslâmcılığın gücü karşısında Resmî İdeoloji’nin rahle-i tedrisinden geçmiş ortalama seküler yurttaş için Atatürkçü fikriyatın savunulması devlete bırakılamayacak bir mesele haline gelmeye başlamıştı. Ortalama yurttaş derken Alevi köylülüğü, şehirli Türk ya da kendini Türk olarak kabul eden Balkan göçmenlerini ya da anadili Türkçe olan kitleyi, bu kitle içinde din ile ilişkisi, vicdan ve iyilik halinden öteye geçmeyen, inancı iktidar ve tahakküm aracı olarak kullanmayan, dini sadece ahlâki tutumuna ilahi destek olarak gören ve daha fazlasını talep etmeden yaşayabilen inançlı insanları kastediyoruz. Tanrı ya da din inancı olmayanlar da sözü edilen ortalama yurttaşlara dahil. Aleviliğin devlet nezdinde bir tür “ikinci dereceden gayrimüslim” ve dinsel asimilasyonu gereken bir topluluk olarak görülmesi Alevilik ile devlet arasındaki gerilimi Cumhuriyet tarihi boyunca koruyacaktı. Ancak bir yandan Kürt meselesinin isyan haline gelmesi sonucunda Alevilikteki Türklüğün devletçe keşfedilerek Alevi halkının makbul vatandaş olarak kabulüne giden yolun açılması öte yandan Sünniliğin tarihsel Alevi nefretinin, Cumhuriyet’in hasmane tutumundan çok daha tehlike içerdiğine dair inanç neticesinde Türk Aleviliği için Atatürkçülük bir siyasi mevziye dönüşecekti. Maraş’ta çoluk çocuk demeden katliam yapan, Sivas’ta gözü dönmüş bir vahşetle insan yakan İslâmcılık karşısında cemi, cemevini aslında Aleviliği yasaklayan Kemalizm’e sığınmak ne kadar mantıklı bir tercihti, tartışılır. Lakin bu sığınma ve ittifak hali, otuz yıl içinde Kemalist bir Alevilik inşasına yol açacaktı. En azından bir kısım Alevi için.
Doksanlar, Siyasal İslâmcı iktidarın Türkiye’de ilk pratik yıllarıydı. Daha o yıllarda bile, İslâm dışında yer alanları geçtik kendi dininden olanı bile mürted ilan ederek bir tür sosyal recm ile değersizleştirme retoriği o kadar üst perdeden uygulandı ki medyanın bunun için kullanıldığı daha sonra ortaya çıksa da Siyasal İslâm’ın bu pervasız ve acımasız saldırganlığı karşısında ne sahte habere ne siyasi komploya gerek olduğu görülecekti. Dönemin kültür bakanı İsmail Kahraman’ın o günlerin popüler konusu Taksim Cami tartışmasında insanları, alnı secdeye değenler ve diğerleri olarak ikiye ayırması, Vekil Şevki Yılmaz ve diğerlerinin Mustafa Kemal ve ailesine en bayağı hakaretler ile saldırması, standart yılbaşı karşıtlığı ve alternatif 1 Ocak Mekke’nin işgali adında bir tarihin kurgulanması, rutin Ramazan ayı baskılamaları ve sıradan seküler yurttaşın, seküler sıradanlığı ile aşağılanması vesaire. Şehirli özgürlüğü hedefteydi. Gezi İsyanı’nda milyonlarca katılımcının bir ay boyunca meydanlarını işgal ettiği şehirlerde yaşayabilmek için talep edilen özgürlük, Muhafazakâr Anadolu Siyasetinin tehdidi altına on beş yıl önce girmişti bile. Hissedilen buydu. Cumhuriyet gazetesinin popüler reklam anonsu “Tehlikenin farkında mısınız?” gerçeği yansıtıyordu. Ancak gazetenin o günkü çizgisi tehlike karşısında özgürlük vaat ediyor da değildi? Otuzlu yılların bugüne projeksiyonu. Bu yansımadan özgürlük çıkarmak! Her ikisi de hayaldi.
