Millî Dış Politika Saflarında Yahut Hep Aynı Kalarak Değişim İstemek!

Yıllar evvel, televizyonda izlediğim bir görüntü aklımdan çıkmaz. 2000 yılındaki UEFA kupası finali öncesinde, Arsenal ve Galatasaray taraftarları Kopenhag sokaklarını inletirken, pek tabii, televizyon muhabiri de hem rakip takım Arsenal’in ve hem de aralarındaki bütün husumetleri, kavgaları, hakaretleri, milli bir dava adına bir kenara bırakmış, hepsi tek yürek olmuş (Galatasaray taraftarlarının değil!) Türklerin duygu ve düşüncelerini öğrenmek için mikrofonlarını kalabalıktan rastgele kişilere tutuyordu. O esnada, İngiltere’den Danimarka’ya final maçını izlemeye gelmiş, Türkçesinden, Kıbrıs asıllı olduğu anlaşılan bir taraftara (doğal olarak ‘bir Türk’ün yabancı bir takımı asla destekleyemeyeceği’ apriori yargısını her memleket insanı gibi, uzun tedrisat raddesinin neticesinde içselleştirmiş biri olan) muhabir ‘Galatasaray’ı nasıl destekleyeceksiniz?’ minvalinde bir soru sordu. Muhabir, karşısındaki taraftardan, onu hayal kırıklığına uğratan cevabı, Türkçe “Biz hepimiz Arsenalciyiz” sözleriyle aldı. O anda, muhabirin olayı ne kadar tuhaf bulduğunu belli eden yüzü, hayreti ve şaşkınlığı yansımıştı kameraya. Zira, nasıl mümkün olabilirdi böyle bir durum? İçerde kanlı bıçaklı olunsa dahi, dışarıda ele güne karşı, birlik olunması gerektiğine iman ederek büyümüştü. Hem kolun kırılıp yen içinde kaldığı hem de Türkün Türk’ten başka dostunun olmadığı, içinden geçilmekte olan o zor zamanlarda, bu kadar ayan beyan ortadayken, bu Arsenalcilik de neyin nesiydi? Zaten, içimizde Türk kılığına girmiş İrlandalıların olduğunu Mustafa Denizli henüz birkaç ay evvel söylememiş miydi?

Malum, Türkiye’den herhangi bir lider, bir takım, bir birey, bir tüccar, bir gezgin, bir öğrenci, bir sürgün, hatta muktedirlerin eseri olan zor hayat koşullarından kaçıp kapağı Batı ülkelerinden birine atabilen bir mülteci, kendisi gibi olanlara, on yıllardır çizilen sınırları aklında tutmak zorundadır. Had aşımı, en büyük kusurlardandır, haddi zatında.  Çizilen o kırmızı çizgilere yaklaşamaz hiç kimse; buna asla müsaade edilmez. Üstelik, bir gün (ola ki) geri döndüğünde, bırakın o sınırları aşmış olmayı, çizgilere yaklaşmış olma durumu bile, daima akılda tutulur ve bulunmaz bir menfi propaganda malzemesine dönüştürülür. Bu çizgi, milli çıkar mefhumunda kendisini bulan, paradigmadır diğer adıyla resmî ideolojidir. Bu paradigmayı oluşturan hiçbir önerme, siyaset, ideolojik perspektif, uygulama ve pratik sorgulanamaz, eleştirilemez ve itiraz edilemezdir. Neden yahut niçin gibi soruların yerine istenen, dogmatizmden öte, militan bir imandır; gerisi zayıflık, vatan hainliği, işbirlikçilik, Türkün varlığına düşmanlık olarak değerlendirilir ve ona yönelik her itiraz veya şüphe kaynağı, bütün devlet-toplum makinesinin mükemmel koordinasyonuyla, kolektif biçimde etkisiz hale getirilir. Yani, “üniversitelerden” siyasi partilere, sıradan vatandaştan hemşeri derneklerine, kahvehane sakinlerinden lümpen kulüp taraftarlarına, işçi, memur ve işveren konfederasyonlarından mahalle-içi vaka-i adiyeden ensest ve cinayet vakalarının (doğruya doğru, polisten daha iyi) çözüldüğü, düğünden henüz gelmiş gibi süzülen kabarık sarı saçlı, frapan sunucuya zaman zaman dalıp gidilen, varoşların kadrolu seyirci kontenjanlarının doldurduğu yerli ve millî aile, edep, ahlâk ve istiklâl değerlerinin timsali, Sherlock Holmes’a taş çıkartan gündüz kuşağı programlarına  kadar, paradigmanın bütün nüvelerinin, sistemin bütün dişlilerinin, aynı anda devasa bir çarka dönüşerek çalışması neticesinde, un ufak halde, bertaraf edilir. İkinci bir hadsizin potansiyel sivri çıkışına kadar memleket ve paradigma güvendedir, artık. Muktedir, rahatta dinlenebilir! Çünkü, sınıfsız, imtiyazsız ve kaynaşmış bir kitle olarak aynı gemideyiz ve maazallah, gemi batarsa hepimiz batarız! Pek tabii gözlerimiz “aynı gemide olabiliriz lakin neden siz muktedirler hep birinci mevkide, büyük çoğunluğumuz üçüncü mevkide, makine dairesinde ve ambarlarda balık istifi yol alıyoruz?” diye soracak birilerini yahut bunu çağrıştıracak bir umut ışığı yakması gereken siyasi partiyi, lideri veya söylemi arıyor, ama nafile! Bunları içeride söyleyemiyorsa bile, dışarıda, görece daha serbest bir ortamda, dile getirmesi beklenir, normal şartlar altında. Fakat bir kez daha gördük ki, özgür olsanız bile serbest olamıyorsunuz/olmak istemiyorsunuz ve egemen paradigmanın ya da resmî ideolojinin kutsiyet atfederek çizdiği şablonun içinde kalmaya mahkûm oluyorsunuz. Dahası, ancak resmî ideolojinin veya söz konusu (Türklük) sözleşme(si)nin[1] düşünsel ve pratik mahkumları, aldıkları izin, brifing ve bilgi notlarıyla arz-ı endam edebiliyorlar. Ve bu lider/aktör farklılığıyla aynı sakızı çiğnemeye de muhalefet deniliyor bu ülkede.

