Bir kenti anlamak, ona karışarak, sokaklarında kaybolarak mümkündür. Şehirlerin ruhu, plazaların lobilerinde, AVM’lerin koridorlarında ya da güvenlikli sitelerin otoparklarında değil; sokaklarında yankılanan seslerde, kaldırımlara sinmiş ayak izlerinde, havaya karışan kokularda saklıdır. Zaman, mekânda kendini en çok duyusal bellek yoluyla kentte hissettirir; geçmiş deneyimlerin gündelik yaşamın kültürel ritmine işlenmesi, bireyin hafızasında kolektif bir topluluk kimliği ve aidiyet duygusu oluşturur. Oysa modern kentler, insanı yürüyüşten uzaklaştırarak bu duyusal hafızayı yok etmiş; geniş yollar ve hızın kutsandığı kent tasarımları, şehri çabuk tüketilen bir fon haline getirmiştir.
Kentler, yürüdükçe açılır. Kültürel çeşitlilik, sokakların ve meydanların ritmini belirleyen en güçlü unsurdur, bu ritmi duymak için aceleyle geçip gitmek yetmez; durup bakmak, dinlemek, hissetmek gerekir. Baudelaire’in flanörü gibi bir şehri hissetmek, Yusuf Atılgan’nin Aylak Adam'ı misali sokaklarında süzülerek dolaşmayı, rastlantıların peşine takılmayı, mekânın sunduğu küçük sürprizlere açık olmayı gerektirir. Şehir, görmekten çok, keşfetmek için yürüyenlere kendini açar. Bir pasajın loş ışığında, faşizme başkaldıran duvar yazısında, meyhanede yankılanan eski bir şarkıda, köşe başlarında rastlanan yabancı bakışlarında kentin hafızası saklıdır. Fakat hızla geçen bir araçtan izlendiğinde, tüm bunlar silikleşir, derinlik kaybolur. Çünkü bir şehir, onu adımlayanlara anlatır hikâyesini; sokaklarında durup soluklanan, ritmine karışan, ayak izlerini bırakanlara…
İstanbul’da Yürümek
İstanbul’u gerçekten anlamak için önce tarihi yarımadanın sokaklarında dolaşmak, surların gölgesinde durup geçmişin izlerini hissetmek gerekir. Ancak şehrin çok kültürlü dokusunu ve zamana direnen mahalle ruhunu görmek için adımlarınızı Balat’a yöneltmelisiniz. Her ne kadar son dönemlerde soylulaştırma tehlikesiyle karşı karşıya olsa da, buranın arnavut kaldırımlı dar sokaklarında yürüdüğünüzde insan için tasarlanmış bir dünyanın içinde olduğunuzu hissedersiniz; renkli evleri, birbirine yaslanan dükkânları, taş basamaklara düşen gölgeleriyle Balat yalnızca bir semt olmanın ötesinde, yaşayan bir hikâyedir. Ahmet Hamdi Tanpınar, şehirlerin binalardan ibaret olmadığını, hafızalarıyla var olduklarını söyler. Belki de bu yüzden Balat’ın dar sokaklarında yankılanan adımlar, geçmişi bugüne taşır. 15. yüzyılda İspanya’dan sürgün edilen Sefarad Yahudilerinin yerleştiği bu mahallede, sinagoglar, kiliseler ve camiler yan yana yükselirken, sokak isimlerinde, eski demir korkuluklarda ve zamanın yıprattığı ahşap kapılarda çok kültürlü bir geçmişin izleri sürülür. Yahya Kemal’in İstanbul’a dair her satırında hissedilen o tarihsel derinlik burada da vardır; Balat’ta yürümek, bir mekânda ilerlemekten öte, zamana dokunmaktır. Her köşe başında bir göz, her pencere pervazında eski bir hatıra saklıdır.
Jane Jacobs’un sokağı yaşayan bir organizmaya benzetmesi boşuna değildir; Art Nouveau ve Osmanlı mimarisinin iç içe geçtiği bina cepheleri gün ışığında detaylarını ortaya çıkarırken, işlemeli cumbalar, ferforje korkuluklar ve zamana direnen ahşap kapılar Balat’ın katmanlı tarihini yansıtır. Geçmişte Yahudi, Rum ve Ermeni ustaların inşa ettiği yapılar, dar sokaklarla birbirine bağlanan avlular ve geçitlerle mahalle dokusunu şekillendirirken, pencere önlerinde beliriveren siluetler, yapının yalnızca bir taş ve ahşap yığını olmadığını, kent belleğinin yaşayan bir parçası olduğunu hatırlatır. Orhan Veli’nin şiirlerinde dolaşan o eski İstanbul, belki de burada hâlâ varlığını sürdürmektedir.
