Türkiye’nin bir Kürt meselesi var. Meselenin özü, devletin şimdiye kadar sunduğu aidiyet formülü ve idare biçimlerinin Kürtleri tatmin etmemesi. Uzun yıllardır zaman zaman gündeme gelen Türkiyelilik tartışmasının başlıca bağlamı ve göndergesi de bu sorun. Yani Türk mü diyeceğiz, Türkiyeli mi diyeceğiz sorusu, safi bir gramer sorusu değil elbette. Siyasi bir sorunun bir boyutuna çözüm arama çabası.
Bununla birlikte, bu çaba dil üzerinden, dile dair bir öneri şeklinde gerçekleşiyor. Dil de hem kendine ait bir mantıki yapıya, hem de halkın onu kullanış biçimine göre evrilen, yaşayan bir içeriğe sahip olduğu için, devlet veya entelektüeller siyasi kaygılarla “dil şöyle olsun” dediğinde dil tam öyle olmuyor. Değişiklikler gerçekleşiyor, ancak tasarlandığı gibi tutmayabiliyor. Erken Cumhuriyet dönemindeki dil devrimi bunun örneği.
Türkiyelilik kavramını tartışırken bu iki boyutu da hesaba almazsak tartışmayı eksik bırakırız. Yani bu konuda siyasi bağlamı görmezden gelip safi bir dilbilimi tartışması yapmak samimiyetsiz olur. Bununla birlikte bunu dilin bütünüyle araçsallaştırıldığı bir siyasi tartışmaya dönüştürme çabası da verimsiz olacak, tutmayacaktır. İlaveten, Kürt meselesi gibi çetrefil bir sorun yumağının salt sihirli bir sözcükle çözüleceğini de kimse beklememeli.
Bu kayıtları ortaya koyduktan sonra meselenin içeriğine daha yakından bakalım. Selçukluların Anadolu’nun iç bölgelerine hâkim olmasından kısa bir süre sonra bu topraklara gelen Haçlılardan beri, yani neredeyse dokuz yüzyıldır Türkiye (İtalyanca Turchia, Fransızca Turquie, birkaç yüzyıl sonra İngilizcede rastlanan Turkye veya Turkey) sözcüğü ülkemiz için Batılılarca kullanılan bir isim oldu. Osmanlı hükümdarları da Batı dillerinde, diğer isimlerin yanı sıra, Türkiye Sultanı ismiyle anılmıştır. Ülke, hükümdar ve halk arasında bir özdeşlik beklentisinin ortaya çıkmadığı o yüzyıllarda, söz konusu isimlendirme burada yalnızca Türklerin yaşadığı zannına dayanmıyordu elbette. Ayrıca standart bir isimlendirme de yoktu. Örneğin 13. yüzyılda Marco Polo, Anadolu’dan bahsederken Türkmenya (Turcomania) ifadesini kullanırken, aynı dönemde Kıpçak Türklerinin öncü rol oynadığı (Memluk) Mısır Sultanlığı ise, Arap kaynaklarında Türk(iye) devleti (dawla al-turkiyya) olarak anılabiliyordu.[1] (Bu sırada Anadolu, özellikle de Müslüman kaynaklarında Roma ülkesi [bilad al-Rum] olarak da anılmaya devam edecekti).[2] 19. yüzyılda Batılılarca Jeunes Turquie (Türkiye Gençleri veya Genç Türkiye) düşüncesini temsil ettiği düşünülen Yeni Osmanlı aydınları (Jeunes Turcs), bu ifadeyi kendi dillerine “Türkistan’ın Erbab-ı Şebabı” diye çevirerek kullanacaktır.[3] Tüm bu sözcüklerin Türk sözcüğünden türediği açıktır. Yani Türkiye sözcüğü, Türklerin (birincil dili Türkçe olan insanların) yönettiği ülke, Türklerin ülkesi anlamına gelir. Bu durumda Türkiyeli sözcüğü de Türklerin ülkesinden olan kişi gibi bir anlama gelecektir. Son kertede yine Türk sözcüğünden türetilmiş olan Türkiyeli ifadesinin günümüz Türkiye’sindeki etnik azınlıklarının kimlik sorunlarına genelgeçer bir çözüm olarak önerilmesini ben yadırgıyorum, bu çok tatmin edici bir çözüm değil. Bunu daha sonra biraz daha deşmek üzere şimdilik not edelim.