Doksanların Atatürkçülüğü, seküler gündelik hayata yönelik fundamentalist müdahaleye itirazdır. Gündelik hayatın dinsel ritüellere göre biçimlenmesi de itiraza dahildi. Alkol ve eğlence kültürünün Sünni inanç üzerinden aşağılanmasına karşı bir dirençti bu. Aynı zamanda kadınların sosyal hayattan dışlanarak eve hapsedilmesine bir itiraz. LGBT hakları için ilk kitlesel sokak gösterisine ise -Onur Yürüyüşü, 2003- beş yıl daha vardı. Bütün bu itiraz listesi liberal dünya görüşünü yansıtıyordu aslında. Üstelik aynı kesimce sürekli aşağılanan liberalizmin. Lakin bir yere kadar liberal. O yerden sonra otoriter. Hatta aynı anda hem liberal hem milliyetçi otoriter. O dönemde üniversitelerde kadın öğrencilerin başörtüsü ile eğitim görmeleri de Kürtlerin en basit kimlik talebi bir yana Kürt olarak varlığı dahi Kemalist milliyetçi duvara tosluyordu. O günlerde henüz birilerinin “iyi bir Kürt arkadaşı” dahi yoktu. Doksanların Sokak Kemalizm’i bugüne göre çok daha muhafazakâr liberaldi. Gezi İsyanı, AB Süreci ve paralelinde AKP’nin 2001-2011 liberal dönemi, yıkımla sonuçlansa da Kürt Barışı yılları ile bu Kemalizm de evrim geçirecekti. Çok bir şey değişmese de yine de evrim.
Kemalist Zaman Makinesi
29 Ekim 2023’te sokaklarda yüz binlerce eylemci, gayri resmî Cumhuriyet kutlamalarına iştirak etti, CHP belediyelerince düzenlenen gösterilere gönüllü katılımcı oldu. Son yirmi yıldır Anıtkabir, seküler bir mabet işlevi görüyor yüz binler için. Büyük bir coşku ile bir amaç için bir araya gelen ya da bir amacı olduğunu hayal eden kitle. Peki, amaç ne? Hangi hedefe ulaşmak için bu kadar insan bir araya geliyor? Siyasi perspektif ne? Daha ötesi somut, anlaşılır bir proje içeren ve gelecekle ilişkilenen ve aslında gelecek kuran bir perspektif var mı? Yanıt kısa: Hayır. Ne böyle bir hedef, ne bir proje, ne bir gelecek tahayyülü var. Aksine geçmişe bir yolculuk yaşanıyor. Geçmişte inşa edileni muhafaza edebilmek ve bu muhafaza edileni geleceğe taşımak. Zamanın akışını durduran, değişim nedir bilmeyen bir geleceksizlik hali. Hedef bir tür hedefsizlik! Üstelik bu muhafızlık, agresif bir retorik ile savunuluyor. Bu savunma hattını retorikten çıkarıp praksise dönüştürecek ne siyasi faaliyet (parti vb.) ne de sivil bir girişim var. ADD gibi oluşumlar doksanlardan beri var olsa da buradan çıkan bir başarı hikâyesi yok.
İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin Cumhuriyet’in Yüzüncü Yıl kutlama afişleri, billboardları süslemeye devam ediyor. İlgili reklam ajansı nasıl bir saha çalışmasıyla bu afişleri hazırladı bilmiyoruz lakin yurttaşın ruhuna nüfuz etmiş algıyı panolara taşıma çabası göze batıyor
“Senden asla vazgeçmem”. Atatürk’ün pek bilinmeyen fotoğrafı kullanılmış bu sloganda. Fotoğraftaki ifade, lider kimliğinden öte insanî yanına vurgu yapıyor kurucu liderin. Sloganın Cumhuriyet’i mi yoksa lideri mi kastettiği, yoksa ikisini birden mi hedeflediği belirsiz. İhtimal burada bir söz oyunu var. Önce Mustafa Kemal öne çıkıyor. Ama sonra, onun eseri olduğu vurgulanan Cumhuriyet’in de vazgeçilmez olduğu seziliyor. Böylece afiş, bir sözle iki hedefi tutturmuş oluyor. Metro ve meydanlara asılı diğer afişlerde mevcudu korumaya yönelik bir refleks hâkim: “Toprağımızdan, ata mirasından asla vazgeçmem.” “Asırlar geçse de asla vazgeçmem.” Peki vazgeçilmeyen ne? Ebediyete kadar sahip çıkılacak nasıl bir geçmiş? O da açıklanmış: Mesela “İnkilaplarından”, “Millet egemenliğinden”, “Laiklikten”,” Alfabenin hiçbir harfinden” vazgeçilmiyor. Nihayetinde “Açtığın yolda gösterdiğin hedefe ilerlemekten asla vazgeçmem,” diyerek perdeyi kapatıyor hayalî yurttaş. Afişlerden anlaşılan şu: Eğer müesses nizamla resmî ilişkisi olmayan bir “Sivil Atatürkçü” konseptten bahsedeceksek bu ideolojik aidiyetin en fazla temsiliyetinin bulunduğu şehir olarak kabul edilen İzmir’de, büyükşehir belediyesi için Kemalizm, odağı geçmişe ayarlı bir teleskop.
