Telaffuz Hatası mı, Türkçeyi Bilmemek mi?

Eskiden radyoda, televizyonda "rakip" yerine "raakip", "hakem" yerine "haakem" diyenleri    görünce bu hataları onların okuma fırsatı bulamamalarına bağlar, bıyık altından güler geçerdik. Bir de "laiklik" yerine "laayiklik", "inkılâp" yerine 'inkilap" diyen milletvekilleri vardı; onlarla durmadan alay edildiği için bu iki telaffuzdan daha sonra kurtulabilmiştik.  Bugün görsel basında duyduğumuz söyleyiş hataları böyle bir iki örnekle sınırlı değil. Bu hatalar o denli arttı ki, bunların bir dökümünü çıkarabilmek için vakit harcayıp uzun listeler hazırlamamız gerekiyor. Söz konusu hataları bugün artık iyi bir öğrenim görmemiş, görememiş kimselerde değil, iyi üniversitelerde okumuş, toplumda bir mevkii olan kimselerde, hattâ akademik unvanlı kişilerde bile görüyoruz. Radyolarda, ekranlarda konuşanları, spikerleri, muhabirleri, gazetecileri, "kanaat önderleri"ni, siyasetçileri milyonlarca insan dinliyor. Tehlike, onları dinleyenlerin o kelimelerin öyle telaffuz edilmesi gerektiğini sanmasında. Ama tehlikenin daha büyüğü, yanlışın her gün tekrar edilmesiyle doğrunun yadırganır hale gelmesinde. Bugün o kaygıyı duyar olduk.                      

Son zamanlarda iki hatanın arttığını gördüm. Bunlardan biri, adem-i merkeziyetçilik teriminin âdem-i merkeziyetçilik diye, yani /a/ sesinin uzatılarak söylenmesidir. Oysa "adem" ile "âdem" iki ayrı kelime, Türk Dil Kurumu’nun Yazım Kılavuzu'nda ikinci kelimenin başına düzeltme işareti konmuş bu yüzden.

Âdem, "insan" demek, aynı zamanda din kitaplarına göre Tanrı'nın yarattığı ilk insan; "adam" kelimesi onun biraz ses değişimine uğramış hali, âdem elması, âdem evladı, âdemoğlu kelimelerindeki ilk harflerin üstüne düzeltme işareti konması, o sesin uzatılarak okunması gerekiyor.

Adem ise, yokluk, yoksunluk, bir şeyin olmaması, bulunmaması demek. Eski Türkçede birçok kelimenin önüne gelip birer tamlama olarak kullanılırdı; adem-i basiret (basiretsizlik), adem-i iktidar (iktidarsızlık), adem-i istikrar (istikrarsızlık) gibi. Bunlar bilinmeyebilir, eskimiştir. Ama adem-i merkeziyet öyle değil. Yakın tarihimizde bir yeri var. Adem-i merkeziyet Osmanlı Ahrar Fırkası’ndan siyaset adamı, düşünür Prens Sabahaddin'in (1879-1938) türettiği bir terim. Prens, adem-i merkeziyetçiliği savunan bir dernek kurmuş, Osmanlı devletinin adem-i merkeziyetle, yani merkezden değil, çevreden, vilayetlerden yönetilmesini, vilayetlere geniş yetki verilmesini istiyordu. Bu terim o yıllarda kullanılıp bir kenara konan bir terim olarak kalmadı. Günümüzde de sıkça kullanılıyor. Bugün illere, yerel yönetimlere daha geniş yetki verilmesinden yana olan siyasetçiler, partiler var. Bu hata yayılıyor. Buna artık söyleyiş hatası denemez; terimi bilmemek bu.

Ben terimdeki ilk sesin uzatılarak "âdem-i merkeziyet" diye telaffuz edildiğini halktan değil -halk bu teknik terimi kullanmaz zaten-,   aydınlardan, iyi gazetecilerden duydum. Hattâ bu görüşü savunan bir siyasetçi bile bu şekilde telaffuz etti.  Vikipedi'deki "Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti" maddesinde, maddenin başlığında değil ama, metninde yine "âdem-i merkeziyet" diye yazıldığını gördüm. Demek ki, yanlış telaffuz imlayı da bozmuş.    