Konunun anayasal vatandaşlık boyutuna atlayalım. Bu konuda bir sorun olduğuna ben katılıyorum. Sorunun odağında, yürürlükteki 1982 Anayasası’nın 66. maddesi yer alıyor: “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.”
Bu değiştirilmesi dahi teklif edilemeyecek hükümlerden biri değildir, cumhuriyetimizin başlangıcından beri var olduğu da sanılmasın.[4] Bu hüküm ilk olarak, 1961 Anayasası’nın 54. maddesi olarak belirmiş, 1980 askerî darbesinden sonra da yeni anayasaya aynen aktarılmıştır. 1924 Anayasası’nın 88. maddesi ise şu şekildeydi: “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla (Türk) ıtlak olunur.”
Yani 1961 sonrası ve öncesi olmak üzere iki anayasal hüküm ve bunlar arasında üç önemli fark var. Birinci fark şu ki, 1961 öncesinde bir ülke olarak Türkiye’den bahsedilirken, 1961’den itibaren Türk Devleti’nden bahsedilmektedir. Coğrafi bir alan olan ülkenin yerine “devlet” aygıtı öne çıkmış, ayrıca “Türk” etnisitesinin baskınlığı şeklinde yorumlanabilecek bir vurgu eklenmiştir, diyebiliriz. İkinci olarak 1961 öncesinde din ve ırk farkları açıkça anılırken, sonrasında bunlar kayıttan düşmüştür. Üçüncü fark biraz daha ince, ancak bence oldukça önemli. 1961 öncesindeki anayasal ifade, ortadaki meselenin idari bir işlem (ıtlak) olduğunun farkında.
Kök anlamı azat etmek ve salıvermekle ilişkili olan “ıtlak,” İslâm literatüründe sınırlayıcı kayıt koymanın (“mukayyed” etmenin) zıddı olarak bilinir, demek ki burada bir hakkı genele yaymaya yönelik bir işlem söz konusu. Yeni bir devlete ve sınırlara kavuşmuş olan ülkedeki tüm “ahaliye”, aralarındaki “din ve ırk farklarından” bağımsız olarak Türk vatandaşlığı veriyoruz, denmiş oluyor.[5] 1961 sonrasındaki hükümse, bir hukuki kategori yaratma değil de âdeta bilimsel, antropolojik bir tespit yapma iddiasında: Bu devletin tüm vatandaşları aslında (dil ve etnisite bakımından da) Türk’tür, burada başka türlü vatandaşlar bulunmamaktadır, der gibi.
Ben, 1924’ten 1961’e kadar muhafaza edilmiş olan önceki ifadeyi daha olumlu ve dürüst buluyorum. Bu hükme geri dönülmesini de doğru yönde bir değişiklik olarak desteklerdim. Bunun günümüz Türkçesiyle ifadesi, “Türkiye halkına din ve etnisite farkına bakılmaksızın vatandaşlık itibarıyla Türk denir” olabilir. Burada Türk sözcüğünün herkesi kapsama iddiası baki olmakla birlikte, bu iddia vatandaşlık bağlamında kalmaktadır. Bence daha da iyi bir çözümse, “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes din, dil ve etnisite farkına bakılmaksızın kanun önünde eşittir” gibi bir hükümle yetinerek, isimlendirme sorunsalını pas geçmek olur (yürürlükteki anayasanın 10. maddesi de halihazırda bu işlevi görmektedir: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir”).