2024 Yerel Seçimleri’nde İzmir belediye başkanlığa adaylığını koyan Buğra Gökçe’nin şu sözlerine bakın: “İzmir bir çift mavi göze aşık, eşsiz bir şehir ve … laik, demokratik, sosyal, hukuk devletinin, Cumhuriyet’in de simgesi ve güvencesi... Hedefimiz belli … (İzmir’i -y.n.) sadece Türkiye’nin değil; … Akdeniz ve Ege kıyılarının da… lider kenti yapmak.” Tunç Soyer’in eski bürokratı olarak görev yapan ve şimdi Soyer’e rakip olan Gökçe’nin Kemalist kimliğine dair herhangi bir bilgi yok. Ancak o da İzmir’de “piyasası” olan söylemi sahiplenerek yola çıkıyor. Beis yok. Lakin vaatleri tıpkı Kemalizm gibi boş gösteren. Sosyal hukuk devleti, özgürlük ve demokrasi, Erdoğan’ın da rahatça kullandığı retorik. Çünkü bu ifadelerin arka planı kimsenin malumu değil. Kürt Meselesi, emek hakları, neoliberal iktisat, Alevi sorunu, rant ve imara ilişkin yapacakları hakkında kimsenin fikri yok mesela. Melih Gökçek’le de, Soyer’le de çalışmış bir bürokrat. O da herkes gibi kolaya kaçıyor: Natümenahi Atatürk’ün ruhunu çağırıyor. Sadece başkan aday adayları değil ama. Devletin sahipliğini kaybettiği ya da kaybetmek üzere olduğunu düşünen sokaktaki Atatürkçü de aynı ruh çağırma ekibinde. Elden gitmekte olanı yeniden kurmak, devleti Kemalist restorasyona tabi tutmak için bir şeyler yapılmasını istiyor. Kritik nokta burada: Kendisi de ne yapacağını bilmiyor ve görünen o ki yapmak da istemiyor. O yüzden meydanlar, bayram günü hınca hınç dolu. Bir gün sonra bomboş. Eski Erbil başkonsolosu ve gazeteci Aydın Selcen tweetinde bu durumdan duyduğu rahatsızlığı şöyle izah ediyor: “Tadınızı kaçıracağım, biliyorum yüzbinler sokakta ama 100. yılı kutlama kisvesiyle apolitikleşmenin, yurttaş değil tebaa, oyuncu değil seyirci olmanın zirvesini yaşıyoruz, farkında değiliz.” Selcen, kendini ait hissettiği bu gruba sözünü esirgemiyor ve eylemcileri siyasal atalet ve hayattan bir tür diskalifiye olmak ve bunun da farkına dahi varamamakla eleştiriyor.