Yine gitgide yayılan bir "resmî geçit" (birinci kelimenin sıfat sanılıp sıfat eki /î-/ takısıyla uzatılıyor) var. Bazı radyo-televizyon spikerleri böyle okumaya başladılar. Televizyonda yayınlanan bir yarışma programında da aynı şekilde ekrana yazdılar. Oysa oradaki kelime "resmî" değil, geçit, tören anlamına gelen resm. Resm-i geçit kelimesini artık tamlamalarda kullandığımız tire işaretini kullanmadan, "resmigeçit" diye yazıyoruz. Onun yerine "geçit töreni" dense hatanın önüne geçilir. Bu da sadece telaffuz hatası sayılamaz. Tabii, doğrudan doğruya söyleyiş hataları da pek çok.    

En yaygın hata vak'a/vaka kelimesinin söylenişinde. Ya birinci /a/ sesi, ya ikinci /a /sesi ya da ikisi birden uzatılıyor. Oysa iki /a/ sesi de kısadır. Osmanlı abecesinde bu kelime  وقعه (vav-kaf-ayın-he) harfleriyle yazılırdı. Bu kelimedeki üçüncü sesin yeni Türkçede karşılığı yok. Ayınlı kelimelerde harfin kullanıldığı yerde söyleyiş kesintiye uğratılır, yazıda bu durum tersine dönmüş bir kesme işaretiyle gösterilirdi. Eskiler bu sesin kullanıldığı kelimelerin orasını kesintiye uğratıp heceyi vurgulayarak söylerlerdi; "meş'ale", "san'at" kelimelerinde olduğu gibi. Söyleyişteki o kesintili söyleyişe "ayın çatlatmak" denirdi. Sade Türkçe geliştikçe ayın çatlatmaktan vazgeçtik. Ayın çatlatanlar, açıkça söylenmese de, hafiften kınanırdı. "Vak'a"nın yazımını da değiştirdik, "vaka" diye yazar olduk. Doğrusu da buydu. Fakat burada özel bir durum var gibi. Biraz aykırı bir şey söyleyeceğim, "vak'a" kelimesini şu yazımında görüldüğü gibi, ayınını çatlatarak okumaya devam etseydik, söz konusu yanlış telaffuz ortaya çıkmazdı. Sayısız insan yine ayınlı bir kelime olan "meş'ale"yi de doğru bir şekilde telaffuz edemiyor, "meşaale" diyorlar, oysa /a/ sesi yine kısadır. Ayınları çatlatmaya devam edelim demiyorum, ama durum bu.  Dil acayip bir yapı. Bir yerde uygulanan bir kuralı aynı kuralın geçerli olması gereken başka bir yerde uygularken zorlanıyorsunuz bazen. Şimdi öğrenmemiz gereken şey "vak'a"yı "vaka", "meş'ale"yi "meşale" olarak söylemeyi öğrenmek. "Vaka" kelimesi bir hayli eskidi Türkçede. Yerini "olay, olgu" kelimelerine bıraktı. Ama birkaç yerde bayağı iyi tutunabilmiş; hasta yerine "vaka" diyoruz, onun hemen yanında "klinik vaka" sözü var; bir de "polisiye vaka", "zabıta vakası", "adi vaka" tamlamaları. Hekimlerin büyük çoğunluğu "vaka" kelimesini doğru bir şekilde söylüyor. Birkaç hekimin "vaka" yerine "olgu" dediğini gördüm. Gerçi olguyu eski dildeki "vakıa", İngilizcedeki fact, Fransızcadaki fait karşılığında kullanıyoruz, ama olsun, kulak tırmalayıcı telaffuzdansa bunu benimsemek yeğdir.               

