Geçenlerde ekonominin yine bir bayrak gibi dalgalanmasının etkisiyle bazı pazar fiyatlarında gerileme olduğu duyunca ikinci el dünyasına biraz dalmak istedim. Türkçeye artık bir deyim gibi oturmuş olan “öğretmenden daire”, “doktordan araba” gibi onlarca güven verici ilanı iyice gözden geçirdikten sonra en sonunda “sahibinden satılık kilise” ilanına dek gelmeyi başardım. Aslında uzunca zamandır duyduğum ve arada sırada büyük gazetelerin küçük satırlarında kendine yer bulabilen haberlerdi bunlar. Ama ilk kez bir alıcı gözüyle görüyordum ilanları… Sonra biraz araştırmaya devam ettim ve mide acıtan gerçeklerle karşılaştım.
İnternet sayfalarına bırakılan ve tapusu için milyonlar istenen bir sürü ilan vardı, üstelik Türkiye’nin dört bir yanından yayımlanmışlardı. Hep tarihiyle ve geçmişiyle övündüğümüz bu toprakların dört bir yanından gelen satılık kimliklerin arasında dolaşırken ilanları detaylıca okumaya başladım. Kimisi aileden miras kalan, kimisi kâr etmek için alınmış, zamanı gelince de elden çıkarılmak istenen ve piyasa malzemesi edilen kiliselerdi. Kimisi de kilise manzaralı, tarihi yüzyıllara dayanan dinî yapılar ve konaklardı. Zaten birçoğu için yapılan tanımlarda köhne oldukları fakat tadilat ile düzeltilip otel, restoran gibi işletmelere dönüştürülebileceği de neyse ki öneriliyordu. Ne de olsa bu yapılar birer yatırım malzemesi olduğundan ötürü, sanırım ilanları kimseler garipsememiş olacak ki uzun zamandır yeni sahiplerini bekleyen kiliseler, internet sitelerinde aylardır yer alıyordu.
Tarihin hiçbir döneminde ve de hiçbir coğrafyada, “aynı” kalabalığın içindeki “farklı” azınlık olmak kolay olmadı. Ancak aynı topraklarda birkaç yüz yıl geriye gittiğimizde aslında ileriye gidebileceğimizi de görebiliriz bazı konularda. Üstelik, büyük bir imparatorluğun en küçük vilayetlerindeki dinî yapıları bile nasıl kontrol altında tuttuğuna da şahit olabiliriz. Kontrolün sınırlı sayıdaki en faydalı yüzlerinden biri olabilir bu, çünkü; yıkılmak üzere olan her bir kilise veya havranın durumu merkeze bildirilir ve çıkan fermanlar sayesinde onarımdan geçerdi. Yani bundan birkaç yüz yıl önce aynı yapılar yok olmaya terk edilmez, aslına uygun olarak onarılır ve toplumun her kesimine hitap eden dinî mekânlara duyulan saygı, somut anlamda da gösterilirdi. Tam da bu noktada, güncel toplumun vicdanıyla düşünmesi ve içselleştirilmesi gereken şeyin, bu tür yapıların sadece taş topraktan ibaret olmadığı ve var oluşlarından itibaren tarihin önemli birer parçası olduğunu anlamak diye düşünüyorum. Çünkü ne bir cami sadece bir camidir ne de bir kilise sadece bir kilisedir… İnsanlar dört duvarın içinde zaman geçirdiğinde anılar oluştururlar; anılar da mirasları ve de miraslar kültürleri… Hele ki baskın aynılığın içindeki az farklılık en ufak bir mirasa bile ihtiyaç duyar, aynılaşmamak için. Kimi zaman bir bebeğin vaftiz törenine, kimi zaman bir düğüne, kimi zaman cenazeye mekân olan bu yerler, günümüzün aynılaşmış beton bloklarından çok ötede bir değere sahipler. Hatta öyle ki bu tarihî mekânlar toplumdaki belirli bir kesimin hafızası olmaktan öte, zamanla tüm vatandaşların mirası haline gelirler, gelmelidirler de. Neticede şu an üzerinde bulunmaktan dolayı gurur duyup atalarımıza sığınarak her gün kendimize bir pay çıkardığımız bu ülke, yeniden inşa edilirken taşı taş üstüne koyanlar, sadece sayıca fazla olan “aynı kalabalıklar” değildi.