Bir de şurası daha net artık: Muhalif olma iddiasındakilerin de açık ya da gizli, resmî ideolojiyle mücehhez halde, sadece, elan, devlet olanların elindeki sopalara talip oldukları, aynı sopayı ele geçirmeyi hedef edindikleri, o sopayla inşa edilen, sürdürülen ve her seferinde yeniden üretilen eşitsiz, ceberut, zalim, anti-demokratik, belli bir bürokratik ve egemen sermayeye hizmet ederken meşrebince payların/kırıntıların dağıtıldığı ve bunun üstünün popülizm ve milliyetçi/tekçi demagojilerle örtüldüğü her türden iktisadın varlığına prensip olarak karşı değiller. Bu konuda, akıllara Gülen hareketinin, özellikle, AKP’nin 2009-2013 arasında başlattığı çözüm sürecinde canhıraş şekilde nasıl Deniz Baykal’la aynı çizgide yer aldığını hatırlamak yeterli. O dönemin TRT’si ya da ATV’si sayılabilecek Samanyolu kanalındaki (Yek) Türkiyeli dizilerin yarattığı popüler anti-demokratik hava unutulmamalı. Çünkü o dönem, (eli) silahlı ve silahsız kuvvetlerin önemli bir kısmı Gülencilerin etkisi altındaydı. Remi ideoloji ve paradigma, o zamanlarda o yönden (de) yönetiyordu süreci. Diğer bir ifadeyle, aslında hemen herkesin, neredeyse bütün muhalefetin görüntü ve lider demagojilerinin dışında, mevcut eşitsizliği üreten ve yürüten paradigmayla ya da resmî ideolojinin temel kabulleriyle bir sorunu yok! En azından şimdiye kadar ortaya bu çıkıyor. Çünkü dünyevi bir durumdan söz etmiyoruz. Milli dış politika kavramında kristalize olmuş, asıl yaratıcılarını ve yararlanıcılarını perdeleyen bu uhrevi yapının temellerine, kökenine radikal eleştiri ve siyaset önerileri yerine her seferinde (meğer) göstermelik, aktörel ya da vitrinlik rötuşlar peşinde koşulduğu bir kez daha açığa çıktı.

Çok fazla gerilere gitmeden, ana muhalefet partisi CHP’nin, sadece, son on, on beş yıldır izlediği politikadan anlıyoruz ki, karşımızda, kendini resmî ideoloji yahut paradigmayla ete kemiğe büründüren fakat rol gereği, sistemin muhalefetinde duran bir yapı söz konusu.[2] Kemal Kılıçdaroğlu’nun yaklaşık on yıl önceki dokunulmazlık sürecindeki sözleri, eylemleri ve hatta aldığı açık ya da gizli brifingler yeni açıklanıyor kamuoyuna. Ya da önceki seçim döneminde, Ümit Özdağ’la yapılan protokolleri hatırlayalım. Kuşkusuz, bütün bu süreçlerde Kılıçdaroğlu, lider olarak ön plandaydı ama onun da tek olmadığı, hatta, Türkiye’deki muhtemel bir demokratik koalisyona karşı, egemen paradigma içinde, oldukça güçlü ve tazyikli destekçilerinin de olduğu aşikâr. Yoksa, (içi boş da olsa) hem Sosyalist Enternasyonal toplantılarında mangalda kül bırakmayıp hem de Afyon ve Bolu belediye başkanlarını aynı anda yönetiyor olmak, kolay iş değil! Bütün bu oyunların tekniği ve taktiği açıklanmasaydı da ortaya çıkan siyasi ve hukuki sonuçlardan hareketle, nelerin döndüğünü, bu memlekette işlerin nasıl yürüdüğünü bilen ortalama bir vatandaş olarak, tahmin etmek zor olmayacaktı. Nihayetinde, burası da Ortadoğu ve özellikle bu bölgede beş dakkada değişebiliyor bütün işler! Değişir, değişmesine de… aynı kalarak değişmeyi istemek de Türkiye’deki politik kültürün önemli bir değeri olduğu hakikatiyle karşılaşıyoruz bir kez daha.