Doğru telaffuzunu çok az duyabildiğim kelimelerden biri de "tarikat". Pek çok kimse kelimedeki birinci /a/ sesini uzatarak "taarikat" diye telaffuz ediyor. Burada uzun olan ses /i/. Yani "tariykat" diye okunmalı. Bir başka büyük dert "ikametgâh"ta. Bunun da doğru telaffuz edildiğini nadiren duyarız. Bu kelimeyi "ikâmetgâh" diye okuyanların sayısına bereket. Bu telaffuz öyle yayılmış ki, kelimedeki /k/ incelmeyecek diye uyardığım birçok kimse kelimeyi bu şekilde söyleyemeyeceğini, dilinin dönmediğini söylemiştir bu satırların yazarına. Oysa aynı kökten gelen "ikame"yi pek çok kimse doğru söylüyor, buradaki /k/ aynı sestir, yani kalın /k/. Dilin dönmemesinin asıl nedeni gitgide artan yanlışın doğruyu unutturmasından başka bir şey olamaz.    

Şu üç kelime de çoğu kez yanlış telaffuz ediliyor: "lisan/sürçülisan", "rakım", "pilaki". Birinci kelimedeki /i/ sesini uzatıp "liisan/liğsan" diye okurlar. Buradaki uzun ses /a/ sesidir, ama bu ses bu kelime ek alınca ortaya çıkar, "lisaanı, lisaanında" diye okunması gerekir. "Rakım"da da /a/ sesi uzundur. "Pilaki"de ise /a/ kısadır; "pilaaki" yanlıştır.

Bazı kelimelerin uzun sesleri o kelimeler yalın haliyle söylenirken hissedilmez, ek alınca uzar. Örneğin, "edebiyât" kelimesindeki /a/ sesi uzundur, ama ek alınca uzatılır. "Edebiyatı/edebiyatın" diye yazarken, konuşmada "edebiyaatı/edebiyaatın" denmesi gerekir. Ne var ki, kelimenin bu telaffuzunu herkesten duyamazsınız; birçok edebiyat öğretmeniyle öğrencisi de bunlar arasındadır ne yazık ki. "Dünya" kelimesinde de aynı durum söz konusu. Bu kelime "dünyaayı" diye söylenir, ama yazıda düzeltme işareti kullanılmaz. Fazlasıyla kulak tırmalayıcı olan kısa /a/lı "dünya"yı bile duyar olduk. Ek alınca uzun ses vermesi gereken daha birçok kelime var. Ek alınca "infaz", "enkaz", "makam", "karar" kelimelerindeki ikinci /a/ sesleri uzatılır. Ama "makam"ın birinci /a/ı sesi kısadır, "maakamı" diye uzatılmaz.  "Lakap" kelimesindeki iki /a/ sesi de kısadır. "Vahim" kelimesi de "vaahim" diye söylenmez. Buna karşılık, "azami" kelimesindeki birinci /a/ sesi uzundur, kısaltılırsa kulak tırmalayıcı olur zaten. Bu hatalar da bir hayli yaygın. 

Son otuz kırk yıldır basında pek çok kimse komşumuz Irak'ın adını "Iğrak" diye telaffuz eder oldu. Kırk yıllık Kâni olur mu Yani! İlk kez 1991'de Birinci Körfez Savaşı sırasında Cumhurbaşkanı Turgut Özal bir demecinde "Iğrak" dedi, ertesi gün moda oldu! Oysa uzak anlamına gelen Türkçe kökenli "ırak" ile bir ülkenin adı olan, Arapça kökenli Irak'ın söylenişi arasında -bunlar iki ayrı kelime olduğu halde- hiçbir fark yok. Bir de pek masum bir kelime olduğu halde binlerce kişinin yanlış telaffuz ettiği "hayır" kelimesi var. Pek çok kimse daha kibar bir söyleyiş olduğunu sanarak bunu "haayır" diye telaffuz eder. Oysa "iyilik" anlamına gelen "hayır"la bu "hayır" arasında da hiçbir fark yok; ikisinde de /a/ sesi kısadır. "Haayır" diye seslendirilen, "hâyır" diye yazılan bir kelime de vardı eski dilde, artık kullanılmıyor; "hayrette kalan, şaşıran" demek. Yine kibarlık olsun diye bazılarınca tercih edildiğini sandığımız bir "dolar" (para birimi anlamında) söyleyişi var, bazı kimseler /l/ sesini inceltirler. Köşklerde, yalılarda geçen eski Yeşilçam filmlerinde Erol adındaki /l/ sesini incelten kibar aileler olurdu; tıpkı "dolar" gibi! Eskiden Alman kelimesindeki /l/ sesini de inceltenler olurdu, çok şükür onlardan kurtulduk. Ama hepsinde aynı kibarlık merakının payı var.    