Kürt ve Enternasyonal sol siyasetlerin,[1] devletle aralarına tarihsel olarak koydukları mesafe bu iki akımın devletten beklenti içine girmemek gibi bir hatta mevzilenmelerini sağladı. Ve bu iyi bir şeydi. Özgüçleri neyse ona güvenerek yola çıkmak. Ancak trajik şekilde devletin kudretli eli üzerlerinden çekilmiş Atatürkçü kitle için devlet ile mesafelenme bir tür kriminal pozisyona sürüklenme anlamına geliyor. Yüz yıldır iktidar merkezinde konumlanarak Cumhuriyet ruhunu temsil etme iddiasıyla kendini gücün çekirdeğinde hisseden bir siyasal temsilin, bugün içine düştüğü acz karşısında sürüklendiği şaşkınlık anlaşılabilir. Şerif Mardin jargonuyla merkezden çevreye kovulmanın şaşkınlığı! Bu acz ve şaşkınlık nedeniyle siyasal idealleri uğruna aynı devletin şiddetiyle karşı karşıya gelebileceklerini idrak etmeleri zaman alacak görünüyor. Selcen’in aymazlık olarak nitelendirdiği durumun sebebi 1) devletle kafa kafaya gelme riskine ikna olmamak, 2) bu riski göze alamamak, 3) bu nedenle durumu görmezlikten gelmek. Göze alamadıkça da tebaa olmayı tercih ediyor ve daha bir şiddet ve özlemle geçmişe sarılıyor, bugün artık “olmayan evin”[2] hayalini kuruyorlar.
Sivil Atatürkçülük, geçmişe özlem duyuyor. Bayrak, Lider ve Milli Bayramlar, bu nostaljinin üç atlısı. İdeolojinin kurulduğu otuzlu yıllar tarihin ideal dönemi. Bu geçmiş, ideal olanın “ontolojik günahsızlığı”, ne yaparsa yapsın zorunlu haklılığı nedeniyle, Altın Çağ’ın lekesizlik ve masumiyet tarihi olarak yüceltiliyor. Sonuçta olan; negatif eleştiriden kaçma, nesnel analizden kaçınma ve sorunların üstünü kapama, tarihi eksiltip çoğaltarak yeniden kurma (Osmanlı parlamentosu ve meşrutiyetinin yok sayılması, Cumhuriyet öncesini bir tür siyasi taş devri olarak tanımlama, Osmanlı entelijansiyasını yok sayma ve mevcudu hain ilan etme, gayrimüslim ve Kürt Anadolu’sunu tarihten silme, dönem siyasetini ibra etme). Böyle bir geçmiş tasavvuru ile kronik sorunları aşıp geleceği tahayyül etmek kolay değil.
Bugün kaybedildiği düşünülen geçmiş için, o geçmişi bulup çıkarmak amacıyla devlet ile resmî ilişkisi olmayan ve devlet güdümünde de bulunmayan -tuhaf ama bunun için sivil addedilen- Atatürkçüler, sadece o günle sınırlı olmak üzere 29 Ekim’de sokaklara iniyorlar. Milli bayram günlerinde, Ebedi Şefin mezarı başında bir canlandırma, hayat verme/bulma ritüelleri düzenliyorlar. Bu nedenle geçmişe özlem Sivil Atatürkçülükte geçmişin yâd edilmesi değil. Geçmişin yeniden inşası anlamına geliyor. Svetlana Boym’un klasikleşmiş eserinden bir kavramı kullanırsak Kemalist ideoloji Yeniden Kurucu Nostalji üzerinden diriliyor.[3]
Boym, 2001 yılında yayımlanan kitabında, geçmişe özlemi iki başlık altında inceliyor:
Ben, insanın geçmişle, hayali cemaatle, eviyle ve kendine dair algısıyla ilişkisini anlatan iki tür nostalji olduğu kanaatindeyim: Yeniden kurucu nostalji ve düşünsel nostalji…. Yeniden kurucu nostalji’de vurgu nostos’adır. Ve yitirilmiş evi yeniden inşa etmeyi ve hafızadaki açıkları kapatmayı vaat eder. Düşünsel nostalji ise algia’ya, özlem ve yitirmeye, hatırlamanın kusurlu sürecine yoğunlaşır. İlk kategorideki nostaljikler, nostaljik olduğunu kabul etmez, projelerinin hakikat ile ilgili olduğunu düşünürler. Tüm dünyada ulusla sembollere ve mitlere geri dönerek ve ara ara piyasaya komplo teorileri sürerek modernlik karşıtı mit yaratmakla uğraşan ulusal ve milliyetçi şahlanışlar bu nostalji türünün ayırt edici özelliğidir. Yeniden kurucu nostalji geçmişten kalma anıtların bütünsel yeniden inşasıyla tezahür ederken düşünsel nostalji, başka bir yerin zamanın hayali içinde yıkıntılarla, zamanın ve tarihin pasıyla uğraşır.[4]
Yeniden Kurucu Nostalji ile Düşünsel Nostalji arasında temel fark umuttur. İlk grup “Nostaljist” için özlem duyulan geçmiş bugün, ya vardır ya da yeniden kurulma ihtimali bulunmaktadır. İkinci grup için bu ihtimal ortadan kalkmış, geçmiş gerçek anlamda mazi olmuş ve zaman artık durmuştur. Geçmiş ancak bugüne “yansıtılabilir”. “Restore” edilmesi ise artık imkânsızdır. Bu nedenle düşünsel nostalji bir “kaybedenler kulübü” olarak ironiye, şakaya, yani kendisiyle dalga geçmeye açıktır. Görmüş geçirmiş bir yaşlının bilgeliği ve makuliyetine sahiptir. Buna karşılık Yeniden Kurucu Nostalji “hınç” yüklüdür. Ciddiyet had safhadadır. Ne geçmiş, ne lider, ne de inanç, ironi ve mizaha konu olabilir. Mevzilerini henüz terk etmemiş ve büyük savaşı henüz kaybetmemiş bir haleti ruhiye içinde öfke yüklüdür. Bu ülkede Cumhuriyet tarihi ve “Kurucu Babalar” üzerine mizah içerikli bir filmin çekilememiş olması, incelenmesi gereken bir husus. Hatta Osmanlı’yı tiye alan bir film dahi yok. Var olanlar ise -Kahpe Bizans- düşman figür üzerinden bir koruma kalkanı ile ve çok dikkatli dille buna kalkışıyor. Sivil olduğu iddia edilen Atatürkçülüğün tarih dahil ideolojik özne ve araçları tabula rasa ilan ederek dokunulmazlık zırhıyla kuşatması, pozitivist bir ideolojiye neredeyse kutsallık atfetmesi Boym’un tezleriyle örtüşüyor.
Yeniden kurucu nostaljinin iki esas konusu vardır: Kökenlere dönüş ve komplo teorisi… Bu görüş, tek bir tarihüstü motife dayalıdır: İyiyle kötü arasındaki Maniheizmi akla getiren bir savaş ve mitik düşmanın kaçınılmaz olarak günah keçisi ilan edilmesi. Böylece çiftdeğerlilik, tarihin karmaşıklığı ve modern koşulların özgüllüğü ortadan kaldırılır ve modern tarih antik kehanetin doğrulanması olarak görülür… Biz (komplo teorisyenleri) nedeni ne olursa olsun modern dünyada kendimizi emniyette hissetmeyiz ve kendi talihsizliklerimize bir günah keçisi arar buluruz. Nefretimizi onlara da yansıtır, onların da bizden nefret ettiklerine ve bizi yok etmeye çalıştıklarını inanmaya başlarız.”[5]
İstiklâl Harbi olarak tarif edilen ve resmî ezberin aksine “yedi düvele” karşı bir sömürge savaşı değil, emperyal savaşta taraf olmuş bir ülkenin işgaline karşı devlet içinden bir cevap olan 1919-1922 Savaşı, -resmî anlatıda- iç düşman olarak sadece merkezî Osmanlı hükümetini değil, Yahudiler hariç Anadolu’nun tüm gayrimüslim halklarını hedef tahtasına oturtur. Bugüne gelindiğinde hudutsuz bir Ermeni nefreti ve Rum düşmanlığına Kürdofobi eklenmiş görünüyor. Paranoya seviyesinde Sevr Hatırası destekli tarih okuması, dünyaya bedel Türk’e karşı dünyanın hedefindeki Türk takıntısı, ebedi bir tehdit algısı Sivil Atatürkçü zihniyet haritasını biçimlendiriyor.