Sözü asıl getirmek istediğim nokta, Mart 2024 yerel seçimlerinden galip ama muhalif çıkan CHP’nin, özellikle dış politikaya dair neleri değiştirmek istemediğiyle ilgili. Zira son birkaç aydır epey yer aldı kamuoyunda, bu konu. İktidara talip olan muhalefetin, mantıksal manada değiştirmek istediği bir şeylerin olması gerekiyor. Fakat bir kez daha ortaya çıktı ki, bu hususta (da) CHP’nin esastan bir değişiklik talebi yok! Hatta, içerideki iktidar gücünün dayandığı varoluşsal temel kabuller ve pratiklerin üzerine inşa edildiği siyasayı, milli dış politika başlığı altında, devam ettirmekte kararlı olduğunu açıkladı ve bunu gösterdi de. Pek çok kimse için bu sürpriz olmadı; çünkü memlekette normaldi bu türden siyaset. İktidara talip olma iddiasındaki bir siyasi parti tarafından, milli çıkarlar ya da devlet politikası (Türkiye için bir tür Ostpolitik) gayesiyle hedeflenen siyasetin zaman, mekân, sınıf, ideoloji ve çıkarlardan münezzeh olarak ele alınıp mevcut iktidarın çizgisinde gerçekleştirileceği beyanı mühimdir. Diğer bir ifadeyle, Türkiye’de zaten sınıf ve zümreler yoktu, devlet herkese eşit mesafedeydi ve sınıfsız, imtiyazsız ve tezatsız, kaynaşmış bir millet olarak vokabüler güç yansımalarına göre millet ya da ulus denilen ebed müddet bir hakikatin cisimleşmiş varlığıydı. Dolayısıyla, CHP’nin buna ekleyebileceği yeni bir şeyi olamazdı, olmayacaktı da netekim!

Ne demek istediğimizi, bir iki gelişmeyle örneklendirmek gerek. Yakın zamanda, CHP lideri Özgür Özel’in, partisinin yaptığı yurt dışı seyahatlerde zorlanmaması için Dışişleri Bakanlığından bilgi notu ve mümkünse brifing talebinde bulunduğu yazıldı basında. Şöyle diyordu Özel:

“Sayın Cumhurbaşkanı’yla yaptığımız görüşmede yaptığım dış temaslar hakkında bilgiler verdim. Bir dosya sundum. Filistin için sol ve sosyalist partilere yazdığım mektuplar, SPD konuşmam, Türkçeleri sayın Cumhurbaşkanına verdiğim dosyalarda var. Ayrıca dedim ki; ‘bir devlet geleneğini terkettik son 20 yılda. Benim yurt dışına gitmeden önce Dışişleri Bakanlığı’ndan brifing almam lazım. O ülkeyle ilişkilerim nasıl, sorunlarımız nasıl, iş birliklerimiz de noktada, önümüzdeki fırsatlar riskler ne ve aslında benden ne beklersiniz? Üzerinde mutabık olmadığım bir konu varsa o zaman ayrı düşündüğümü söylerim. Ama yüzde 85 Türkiye’nin dış politikasında benzer müştereklerde birleşiyor olmamız lazım. Eskisi gibi sürekli bilgilendirme de yapılmıyor. Gideceğimiz ülkeyle ilişkiler konusunda bize brifing vermelisiniz. Ve dönüşte de bizim bilgi vermemiz lazım.’ Bunları Sayın Cumhurbaşkanına bunları söyledim. Burada pozitif yaklaşıp bir talimat verdiği için bunu söyleyeceğim. Kendisi dedi ki; ‘Bu konularda hatta daha da genişletti, Milli Savunma, İçişleri, Dışişleri Bakanlarımız, Sayın Başkan ihtiyaç duyduğunda brifing versinler ve bu temaslar sağlasın.’ Biz diğer bakanlarla da bizim genel başkan yardımcılarımızın iletişiminin faydalı olacağını söyledik. Bu konuda da bir talimat vereceğini söyledi. Bu önemli bir adımdı.”[3]