Türkçeye yerleşmiş olan, sesleri birbirine benzeyen Arapça, Farsça kökenli pek çok kelime birbirine karıştırılır. Bunların belki de en yaygın olanları sükût/sukut, eşkâl/işgal kelimeleridir. "Sükût" sessizlik, "sukut" ise düşme, aşağı inme anlamına gelir. Birinci kelime en çok "sukut-u hayal"de karşımıza çıkar; ama bunu pek çok kimse "sükûtu hayal" diye seslendirir. Oysa "hayal kırıklığı" dense hiçbir zorluğu kalmayacak. "Eşkâl" (/k/ sesi ince) ise "şekil"in çoğuludur; en çok "katilin eşkâli"nde geçer. Ama bu tamlamayı "katilin eşgali/eşkali" diye duyarız hep, oysa "eşgal" ayrı bir kelime, meşgul demek. Yukarıda "rakip"i "raakip" diye söyleyenlerden bahsetmiştim. Gerçekte "râkib" diye yazılan, yani /a/ sesinin uzatıldığı eski bir kelime de var; o da binici, ata binen demek. Bu örneklerde gördüğümüz gibi, yanlış telaffuz anlamı değiştiriyor.   

Arapça uzun sesleri seven, yazıda da sadece uzun sesleri harfle belirten bir dil. Herhalde bu yüzden olacak, bu dilden gelen kelimelerde her ünlü uzatılacak sanılır. İşte çok yaygın iki hata: istifa, hibe. İki kelimede de /i/ sesini uzatırlar, oysa ikisi de kısadır. 

"Devlet erkânı" (/k/ sesi ince olacak) diye bir söz vardır, devletin ileri gelenleri anlamına gelir. Bunu da "devlet erkanı" diye (erkek adı Erkan'da olduğu gibi) seslendirilenler çıktı. Ben bir televizyon dizisinde, hem de iyi bir tiyatro oyuncusunda rastladım bu yanlış telaffuza. Sonra gördüm ki, aynı hatayı işleyen daha pek çok kimse var. Yine ince /k/ (eski abecede kef harfi) ile kalın /k/yı (kaf harfi) ayırt edememekten doğan bir yığın hata görüyoruz. İşte bunlardan biri: "makus" diye seslendirilen kelime. Mustafa Kemal Paşa'nın İkinci İnönü   Muharebesi’nden sonra Garp cephesi komutanı İsmet Paşa'ya gönderdiği telgrafta, "Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin makûs talihini de yendiniz," demesini duymuş olmamız gerekir. Zamanla kalıplaşmış bir söz haline gelen "makûs talih"teki /k/ sesini inceltmesi gerekirken inceltemeyenler hiç de az sayıda değil. Bunlar demek ki, bu sözü duymamışlar, bilmiyorlar. Yine aynı türden bir hata: Hakkâri yerine Hakkari diyenler iyice çoğaldı.

Bir hata da bazı kelimelerin sonlarındaki sert ünsüzlerin yumuşatılmaması gerekirken yanlış bir seslendirmeyle yumuşatılmasıyla ortaya çıkıyor. Buna göre, "blok", "blog", "hukuk", "teşvik", "tebrik" kelimelerindeki sert /k/ ünsüzü yumuşatılmaz, yani sırasıyla "bloğu", "bloğu", "hukuğu", "teşviği", "tebriği" diye söylenmez, tabii yazılmaz da. Bu telaffuzları da bol bol duyar olduk. Bunlar da sadece telaffuz hatası değil. Türk Dil Kurumu’nun en yeni yazım kılavuzu ek alınca değişen söyleniş ve yazım değişikliklerini veriyor.   