Restorasyon (yeniden yerleştirme anlamına gelen re-staure kökünden gelir). İlk baştaki durağanlığa, tufandan önceki âna geri dönüşü ifade eder. Yeniden Kurucu Nostaljik için geçmiş, bugün açısından bir değere sahiptir; geçmiş bir süre değil, kusursuz bir enstantanedir. Dahası geçmişin herhangi bir dağılma belirtisi göstermeyeceği varsayılır… Yeniden kurucu nostalji ulusal geçmişe ve geleceğe seslenir; düşünsel nostalji ise daha çok bireysel ve kültürel hafızaya odaklanır. Yeniden kurucu nostalji kolektif resimli sembollere ve sözlü kültüre meyleder…. Zamanı fethetmek ve mekânsallaştırmak adına ev ve sıla simgelerini ve ritüellerini yeniden kur(ar)… Yeniden kurucu nostalji kendini ölümüne ciddiye alır. Düşünsel nostalji ise ironik ve mizahi olabilir. Özlem ile eleştirel düşüncenin birbirine karşıt olmadığını gösterir.[6]
Sembol fikrin temsilcisidir. Fikrin hayatta olduğunu işaret eder. En azından o duvarda ve duvarın asılı olduğu mekânda. O mekânı kullanan insanların ruhunda. Hatırlanmak var olmanın bir adımı. Hatırlatmak ise var etme çabası. Hatırlananın hayatta bir karşılığı olmayabilir tabii. Eski Yugoslavya topraklarında Tito’nun, Eski Sovyet yurtlarında Lenin’in büstleri mekânları süslese de artık ne Yugoslayva ne Leninizm hayatta. Mustafa Kemal imajı resim ve büst olarak evleri süslemeye devam ediyor. Sırbistan ve Rusya’da yaşananın aksine henüz Kemalizm düşünsel nostaljiye örnek teşkil etmiyor. Aksine Erdoğanizm yeni bir Kemalist formasyon peşinde, rejimi yeniçeri adımlarıyla da olsa dönüştürüyor. Pozitivist ve laisist Kemalizm, yani otuzlu yıllara atfedilen Orijinal Atatürkçülük devlet merkezinden kovulmak üzere. Muhafazakâr, nasyonalist, İslâmcı, kadın haklarına uzak, Aleviliği Sünnileştirmek, Kürtleri alt bir Sünni-Türk kimliği üzerinden ehlileştirmek isteyen, seküler yurttaşları tehdit altında hissettiren İslâmcılığı bir tehdide dönüştüren, tarikat ve cemaatler üzerinden gündelik hayatı, okulları, camileri ve sokağı denetlemeyi hedefleyen, LGBT+ bireyleri toplum ve insanlık dışına süpürmeye kalkan “Gazi Paşa Hazretlerini” Kurucu Baba olarak kerhen ve zaruretten sahiplenen İslâmcı bir Kemalizm merkezi ele geçirmek üzere.
Sivil Atatürkçülük, bu manzara-i umumiye karşısında ne yapıyor? Ne yapılmasını hedefliyor? Selcen’in eleştirisini bir kez daha hatırlarsak merkezden kovulmuş, devlet dışına sürülmüş yurttaşlardan oluştuğunu varsaydığımız Sivil Atatürkçülüğün buna dair irade beyanı ortaya koydukları bilinmiyor. “Padişahım çok yaşa” narasının bir asır sonraki karşılığı “Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa” marşına dönüşürken bugünden geleceğe uzanan talepleri ne? İhtimal kendileri de bilmiyor. Otuzlu yılların ekonomi politiği ya da CHP’nin altı ilkesinin bugünün ihtiyaçlarını karşıladığını kabul etmek Kurucu Nostalji’nin sınırlarında boğulmak demek. Kaldı ki bu tür arkaik söylemi kimseyi siyaseten tatmin etmeyecek. Bırakın genel ilkeleri 29 Ekim’de meydanlara akan kitle AİHM kararlarına uyulması hususunda acaba ne düşünüyor? Vekil Can Atalay’ı hapiste tutmak için AYM kararını hiçe sayan hükümet politikasına herhalde karşı. Peki 1924’te aynı şekilde Bursa Vekili’nin mazbatasına el koyan “Orijinal” Kemalist Rejim hakkında yine tarihsel koşullar tezine mi sığınacak? Hukukun üstünlüğü, sandık güvenliği ve sandıktan çıkan sonuçlara saygı hususunda fikri ne? Ülkenin batısı ile doğusu arasında farklı ceza ve seçim yasalarının işletilmesini onaylıyor mu? Devletin bekası için sansür yasası İslâmcılar tarafından işletilince anti-demokratik oluyor da Eski Rejim’de mesela 1990’larda Türkiye’nin Kürt coğrafyasında karakol ve kışlalarda üniformalı şiddet göz ardı edilebilir mi oluyor? Kürt kimliği, Ermeni tehciri, ülkede bir avuç gayrimüslime, mesela vakıf mallarına yönelik baskılar hakkında nerede duruyor? Devlet dışına sürüklenmiş yurttaş Atatürkçüler, özgürlük ve demokrasinin neresinde?