Burada, Türkiye’nin en temel sorunlarından birisi duruyor: Muhalefetin, özellikle de iktidara talip olma iddiasındaki muhalefetin, kendi dış politikasının zayıf olduğu, dahası, 2002’den sonra AKP’nin inşa ettiği ve yürüttüğü dış siyaseti milli bir nitelikte görmesi ve bunu büyük oranda, devlet geleneği başlığına sıkıştırarak kabul etmiş olması. Halbuki, AKP’nin yirmi yıldan uzun bir sürede inşa ettiği ve yürüttüğü ve Özel’in milli dış politika olarak korumaya kalktığı mevcut durum, bizatihi, Erdoğan iktidarının ideolojik, ekonomi-politik ve söylemsel en önemli dayanağı olduğuna, CHP dışında, çok az kimsenin itirazı olacaktır. Özel, devlet siyaseti diyerek, AKP ve Erdoğan dönemini, devletin derin dış siyasetinin, dönemsel aktörleri ve uygulayıcıları olarak gördüğünü tescil etmekte. Buradan anlıyoruz ki, Özel’in ve CHP’nin dış siyasette değiştirmek istedikleri fazlaca bir şey yok, hazır yapılmış olanı sürdürmek dışında! %85’lik oranda müştereklik gerekiyorsa, insan geri kalan %15’in içinde nelerin olduğunu merak etmiyor, doğrusu. Fakat CHP’nin milli dış siyasetinin temel çizgilerinin nasıl değişmediğini ya da değişmeyeceğini, dış ilişkilerden sorumlu genel başkan yardımcısı İlhan Uzgel’in Cansu Çamlıbel’e verdiği söyleşiden ve geçtiğimiz haftalarda Özgür Özel’in Amerika seyahatindeki demeçlerinden anlayabiliyoruz. İlhan Uzgel’le yapılan söyleşi, her açıdan çok anlamlı ifadeler içeriyor.  

“(..) Amacımız körü körüne bir muhalefet etmek değil. Türkiye’de yaygın bir muhalefet anlayışı vardır; hükümetin yaptığı her şeyin mutlaka yanlış olacağı ve her noktanın mutlaka eleştirileceği gibi bir anlayıştır. Biz bugün yanlış gördüğümüz her şeyi anında eleştiriyoruz, tepkimizi gösteriyoruz, bazen alternatifini de söylüyoruz.(…) Hakan Fidan ile görüşmemiz öyle böyle bir görüşme değildi. (…) Seçimlerden birinci parti olarak çıkmış bir ana muhalefet partisi ile hükümetin dış politika alanında nasıl bir çalışma ilişkisi yürütebileceğine, yani daha çok yönteme dair bir görüşmeydi. (…) Biz de CHP heyetleri olarak Genel Başkanımız ile birlikte bazı önemli yurt dışı ziyaretler yapıyoruz. Bu ziyaretler öncesinde hükümet tarafından Türkiye’nin resmi dış politikası konusunda bilgilendirme istiyoruz. Türkiye açısından kamuoyuna açıklanmayan bazı kritik noktalar olabilir. Bunları bilmemiz ülke menfaatinedir. (…) Bunları bizimle paylaşabilirler, paylaşırlarsa biz de biliriz neyi söyleyeceğimizi, neyi söylemeyeceğimizi. Elbette biz ana muhalefet partisi olarak yeri geldiğinde dış politikayı eleştiriyoruz. Ama yurt dışına çıktığımızda, bir özel görüşme yaptığımızda pozisyonları bilmek, karşı tarafın neyi talep ettiğini önden bilirsek… Dış politika diğer konulardan farklı olarak içinde bazı mahrem boyutları da içerebilir. (…) Bunun farklı yöntemleri olabilir. Mesela duruma göre Dışişleri Bakanlığı’nın ilgili daire başkanları gelir, bizi bilgilendirir. En kötüsü Dışişleri Bakanlığı’ndan bize bir bilgi notu gelebilir. Bu mekanizmayı kurabiliriz. Bu olursa, biz de yurtdışında toplantılara katıldığımızda Türkiye’nin pozisyonu nedir bilerek ona göre kendi tavrımızı koyarız. Bu mekanizmanın kurulması kadar önemli bir şey daha var o da Dışişleri Bakanı’nın kritik konularda gelip Genel Başkan’ımızı bizzat bilgilendirmesi. Geçmişte çok az sayıda olsa da yapıldı bu. (…) Davutoğlu bakanken birkaç kez yapılmış. En son Sayın Çavuşoğlu bakanken 2019’ta Libya tezkeresi Meclis'e gelmeden yapmış”,

diyor ve bizlerin dikkatini çekmeyi de ihmal etmiyor, Uzgel ve ekliyor:

“ (…) Bunu yapmak hükümetin dış politikasını onaylamak değildir. Kamuoyunda eğer “CHP Erdoğan karşısında yumuşuyor, bu CHP’nin dış politikaya bakışına da yansıyor” gibi bir algı varsa, bu doğru bir algı değil. CHP dış politikada ve iç politikada Erdoğan'a veya Hakan Fidan'a can simidi atıyor değil. Zaten AKP hükümeti de dış politikada ne yanlışlar yaptıysa onları yapmaya devam ediyor. Biz zaten Türkiye’nin çıkarları açısından doğru yapılan bir şey varsa onlara ses çıkarmıyoruz. Yanlış olan, Türkiye açısından riskli ve tahribat yaratan politikalar konusunda ise açık ve net eleştirilerimizi söylüyoruz. CHP’nin bugüne kadar dış politika konusunda izlediği pozisyonda hiçbir değişiklik yoktur, değiştirmeye gerek de yoktur.” [4].