Zaten anayasal tanım açısından en doğal çözüm, isimlendirme konusunda ayrı bir maddeye hiç yer vermemek olurdu. Yasalar bazı konularda daha çok değil, daha az söz söyleyerek toplumsal yaşamın esenliğine katkı yapabilirler. Dünyadaki anayasaların pek çoğunda, ülkenin vatandaşlarının kimler olduğu veya onlara ne deneceğine dair hükümler bulunmaz. Bizim anayasamızdan da eğer bu hüküm kaldırılsa, vatandaşlarımız aniden isimsiz kalacak veya ülkeye aidiyetlerini bu yüzden kaybedecek değildir. Aslında böyle bir hüküm ortadan bir kez kalktıktan sonra kimsenin bunun yokluğunu çekmeyeceğine inanıyorum. Ancak bu hükmün ortadan kaldırılmasına dair ilk teşebbüsü yapan siyasi aktörler yaygınca tepki çekerek siyasi kayba uğrayacağı için, bu durumun gerçekleşmesi çok olası görünmüyor.
Söz konusu hükmün resmen kalkması olası görünmese de, bu hükmün ifade etmeye yetmediği kimlik çeşitliliğine karşılık gelen çeşitli söz öbeklerini siyasi, kültürel ve gündelik hayatta zaten sıkça kullanıyor ve bunlar arasında esnek kombinasyonlar yaratabiliyoruz. Gerçek hayatta, etnik gruplar vardır, bunların sınırları kesin değildir, pek çok aile karışıktır, aynı insan kendini hem Kürt hem de Türk hissedebilir ve yerine göre bu sözcüklerden herhangi birini, her ikisini veya Türkiyeli sözcüğünü kullanabilir. Bu gibi durumları yansıtmak üzere, sözcükler de farklı anlamlar alır. “Türk edebiyatı”, Türkçe üretilmiş tüm edebiyatı kastetmek üzere de kullanılabilir, yalnızca Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ürettiği edebiyatı kastetmek için de kullanılabilir; her halükarda bazı Kürt (kökenli) yazarları ve şairleri de kapsayacaktır. Bu durum ayrıca bir Kürt edebiyatından veya Kürtçe edebiyattan bahsetmenin önünde bir engel değil, engel olmamalı. Tüm bu kategoriler, bağlamına göre birbirlerini içerebilir, dışlayabilir ya da kesişip örtüşebilir. Keza, bağlam öyle gerektirdiği taktirde “Türkiyeli” de işlev sahibi bir sözcük olabilir, örneğin “Kürtçe edebiyatın önemli bir parçası da Türkiyeli Kürt yazarlarca üretilmiştir” veya “Kıbrıs Türkleri ile adadaki Türkiyeliler” ifadelerindeki gibi. Burada kritik olan, bağlam. Türkiyeli sözcüğünü Türk sözcüğünün yerine genelgeçer bir çözüm olarak sunanlar; bağlamına göre farklı anlamlar ifade edebilen müphem sözcüklerin yerine açık seçik bir kapsamı ve hiyerarşik konumu olan teknik bir terim geçirmek arzusunda gibi görünüyor. Ancak gerçek hayatta var olmayan kesinlikleri dil üzerinden gerçekleştirmeye çalışmak beyhude. Buna yönelik çabalar da zaten tutarsızlıkla malul olup yeni karmaşalar yaratıyor. Örneğin, “İspanyol edebiyatından” veya “Fransız edebiyatından” bahseden, Fransız/Breton yazar André Breton’un Fransızca yazdığı eserleri “Fransa edebiyatı” değil de “Fransız edebiyatı” altında değerlendiren bir edebiyat seçkisi, bunların yanına “Türk edebiyatını” değil de “Türkiye edebiyatını” koyuyorsa, burada dilin mantığı ve kullanımı açısından bir tutarsızlık ve tatsızlık olduğu aşikâr.[6] Buna tepki duymak da makuldür (fakat elbette ki tüm tepkiler makul değildir).