Gezi İsyanı, Türkiye tarihine bir yumruk gibi indi. Yumruk kadar kısa ve etkili. Rejimin ruhunu değiştiremedi belki ama tarihe bir mesaj düştü. Şu anda hissedilmeyen ve umutsuzluk devrinde yokmuş gibi hatırlanan mesaj: gündelik hayata dair birbirine benzemez yurttaşların şehirde birbirine hayat ve özgürlük hakkı tanıması. Özet buydu. Devrimci bir mesajdı. Çünkü inanç, etnisite ve cinsiyet üzerindeki baskılara karşı da tutum içeriyordu bu isyan. En azından sessiz kalma hakkını kullanıyordu katılımcıların bir bölümü. Aynı dönemde Onur Yürüyüşü’ne yüz bin insanın iştiraki, kadın mücadelesindeki ivme Gezi’yi oluşturan bileşenlerdi. Barış süreci nedeniyle Kürt siyasetinin ikircikli tutumuna rağmen Kürt gençleri meydanlara aktı. Gezi’nin başlangıcında otoriter milliyetçi ve anti-Kürt General Pamukoğlu’nun Hak ve Eşitlik Partisi (HEPAR), Perinçek’in Türkiye Gençlik Birliği (TGB) gibi oluşumlar yer alsa da isyanın heterojen özgürlükçü kimliğinden rahatsız olup meydanları terk edeceklerdi. Bu açıklamalar ışığında, Sivil Atatürkçüler kimdir diye sorulacak olursa, Gezi İsyanı’na katılarak ilk kez polis gazı ve dayağı ile tanışan, net politik tarafgirliği olmadığı halde seküler hayattan yana tutum alan, Atatürk’ü seven, kendini buna göre tarif eden kişidir denilebilir. Hemen not düşelim. Gezi’deki kitlesel polis şiddeti Kemalistlerce devlet değil, AKP şiddeti olarak kabul edildi. Halâ kendilerini merkezde görüyorlar ve devleti AKP “şerrinden” kurtarabileceklerini umuyorlardı. Bugün polis ve ordudaki cemaat ve tarikat örgütlenmesi artık bu düşünceleri yavaş da olsa devre dışı bırakıyor.
Sivil Atatürkçülük, Erdoğan rejiminin otoriterizmine karşı özgürlük talep ediyor. LGBT hakları, seküler kesim için en azından teorik olarak artık tartışma konusu değil. Meşru görülüyor. Kadın hakları ise zaten Kemalist bir kazanım olarak övünç konusu. Buna karşılık Kürt Meselesi sadece devlet ve Erdoğanizm için değil, sokaktaki Atatürkçü için de aşılmaz bir engel. Oysa Kürt Özgürlük Siyaseti Ortadoğu’da kadın, LGBT ve sekülerizm konularında belki de bütüncül özgürlükçü programa sahip tek siyaset. Buna rağmen Kurucu Yeniden Nostalji’nin geçmişe dair korkuları aynı ulus-devlet çatısında ortak politik hedeflerde birleşmenin önünde engel. Alevi meselesinde ise Diyanet’i Atatürk’ün yadigârı olarak gören devlet dinli bir bakış açısı mevcut. Buna rağmen Alevilerin bir kısmının Kemalizm’e verdikleri destekten ve sebeplerinden söz etmiştim.