11 Haziran 2024 tarihinde T24 adlı haber sitesinde yayınlanan bu söyleşiden “siyasette normalleşmenin” CHP için, mevcut iktidarın dış siyasetine büyük oranda destek vermek ve brifing ya da bilgi notu almak olduğunu, anlıyoruz. Halbu ki, Çamlıbel’in de söyleşinin takdiminde, çok yerinde belirttiği gibi, İlhan Uzgel, Türkiye’deki uluslararası ilişkiler disiplinin çok önemli ve değerli bir hocası. Bence, söyleşiyi daha da önemli kılan ama pek çok kimsenin üzerinde durmadığı nokta, Prof. Uzgel’in 2017’deki KHK kıyımıyla üniversiteden uzaklaştırılan, işsizliğe ve zorluklara maruz bırakılan akademisyenlerden birisi olması. Diğer bir ifadeyle, İlhan Uzgel, milli dış politika olarak izleneceği vaat edilen siyaseti yaratan devletin, sistemin yahut kurumsal yapının, gazabını, bizatihi, deneyimlemiş biri. İlhan Uzgel gibi hocaların siyasette, özellikle dış siyasi konulara dair, söz sahibi olmaları son derece olumlu bir gelişme. Ama CHP iktidar (!) olmadan, bazı hususlarda yorumlarda bulunurken acele etmemek gerektiğinin de farkındayız. Fakat AKP’nin son yirmi yıldır yürüttüğü ve sahadaki yansımaları somut olarak görülen politikaların, zamandan, mekândan, ideolojiden ve en önemlisi sınıfsal ekonomi-politik ilişkilerden azade bir şekilde, CHP tarafından büyük oranda satın alınması ve milli olarak sahiplenilmesi, şaşırtıcı olmaktan uzak bir Türkiye klasiği. Yani, egemen güvenlik bürokrasisinin masaya getirdiği politika ve aksiyonların, muhalefetiyle iktidarıyla, hiçbir şüphe veya itiraza mahal vermeden, kabul gördüğünü, milli dış politika olarak savunulduğunu bir kez daha müşahede ediyoruz. O zaman, siyaset neden var? Hatta, durum böyleyse (ki öyle), Orhan Kemal'in Karadenizli ahlak timsali duvarcı Kılıç Usta’ya söylettiği gibi ‘neden ediliyor kalabalık bu dünyada?’

Söyleşide, Uzgel’in beyanatlarına yansıyan, CHP’nin dış politikaya yaklaşımı, politik jestlerden mülhem mevcudu kozmetik rötuşlarla destekleme olarak karşımıza çıkıyor. Ve muhtemel CHP iktidarında, dış politikasının (milli hassasiyetler ve çıkarlar hasebiyle) selefinin inşa ettiği pratiklere (neredeyse tamamen) devam etmek şeklinde olacağı görülüyor. CHP’nin dış siyasetinden, biz fanilerin, çıkaracağı sonuç, bugüne kadar yapılanların neredeyse tamamının (%85!) desteklenmiş olduğudur ki, arşivler de aksini söylemiyor zaten.

Doğrusu, CHP’nin, dış siyasette icra edilenleri ve sonuçları itibariyle yaşanılanları milli olarak anlamlandırmasıyla, iç siyasete dair pek bir şey kalmıyor; nitekim, yirmi yıldan uzunca bir süredir, CHP’nin söz konusu bütün icraatları, en nihayetinde, milli dış politika düzleminde kabul ettiğini gösteriyor. CHP, içerideki iktidarın, esasında, dış siyaset olarak icra edilen pratikler üzerine yükseldiğini kabul etmek istemiyor. Ya da o malum komplocu yaklaşımla, CHP zaten sistemin muhalefet ayağını oluşturuyor. Meseleyi daha da somutlaştırırsak: Suriye ve Kürtler konularında, o meşhur milli dış politikaya vurgu yapıyor CHP ve pek tabii, Uzgel de. Suriye ve özellikle de Kürtlere dair icra edilen ve AKP’nin de büyük oranda kendinden önceki dönemlerden miras aldığı politikayı, bir tür mitos olarak görmeye devam edeceklerinin sinyalini veriyor. Zira söz konusu politikayı mümkün kılan arka planı ve ekonomi politiği önemsemeyerek, CHP lehine gerçekleşecek (muhtemel!) iktidar değişikliğinde, mevcut hükümetten, çok farklı perspektif ve icraatlarının olmayacağını söylüyor. Bir kez daha, büyük milli dış politikanın ideolojik, sınıfsal ve politik güç ilişkilerinden süzülen nitelikleri görmezden geliniyor. Aslında, özün özü, Ortadoğu’da Türkiye’yi birinci dereceden ilgilendiren meselelerde, hükümetle aynı çizgide olduklarını ve bundan sonra da benzer yerden bakacaklarını ima ediyor, Uzgel. Şunu bir çıkarım olarak ileri sürebiliriz, o halde: Hükümet değişirse CHP de değişir ki, bunun sinyalleri zayıf da olsa var bu günlerde. Mantıken, bu, CHP de milli dış politika perspektifini güncelleyecek demektir!