Batı dillerinden Türkçeye geçen kelimelerde hiçbir hece uzatılmaz, Türkçe kökenli kelimelerde de. Sadece Arapçadan, Farsçadan dilimize geçen kelimelerde bazı heceler uzatılır.  Batı dillerinden Türkçeye geçen "kabine", "defile", "lider" kelimelerindeki /i/ sesleri uzatılmaz; gelgelelim, televizyonda bunlar çoğu kez "defiiile", "kabiine", "liider/liğder" diye okunuyor.

Burada verdiğim yanlış telaffuz örneklerinin hiçbiri "münferit" hata değil. Burada anmadığım daha nice yanlış var. Ben sadece aklımda kalanları anıyorum. Bu derde bir çare bulunabilir mi?  İlkokuldan liseye kadar yıllarca okutulan Türkçe derslerinde dilbilgisi konusunun önemli bir yeri vardır. Bu derslerde dilbilgisi kuralları öğretilir, ama doğru telaffuz diye bir şey yoktur müfredatta. Bu konuya biraz olsun vakit ayırmak öğretmenlerin de aklından geçmez. Gitgide artan telaffuz hatalarına bir çözüm bulmak için akla gelebilecek ilk çare Türkçe edebiyat derslerinde bu konuya da yer verilmesidir. Ne var ki, Türkçe edebiyat dersleri veren öğretmenler de öğrenciyken böyle bir öğrenimden geçmemişlerdir. Sıkıntı burada. 

Türkçe telaffuzda en önemli konu uzun hece-kısa hece ayırımıdır. Hangi hecelerin uzun, hangilerinin kısa olduğunu bilmek bir hazırlık gerektirir. Kolayca yanılabilirsiniz. Ben de yakın bir geçmişe kadar Arapça kökenli "tahin" kelimesindeki /a/ sesini uzatarak, "tâhin" diye söylerdim. Sonra öğrendim ki, o ses uzatılmayacakmış. Türkçeye Arapçadan, Farsçadan binlerce kelime geçmiş. Bunların pek çoğu zamanla dilden düşmüştür. Ama Türkçeye yüzyıllar önce yerleşmiş, dilimizden artık atılamayacak, kullanırken yabancı kökenli olduğunu bile fark edemediğimiz, dile tamamıyla mal olmuş daha binlerce kelime var. Uzun hece-kısa hece konusu bu kelimelerin hepsinde karşımıza çıkar.[1]

Divan edebiyatı liselerde hakkı verilerek okutulmaz, bunu biliyoruz. Divan şiirinde kullanılan aruz ölçüsünün kalıpları eskiden hiç olmazsa biraz öğretilirdi. Günümüzde ise aruz kalıpları tamamıyla müfredattan kaldırılmıştır. Divan şiirinin bu yönünü müfredat dışı bırakırken bir imkânı da ortadan kaldırmış olduk. Aruzu öğretmek demek bu ölçünün on beş kalıbını ezberletmek, kestirmeden söylersek, öğrenciyi o meşhur müstef'ilâtün kalıbıyla sınamak olmamalıydı. Asıl hedef, eski şiirimizin örneklerini doğru bir biçimde okumayı öğretmek, o şiirlerdeki sesi sadâyı hissettirmek olmalıydı. Buna önem verilseydi, ezberletilen aruz kalıpları zamanla unutulsa bile o şiirlerdeki ses kulaklarda kalırdı. Böyle bir öğrenimden geçen bir kimse ileride bilmediği bir kelimeyle karşılaştığında da, anadiline değer veren biriyse, hiç olmazsa hangi hecenin nasıl okunması gerektiğini merak edip doğrusunu araştıracaktır. Bu imkânı kaçırdık. Nitekim günümüzde hangi hecelerin uzun, hangilerinin kısa olması gerektiği kaygısının artık nerdeyse hiç duyulmadığını görüyoruz. Oysa eskiden aruzun biraz okutulduğu yıllarda liseden mezun olanların telaffuzu böyle değildi. Fakat bir kazancımız var. TDK'nin Türkçe Sözlüğü'nde olsun, Kubbealtı Lugati'nde olsun, tanımlanan kelimelerin, tıpkı İngilizce sözlüklerde olduğu gibi, nasıl okunacağı belirtiliyor. Eski sözlüklerde yoktu bu. Sözlükçülükte çok önemli bir gelişmedir. Ama okullarda öğrenciye Türkçe sözlüğe bakma alışkanlığı aşılanıyor mu?   