O halde tekrar sorarak yazıyı bağlayalım: Sivil Atatürkçülük mümkün mü? Paramiliter ya da üniformasız sivil değil. Kelimenin gerçek anlamında ve demokratik özgürlükçü sivil. Devlet dışına sürülmüş Kemalist yurttaşların Erdoğanist merkezle ideolojik bağı koptuğu için devlete itiraz noktasına gelmeleri zaman alacak görünüyor. Bunun gerçekleşmesi ise aynı yurttaşların Kürt meselesindeki tarihsel angajmanı terk etmelerine bağlı. Kürtlere anayasal yurttaşlık verilmesi ve 1921 Anayasası ruhuna dönüş. Bu kadar net olmasa dahi kimlik hakları konusunda eşit yurttaşlık statüsünün ilkesel olarak kabul eden Kemalist yurttaşların demokratik anlamda sivil sıfatını hak kazanmaları mümkün. Aksi takdirde İslâmi Kemalist Erdoğan Rejimi seküler hayatlarını dar ettiği Kemalist yurttaşların desteğini Kürt sorunu üzerinden almaya devam edecek. Böyle bir Atatürkçülüğün ne sivil olması mümkün ne de seküler Kemalist ideallerini koruyabilmesi. Kürt poşusu öyle bir nefreti körüklüyor ki İslâmcı otoriter rejime duyulan öfke etkisini kaybetmekle kalmıyor, bir başka otoriterizmi yükseltiyor. “Ne mutlu Türküm Diyene” sözündeki ağır milliyetçi doz aynı kitle için sadece Türk olmanın gururunu yansıtmıyor. Azınlıklara karşı üstünlük ve tehditkâr algıyı da içeriyor. Tek adam kültünün despotizmi, otoriter eğilimlere sempati, Atatürk imgesinden Erdoğan kültüne giden bir yol olduğu da es geçiliyor. Bugün geri plana düşse de Kemalizm’in antikomünist damarı da unutuluyor. Sokak Kemalizm’i, liberter ruhla pek uyuşmuyor. Bununla birlikte Cumhuriyet ve ideolojik paketi Batı kavramları olması nedeniyle beraberinde Batı değerler sistemini de getiriyor. O yüzden Sivil Atatürkçülük Batı’nın özgürlükçü tutumunu da aynı paket içinde alabiliyor. Bu bir avantaj. Kabul etmesi şart değil. Ama müzakere ederken İslâmcı geleneğe göre içeriden bir gözle bakma şansına sahip.
Sorun şurada: Merkezin dışına itilmiş Atatürkçüler otoriter rejime karşı çıkarken aynı anda alternatif demokratik bir modeli geliştiremiyor. Demokratik bir model inşa etmek için yeterince sivil düşünemiyor, proje üretemiyor. CHP’li bir kadın belediye başkanının bomba üzerine imzasını attığı bir Atatürkçülük İslâmcı otoriter rejime karşı barış ve refahı tesis edebilecek inisiyatifi geliştirebilir mi? Kürt poşusu ve fes ile barış bunun bir yolu.
Ama şu gerçek: Sivilleşmeyi öğrendiği takdirde etikete ve nostaljiye ihtiyacı kalmayacak.
[1] Enternasyonalist Sol, popülizm ve nasyonalizm ile arasına mesafe koyan azınlık ve mülteci meselesinde ulus-devlet merkezli çözümlere muhalif solu kapsıyor. Türkiye özelinde ise ulus-devletin yayılmacı siyasetine, gayrimüslim halklara ve Kürtlere yönelik baskıcı politikalara karşı olmak kriterler arasında.
[2] “Nostalji –nostos (eve dönüş) ve algia (özlem, nostalgia– artık var olmayan veya hiç varolmamış bir eve duyulan özlemdir.” Svetlana Boym, Nostaljinin Geleceği, çev. Ferit Burak Aydar, Metis Yayınları, 2009, s. 14.
[3] Svetlana Boym, Nostaljinin Geleceği, s. 77.
[4] Boym, s..77.
[5] Boym, s. 78-79.
[6] Boym, s. 87-88.