Yine, Uzgel’in söyleşisinden bir kez daha anlıyoruz ki, CHP, Suriye’de oluşan sorunların çözümü manasında da Esad’ı temel adres olarak gösteriyor. 2011 öncesindeki Suriye’deki statükonun, ortaya çıkan mevcut trajedilerdeki rolleri görmezden geliniyor. Referans olarak gösterilen Esad, Suriye’nin bu hale gelmesindeki en önemli aktörlerden birisi. Dahası, Uzgel’in söyleşisinden öğreniyoruz ki, Suriye’de 2011 sonrasında ortaya çıkan durumlara yaklaşımda, mevcut hükümetle bir farklılıkları yok. Fark varsa da bu söyleşiden anlamak çok zor. Öte yandan, CHP tarafından (da) çözüm olarak gösterilen Esad’la mevcut hükümet de yeniden görüşmenin arifesinde. Bunun neleri çözebildiği çok da uzak olmayan bir gelecekte görülecek.

Diğer taraftan, Uzgel’in söyleminden, Kürtler ya da PYD söz konusu olduğunda Esad’ı adres göstermesinden (bir kez daha) anlıyoruz ki, CHP (de) resmî ideoloji adındaki heyulanın ya da paradigmanın dışına çıkmayacak, çıkamayacak. Ve bu yönde bir planı da yok. Mevcut Suriye politikasının (da) en temeldeki anti-Kürt nosyonlarından dolayı, çıkmaza girmiş olduğu aşikâr olmasına rağmen, milli dış politika adına aynı kapıları çalmayı salık veriyor, CHP. Fakat Uzgel’in genel başkan yardımcısı olduğu CHPnin (milli) dış politikasının nasıl olacağına dair, son bir iki haftadır parti liderliğinden yansıyan bazı demeçleri ve görüntüleri anmamak, meseleyi eksik bırakmak olur. Zira beyanatlarda CHP’nin, mevcut hükümeti, kutsal milli dış politika adı altında, tamamladığı çok net görülüyor.

Geçtiğimiz 26 Eylül’de basına düşen haberlere göre, CHP lideri Özgür Özel, New York’taki Türkevi’ni ziyaret etti. Özel, çıkışta ikonik Türkevi binasının önünde basına açıklamalarda bulundu. Tam da o günlerde New York Belediye Başkanı Eric Adams’ın Türkevi’nin açılması döneminde, Türk hükümetinden rüşvet kabul ettiğine dair haberler ortaya çıktı ve savcının detaylı bir iddianame hazırladığı yazılıp çizildi.

Mevcut hükümetin, ABD’deki en önemli imaj yatırımlarından birinin önünde, Özgür Özel’in açıklamaları çok anlamlıydı. Özgür Özel’in bir adım arkasında, CHP’nin Dış ilişkilerden sorumlu genel başkan yardımcısı sıfatıyla İlhan Uzgel dururken, hafif yarım profilde ama Özel’in bir adım önünde, eski Washington büyükelçisi ve şimdiki CHP’li Milletvekili Namık Tan duruyordu. Adeta, CHP’de Uzgel’in değil, Namık Tan’ın gerçekte daha güçlü olduğunun fotoğrafı. Nitekim, Özel’in de açıklamalarında, Tan’ın Washington büyükelçiliği günlerinde, Türkevi’ne ne kadar emek verdiğinin altı çizildi. Orada, adeta mekânın gerçek sahibinin kim olduğunu bir kez daha görmüş olduk. Oldukça manidar olan bu sembolizmi bir tarafa bırakıp Özgür Özel’in gazetecilere yaptığı açıklamalardan kesitler şöyle:

“(…) İçinde KKTC’nin temsilcisinin de olduğu hepimiz açısından gurur kaynağı bir bina. Daha önce Türkiye’de de ifade etmiştik, bundan sonra Cumhuriyet Halk Partisi, New York’ta sadece, konaklama rezervasyonları yapacak otellerde. Otel odalarında, otel lobilerinde, otel toplantı salonlarında değil, tüm resmi temaslarımızı, Türkevi’nde, Türkevi’nin şartları uygun olduğu şekilde sürdürmek istiyoruz. Dışişleri Bakanlığımız da değerli yetkilileri de bu konuda bize karşı son derece sıcak davrandılar ve misafirperver davrandılar.”

Bu açıklamaların sonunda, Özgür Özel’in, bir gazetecinin İngilizce sorusuna verdiği cevap, ele güne karşı nasıl birlik olunduğunun muhalefet cephesinden yansıması gibi. Gazetecinin, ‘25 civarında ülkeden oluşan uluslararası bir inisiyatif, Afganistan’da insan hakları ihalelileriyle ilgili Taliban’a karşı harekete geçme kararı aldı. Sizin buna karşı pozisyonunuz nedir? Söz konusu ülke listesinde, Fas dışında, hiçbir Müslüman ülkenin ismini göremiyoruz’ mealindeki sorusuna, Özgür Özel’in verdiği cevap, çok kısa ve net oldu:

“Biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak Dışişleri Bakanlığımızın ve buradaki temsilcilerimizin tayin ettiği hattı takip ediyoruz” dedi. Açıklaması, Taliban’a yaklaşımımız, AKP hükümetinin yaklaşımıyla aynı!