Burada bir nokta yanlış anlaşılmamalı. Bu yazıda yakındığım kimseler ne anadili Türkçe olmayan vatandaşların ne de Anadolu şivesiyle konuşanların Türkçesi. Anadolu'da her yörenin kendine özgü bir şivesi vardır; konumuz bu değil, ama burada anılan hatalı söyleyişlerin de hiçbiri yöre ağızlarından gelmiyor. Andığım hatalar bu dilin söz dağarcığını, imlasını, kısacası Türkçeyi bilmemekten kaynaklanıyor. Hiçbir yöre ağzında "mahzur", "alfabe", "firar" kelimeleri, sırasıyla "mahsur", "alfaabe", "fiirar" diye söylenmez.   

Türkçenin temiz, doğru bir şekilde konuşulmasında iki kesime büyük iş düşer. Birincisi, tiyatro oyuncuları; telaffuz, vurgu, diksiyon çok önemlidir tiyatroda. İkincisi de radyo-televizyon spikerleridir. İkinci kesim birincisinden çok daha önemli. Her gün bir tiyatroya gitmeyiz, ama radyo-televizyon yirmi dört saat evlerin içindedir.   

Eski haliyle Ankara, İstanbul radyoları, siyah-beyaz devlet televizyonunun ilk döneminde spikerler bu ödevlerini hakkıyla yerine getiriyorlardı. Türkçeyi hem doğru hem de güzel bir şekilde konuşan, işlerine saygılı spikerler vardı. Türkiye radyolarının ilk kadın spikeri Emel Gazimihal'e yetişemedim. Onu dinleyenler "Türkçeyi şakırdı" diye anlatıyorlar. Sesini yine dinleyemediğim bir Hikmet Münir Ebcioğlu vardı; dinleyenler onu da öve eve bitiremezler. Aynı zamanda bir radyo spikeri olan Mesut Cemil'i bantlardan dinledim. Türkçeyi nasıl bu kadar güzel konuştuğunu (aynı zamanda yazdığını) görebilmek için kendisini dinlemek, yazdıklarını okumak gerekir. Ruşen Kam spiker değildi ama, yönettiği musıki programlarında uzun uzadıya konuşurdu, onun da Türkçesi çok güzeldi. Onların dışında da, radyolarda pırıl pırıl bir Türkçeyle konuşan birçok spiker, birçok programcı vardı. Ankara'dan Zafer Celasun, Jülide Gülizar, Mukaddes Gözaydın, Ülkü İmset (daha sonra Giray), Can Akbel, Mehpare Çelik, Çetin Çeki, Tuna Huş, Erkan Oyal, Sevim Cambaz, Mesut Mertcan; İstanbul'dan Baki Süha Ediboğlu, Marifi Orhon, Faik Yenin, Orhan Boran, Doğan Soylu, Tarık Gürcan, Halit Kıvanç, Başak Doğru bu mesleğe saygınlık kazandırmış olan unutulmaz spikerlerdir. Bu spikerlerin her biri bütün bir toplumun Türkçe konuşma öğretmeni gibiydi. Bir nostalji havası estirmek için değil, hatırlanmaları, örnek alınmaları gerektiği için anıyorum adlarını. Yok böyle spikerler şimdi. Bugünün haber spikerleriyle programcıları arasında yabancı dil bilen, dünya gündemini günü gününe takip edebilen, mesleğine bağlı, kamuoyunda saygı gören gazeteciler de var elbette. Ama onların dile özen diye bir kaygıları yok.  Çoğunun nerdeyse üç cümlede bir kullandıkları "an itibariyle", "adına" gibi "buluş"lardan, "detay", "kriter", "jenerasyon" gibi yabancı kelimelerden hoşlandıklarına bakılırsa, anadillerini sevdiklerine inanmak zor. Bugünkü televizyonların Türkçesi halka kötü örnek olacak seviyede. Haber spikerleriyle programcılar dışında, çağırdıkları yorumcuların konuştukları Türkçeyi de her gün görüyoruz; bazı siyasetçilerin, parti başkanlarının, bakanların, başbakanlık etmiş kimselerin konuştuğu Türkçeyi de.  