Tüm bunları kavrayabilen toplumunsa sorması gereken bazı sorular var: İlanları boy boy verilen bu dinî mekânların gerçek sahipleri kimlerdir? Devlet mi, elinde tapusunu bulundurup sonra da onları pazarlayanlar mı yoksa kimliklerini ve kültürlerini bu yapılar etrafında şekillendiren vatandaşlar mı? Eğer satış ilanlarını yapıların gerçek sahipleri vermiyorsa, bu tarihi kim satıyor? Devlet mi, elinde tapusunu bulundurup sonra da onları pazarlayanlar mı, yoksa kimliklerini ve kültürlerini bu yapılar etrafında şekillendiren vatandaşlar mı? Her dinin tarihî ibadethaneleri satışa çıkartılabiliyor mu? Her fırsatta bu toprağın insanlarına verdiğimiz eşit değeri anlata anlata bitiremezken ve de her şeyin milli olduğunu düşünürken, buna biz inansak, satışa çıkartılan ibadethaneler inanır mı?
Uzunca düşündükten sonra bilgisayar ekranına dönüyorum… Mardin’deki satılık kilise ilanına göre, mevzubahis yapı Hıristiyanlık tarihinin en eski yapılarındanmış ve ayrıca içerisinde üç önemli din adamının mezarı varmış. Yani taşı toprağı satmanın yanında artık mezarlar da ek bir özellik olarak satılıyor, sahipleri tarafından. Mersin’den yayımlanan bir ilanda da satılık konağın Ermeni vatandaşlar tarafından yaklaşık yüz yıl önce yapıldığı belirtiliyor. Üstelik tam karşısında St. Paul Kilisesi’nin olması sebebiyle her yıl önemli sayıda ziyaretçi geldiği için yapının bir işletme olması tavsiyesi de iliştirilmiş. İnsan okurken düşünüyor: Koskoca tarih gerçekten pazarlanıp satılabilir mi? Tarihe ve kültüre maddi bir pay biçilebilir mi? Toplumun ve yöneticilerin vicdanı buna nasıl izin verir?
Sorular soruları kovalarken huzursuzca memlekette olmuşa çare yok herhalde diye kendimi kandırmaya çalışsam da istemsizce son kez mırıldanıyorum kendi kendime: Hafızayı satabilir miyiz gerçekten? Dünyasını kendi inanışına göre kuran insanların dua evlerini satabilir miyiz? Peki, kültür ve hafıza mekânları ikinci el sitelere düşmeden önce önlem alınabilir mi? Halbuki kendisine bu toprağın kültür koruyucusu sıfatını yakıştıran her türlü otoritenin, büyük kudreti ile -tıpkı yüzyıllar önce yaptığı gibi- bu yapıları onarıp yeniden topluma katması gayet olasıydı.
***
Tüm bu düşüncelerden sonra biraz da satılık olmayan ve çoktan sahiplenilmiş kültürel mirasa baktım. Bursa’da, Konya’da, Kayseri’de ve daha nicesinde koruma altında olduğu söylenen düzinelerce tarihî ve dinî yapının viran hale gelmesinden dolayı ya yıkıldığını ya da duvarlarının boyandığını ve öylece terk edildiğini gördüm. Belki de sorulması gereken sorular yerine sadece düşünülmesi gerekenler vardır. O yüzden şimdi soru sormuyorum fakat düşünüyorum: Belki de böylesine bir mirasın koruma altında olduğunu söyleyip vicdanları rahatlattıktan sonra yok olmasına göz yummaktansa sözde sahibinden satılık olup otel olarak, hiç değilse, ayakta durabilmesine şükretmek gerekiyordur.
Yani görünen o ki seçimlerimiz sadece kötü veya daha kötünün arasında…