Ardından başka bir gazetecinin “Bu binanın da adının geçtiği New York belediye başkanı ile ilgili bir soruşturma başlatıldı ve bir iddianame açıklandı. Türk hükümetinden usulsüz şekilde bağış almak, bu binanın izinlerinin sağlanması için de New York itfaiyesine baskıda bulunmakla ilgili. Ona dair herhangi bir bilginiz, görüşünüz var mı?” sorusuna cevabı, tam olarak, şu şekilde oldu:

“Erken bir şey söylemek istemem. Sayın büyükelçilerimiz, konuyla ilgili neler konuşulduğunu objektif şekilde, bize de ifade ettiler. Ama şu kadarını söylemek isterim. Türkiye Cumhuriyeti devleti Amerika Birleşik Devletleri’ne ki, orada o zaman bir gözünü kaybeden NTV muhabiri Didem hanımı da hatırlayalım, saygıyla analım, o saldırıdan sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne Türkiye çok önemli bir jest yaptı ve burada böyle bir bina yapılırken Türkiye Amerika Birleşik Devletleri’nde rüşvet vermeye ihtiyaç duyacak bir ülke değil, öyle bir acziyet içinde değil. Böyle bir şeye kalkınmak, niyet etmek falan Türkiye Cumhuriyeti Devletini temsil eden kimseye yakışmaz. Ben bunları yakın yere koymam ama böylesi bir binanın hepimizin gurur duyduğu böyle bir binanın kazandırılması sürecinde bir jest gördüysek, fazlasını Amerika Birleşik Devletleri’nin Ankara Büyükelçiliğine tahsis edilen o muhteşem alan için yapmışızdır. Bunun parayla pulla ölçülecek bir tarafı yok. Güçlü müttefiklik ilişkileri bunu gerektirirdi zaten.”

Bir Türk gazeteci, açıklamanın sonuna doğru şunu sordu: “Türkiye hep son zamanlarda yasal süreçlerle anılıyor. Rıza Zarab davası, Halkbank davası. Şimdi böyle bir soruşturma meselesi var. Mesela Halkbank davasıyla ilgili herhangi bir bilgi alışverişiniz oldu mu?” Özel, bu soruya da, “Biliyorsunuz, hepsini çok yakından takip ettik. Hükümete yönelik bu konuda çok eleştirilerimiz var ama onu yapmanın yeri burası değil, Ankara. Orada söylenmesi gereken her şey söylendi, söylenmeye devam edecek”[5] cevabını verdi.

Özgür Özel, çok net ifade ediyor: Dış siyaset, dışarıda değil, içeride Ankara’da yapılır ve dışarıya çıkılınca da mevcut hükümetin siyaseti, milli çıkar ve milli dış politika gayesiyle her koşulda desteklenir! Dolayısıyla, CHP, Türkiye’deki gündelik iç siyaseti temelden etkileyen Suriye(liler), Kürtler, PYD, güvenli bölgeler, Irak, Taliban veya Libya gibi konuları ya da genel olarak hükümetin dış politikası diyebileceğimiz yön tayin edici, iktidar belirleme gücü olan alanları, kutsal milli dış politika zırhına büründürerek, oradan da farklı söylem ve politika gücü çıkarma ihtimallerine kapıyı kapatıyor. Geriye de doğrusu, rakı ve şort demokratlığı dışında pek bir şey kalmıyor, maalesef.

Değinmeden geçmemek gerekiyor. Bu yazı bitirildikten bir gün sonra, 12 Ekim’de GazeteDuvar’da İlhan Uzgel’le yapılmış bir söyleşi daha yayınlandı.  Son aylarda CHP liderinin dış siyasette (de) hükümetle aynı çizgiye geldiği biçimindeki eleştirilere bir tür cevap olan söyleşide, İlhan Uzgel’in bazı konularda daha dikkatli açıklamalarda bulunduğunu görüyoruz fakat Türkiye’nin kronikleşmiş sorunlarına yaklaşımda, bekleneceği gibi, (CHP) olarak bir değişim işareti yok. Netameli başlıklarda, hükümet-devletle farklı düşünüldüğüne dair emare yok. Sadece, kişi olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan söz ediliyor fakat Erdoğan’ın sürdürdüğü politikalara bir söz söylenmiyor. Az evvel belirtildiği gibi, klasik çizgide ısrar bariz bir şekilde görülüyor.[6] Mesela, Libya’da asker bulundurmaya yine sıcak bakıyor CHP; Suriye’deki dış politikayı belirsiz gelecekle açıklıyor. Trump’ın ABD başkanlığını kazanmasından, PYD’nin kendini lağvetmesinden, Kürtlerin Esad’la anlaşmasından, zincirleme reaksiyona sebep olacak ihtimallerden söz ediyor Uzgel. Fakat sorulmadığı için bir yorum yapmak zor da olsa, mesela CHP’nin, iktidar olursa, mevcut hükümetten farklı olarak İdib’deki duruma nasıl baktığını, Afrin’de artık insan hakları gözlemcilerinin bile, savaş suçları kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini söylediği, bölgeye yerleştirilen cihatçıların eliyle gerçekleştirilen etnik temizliği, özel mülkiyete ve yaşam hakkına yapılan saldırıları[7] nasıl değerlendirdiğini bilemiyoruz. CHP’nin iktidarda olduğu bir Türkiye’nin, son Gazze ve Lübnan’daki savaşın yeniden hızlandırdığı, giderek ağırlaşacağı ve kronik bir hal alacağı anlaşılan, küresel mülteci dalgalarından korunmak adına, nasıl bir yol izleyeceğini, neler yapacağını, vaat şeklinde de olsa, bilmiyoruz. Fakat muhtemel bir yeni dönemde, milli dış siyaset diskurunun peşine takılacak ilk partinin CHP olduğunu, onun daha muhalefetteyken açıktan veya da sessiz kalarak yaşanılanları nasıl meşrulaştırdığından giderek tahmin etmek zor değil. Çünkü Suriye meselesinin temelinde (de) CHP’nin çözüm diye her seferinde etrafından dolaştığı ve eski defterleri, aktörleri, politikaları adres gösterdiği Kürt meselesinin olduğu herkesin malumu. Hatta bu hususta mevcut dış politikanın inşa edicisi ve ısrarlı sürdürücüsü hükümet bile daha net. O halde, CHP’nin, mevcuda mugayir bir yön ve siyaset iddiası yoksa ki, en yakıcı başlıklarda olmadığı çok net, güvenlik bürokrasisinin zaman, mekân, sınıf, ideolojik perspektif ve en nihayetinde her türden çıkardan azadeymiş algısı ve iddiası üzerine inşa ettiği ve uygulanmasını dikte ettiği pek çok kimsenin malumu olan milli dış politikanın yeni sürdürücüsü olacağını rahatlıkla öngörebiliriz.