Türkçenin doğru bir şekilde kullanılması için uyarı niteliğindeki yazılarda dil yanlışlarına değinilir. Nurullah Ataç bu yolda bir öncüydü. Ömer Asım Aksoy 1980'de, basında gördüğü dokuz yüz "dil yanlışı"nı gösterdiği bir kitap yayımlamıştı. Daha sonra Şiar Yalçın, Feyza Hepçilingirler, Hakkı Devrim bu türden dizi yazılar yayımladılar. Onlardan başka, yanlış olduğu apaçık görünen kullanımlara zaman zaman değinen pek çok yazar oldu. Bu yazarlardan sadece Hakkı Devrim zaman zaman konuşma hatalarına da dikkati çekerdi. Öteki yazarların üzerinde durmadıkları bir doğru konuşamama derdi var bugün. Çok yaygınlaşmış "akut" bir durum bu. Şimdiye dek basında hep, "dahi" anlamına gelen "de"yi ayrı yazamayanlarla "-de" halini bildiren "-de"yi de ayrı yazanlar yüzlerce kere eleştirildi. Ama "bile" anlamına gelen "dahi"yi, üstün zekâlı anlamındaki "dâhi" gibi telaffuz edenler üzerinde durulmadı; oysa "dahi-dâhi"deki telaffuz hatası /de-da/ yazım hatasını çoktan geride bıraktı.

Cemal Süreya Türkçenin kullanımındaki kötüye gidiş üstüne 1980'lerin sonlarında yazdığı Sözcükler başlıklı keskin görüşlü denemede, "Nicedir büyük bir kayma var dilimizde. (...) Dil sarsıntısı içindeyiz. Bir düşünce sarsıntısıdır da bu," demişti. Onun yakındığı şey, konuşma ve yazı dilindeki büyük yanlışlardı. Telaffuz yanlışları değildi. Çığ gibi büyüyen söyleyiş hataları da başka bir büyük kaymanın, yani başka bir sarsıntının işareti.


[1]  Bu yazıda üzerinde durduğum sorunun ciddiyetini galiba ilk kez fark eden kişi Ankara Radyosu ile TRT televizyonunun siyah-beyaz döneminin unutulmaz haber spikeri Ülkü Giray'dır. Giray Yanlışları ve Doğrularıyla Güzel Konuşma ve Dilimize Yerleşmiş Arapça ve Farsça Sözcükleri Okuma Kılavuzu (Bilgi Yayınevi, Ankara, 1998) adlı kitabında Türkçede en çok kullanılan yüzlerce kelimede hangi hecelerin uzun, hangilerinin kısa, hangi kısa hecelerin vurgulu olduğunu birer birer gösteriyor. Kitabı bununla sınırlı değil, yazar tonlama, vurgu, fonetik, diksiyon, ulamalar gibi, konuşma dilinin özelliklerini de örneklerle inceliyor. Türkçeye önem veren her yayın kuruluşunda bulunması gereken değerli bir kaynak bu.