Kısacası, Türkiyeli Kürt, Türkiyeli Arap gibi ifadelerde bir sorun olmamakla birlikte, tüm vatandaşlarımızdan kendilerini ve ilgili bulundukları kültürü Türk yerine (daima) Türkiyeli olarak adlandırmasını beklemek yersiz. İsteyen kendini öyle adlandırabilmeli. İstemeyenler içinse Türk sözcüğü kadim, doğal ve popüler olup siyasal tasarımla bıraktırılamaz. Türkiyeli sözcüğü pek çok durumda Türk sözcüğünün yerine geçebilecek bir sözcük değildir.
Tüm bunlar, ülkemizdeki etnik toplulukların çözüm bekleyen ciddi sorunları olmadığı anlamına gelmiyor. Aslında çözümü daha önemli, daha işlevsel ve bu yüzden de kimileri için daha korkutucu olan bazı pratik sorunları yeterince tartışamıyoruz. Örneğin Türkiye benzer büyüklükteki ülkelerde kolay kolay rastlanmayan derecede merkezileşmiş bir idari sisteme sahip. Yerinden yönetime dair tek anlamlı kurum, 1963’ten beri doğrudan halk tarafından seçilen belediye başkanlıkları. Üstelik Kürtlerin yoğun yaşadığı doğu bölgelerinde bu hakkı otoriter yöntemlerle askıya aldık; pratikte, seçilmiş belediye başkanları bile iş başına gelemiyor, yerlerini sıklıkla merkezden atanan kayyum yöneticilere bırakıyor. (Şimdi aynı uygulamanın, 2017-2019 arasında kayyum tarafından yönetilmiş olan İstanbul için de rutinleşmesi riski söz konusu). Üstelik Kürtlerin ve diğer etnik azınlıkların yüksek oranda oy verdiği bilinen siyasi parti, kapatılma riskiyle karşı karşıya. Türkiye, her şeyden önce adil ve serbest seçimlerin önünü açmalı ve serbest bir belediyecilik deneyimini hayata geçirmeli. Bu gibi pratik çözümlerin önünü tıkadığımızda, daha büyük, daha radikal ve daha az gerçekçi talepler üzerinden tartışmalar dönüyor, bu durum çözümsüzlüğü ve şiddeti sürdürüyor. Veya “Türkiyelilik” tartışmasında olduğu gibi farazi ve soyut kalabilen önerilerle vakit geçiriyoruz.
[1] Bkz. Linda S. Northrup, “The Bahri Mamluk Sultanate, 1250-1390”, Carl F. Petry (ed.) The Cambridge History of Egypt, cilt 1 (Cambridge University Press, 2008) içinde, s. 250.
[2] Bkz. Cemal Kafadar, “A Rome of One’s Own: Geography and Identity in the Lands of Rum”, Muqarnas (2008), 24, s. 7-25.
[3] Şükrü Hanioğlu, “Jön Türkler”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/jon-turkler.
[4] Zaten değiştirilmesi dahi teklif edilemeyen hükümlerin kapsamı da bugünkü halini ancak 1982 Anayasası’yla almıştır. 1961 Anayasası’nda yalnızca yönetim biçiminin cumhuriyet oluşu bu korumaya tabiydi.
[5] Aynı maddenin devamındaki fırka da “Türklük sıfatı kanunen muayyen olan ahvalde izale edilir” diyerek söz konusu olan şeyin kanunla belirlenen hallerde bireylerden geri alınabilen bir sıfat olduğunu açıklar.
[6] Andre Breton hakkında bkz. https://www.washingtonpost.com/wp-srv/style/longterm/books/chap1/revoluti.htm. ABD ve Birleşik Krallık vakalarının ise Türklük ve Türkiyelilik tartışmasına örnek teşkil edecek bir paralelliği bulunmuyor, geçelim. Onlar için bile, ABD edebiyatı yerine “Amerikan edebiyatı” ifadesinin kullanılması, Birleşik Krallık’ın İngiliz olmayan, hatta Büyük Britanyalı bile olmayan kimi yazarlarınca üretilen İngilizce edebiyatın sıklıkla “İngiliz edebiyatı” altında anılması yaygındır.