Fakat bunların da ötesinde, iktidara aday olma iddiasındaki ana muhalefet partisi, hükümetin yirmi yıldır üzerinde güç ve iktidar inşa ettiği temel kolonlara dokunmadan onları, kutsal milli dış politika zırhına büründürerek erişilebilir, dokunulabilir, değiştirilebilir, dönüştürülebilir, somut, dünyevi zaman ve mekânın dışına taşıyor. Ve haliyle iktidar-muhalefet konumları, bu ülkede, bir kez daha, belirsizleşiyor. Ve kim bilir, belki de bu ülkede somut iktidar-muhalefet tartışmaları yerine daha muğlak ve soyut sistem tartışmalarının ön plana çıkması bu yüzden.

Yine de insan, sormadan edemiyor! Peki, CHP neyi değiştirmeye aday?

CHP’den ve Özgür Özel’den Türkiye’nin kronikleşmiş dış politika sorunlarına dair eleştirel, köktenci, demokratik ve şeffaf siyaset ve söylem bekleyenler (sosyal medya jargonuyla söyleyelim) dağılabilirler. Zira CHP cephesinde yeni bir şey yok ve yakın gelecekte de olmayacak gibi. Fakat ümitvar olmakta her daim fayda var, pek tabii; zira milli iç politika çizgileri de tıpkı dış politikada olduğu gibi güncellendiğinde yahut deklere edildiğinde, CHP’nin ve diğer muhalefetin de harekete geçebileceğini biliyor olmak, insanı rahatlatıyor!


[1] Burada yaptığım küçük bir hatırlatma ve referansın çok ötesinde, Barış Ünlü’nün, Türklük Sözleşmesi başlıklı zihin açıcı çalışmasını (yeniden) okumak, deneyimlenen zamanı anlamada çok önemli bir boşluğu doldurduğunu, hassaten, belirtmek istiyorum. Bkz. Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi – Oluşu, İşleyişi ve Krizi, Dipnot Yayınları, Ankara, 2022.

[2] CHP’nin politik ve ideolojik duruşunun temellerini izlemek için Bkz. İsmail Beşikçi, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Programı (1931) ve Kürt Sorunu, Belge Yayınları, İstanbul, 1991.

[3] https://ankahaber.net/haber/detay/ozgur_ozel_erdogana_yurt_disina_gitmeden_once_disisleri_bakanligindan_brifing_almam_lazim_dedim_genel_baskana_brifing_verilsin_dedi_179157  Erişim Tarihi: 02.10.2024

[4] https://t24.com.tr/yazarlar/cansu-camlibel/chp-nin-dis-politikadan-sorumlu-genel-baskan-yardimcisi-ilhan-uzgel-akp-nin-en-korkunc-dis-politika-mirasi-suriye-olacak-esad-yonetimiyle-su-an-temasimiz-yok-ama-her-an-kurabiliriz,45194b Erişim Tarihi: 4 Ekim 2024

[5] https://www.youtube.com/watch?v=c5eapNMmHFA  Erişim Tarihi: 4 Ekim 2024.

[6] https://www.gazeteduvar.com.tr/uzgel-disarida-erdoganin-hatalarinin-savunucusu-degiliz-haber-1727024#google_vignette Erişim Tarihi: 12 Ekim 2024.

[7] https://www.hrw.org/tr/news/2024/02/29/syria-abuses-impunity-turkish-occupied-territories Erişim Tarihi: 12 Ekim 2024.