Fakat birkaç kilometre öteye, Levent’in dev gökdelenlerinin altına vardığınızda, bu hissin tamamen kaybolduğunu fark edersiniz. Attilâ İlhan, büyük şehirlerin insanı yalnızlaştıran gri duvarlarından bahsederken, belki de böylesi bir dönüşümü kastediyordu. Tarihin aktığı sokakların ve avluların yerini, toprağı boğan asfalt ve insan hareketini arka plana atan beton boşluklar alır. Cam ve çelik kulelerin devasa gölgeleri, gün ışığını yere ulaşmadan keserken, tekdüze bina cepheleri mekân algısını silikleştirerek insanın kendini şehre ait hissetmesini zorlaştırır. Levent’in mekânsal tasarımı meraklı yürüyüşçüyü bir mobil azınlık olarak konumlandırır; üst geçitler, köprüler ve geniş araç yolları, kentlinin kentle kurduğu organik bağı koparır. Sokak insan için artık bir etkileşim, duyumsama ve deneyim alanı olmaktan çok, akış ritmini otomobillerin belirlediği ve varılacak noktaya hızla ulaşılması gereken bir geçiş koridorudur.
Ve sonra adımlar İstiklal Caddesi’ne ulaşır. Tiyatroların, sahafların, sinemaların ve sanat galerilerinin arasından süzülen bu cadde, artık kalabalıkların içinde kaybolan silik bir yürüyüş parkuruna dönüşmüştür. Eskiden Orhan Pamuk’un satırlarında yankılanan Beyoğlu, Elhamra Pasajı’nın sütunlu girişinden geçerek sinema salonlarının büyülü atmosferine karışırdı. Şimdiyse tiyatroların perdeleri inmiş, sahaf raflarını parlak "bestseller"lar doldurmuş, pasajlar hızla dönüşerek geçmişin izlerini silmiştir. Cemal Süreya, Haldun Taner ve Abidin Dino’nun uğrak noktası Rejans Lokantası yalnızca turistik bir dekor; Tepebaşı’nda Ahmet Mithat Efendi’nin sohbet ettiği mekânlar ise otel lobilerine evrilmiş durumda.
İstiklal’de yürüyüş sürdükçe Narmanlı Han belirir. Vaktiyle Ahmet Hamdi Tanpınar’ın çalıştığı odalar, taş duvarların ardında hayat bulurken, şimdi sessiz bir tanık gibi geçmişi fısıldar. Beyoğlu’nda yürümek, sadece bir cadde boyunca ilerlemekten çok, şehrin belleğinden silinenleri fark etmektir. Edebiyatçılarla dolup taşan lokantalar, şairlerin dizelerini paylaştığı kahvehaneler, oyuncuların perde açtığı sahneler birer birer kaybolmuştur. Edip Cansever’in meyhane sofralarını anlattığı masalarda artık ruhu zorla çekilmiş bir kalabalık oturmaktadır. Refik Halit Karay, Sait Faik ve Orhan Veli’nin adımladığı sokaklar ise, hafızasını yitirmiş bir geçiş koridoruna çoktan dönüşmüştür. Markiz Pastanesi’nin vitrinlerinde yalnızca çikolatalar değil, dostlukların sıcaklığı sergilenirdi; şimdi ise bu vitrinleri zincir mağazaların tabelaları kaplamış. Beyoğlu yokuşlarından aşağı inerken Cahide Sonku’nun, Ayhan Işık’ın gölgelerinin düştüğü sinema salonlarının yerinde neon ışıklı kebapçılar yükseliyor. Oysa burada yürümek, İstanbul’un geçmişle arasına koyduğu mesafeyi adım adım hissetmek demektir; Nazım Hikmet, Sabahattin Ali ve Cahit Sıtkı’nın tartıştığı kahvehanelerde artık şehre kayıtsız, aceleyle geçen bir kalabalık var.
Yine de kaldırımlarda gizli bir ritim duyulur İstiklal’de. Galata’ya doğru sıralanan binalar, Osmanlı’nın batılılaşma sürecinin sessiz şahitleridir. Art Nouveau, Neoklasik ve Barok üsluplar iç içe geçer; bazen bir pasajın gölgeli girişinde, bazen yüksek tavanlı bir apartmanın cumbalarında gizlenir bu zarafet. Botter Apartmanı’nın kıvrımlı hatları, çiçek motifli tasarımı ve ferforjeleri, buranın Sultan II. Abdülhamid’in terzisi Jean Botter’in atölyesi olduğunu duyurur. Bir başka köşede Mısır Apartmanı, Art Nouveau’nun gizemli diliyle eski zaman hikâyelerini anlatır.
Paris’in Champs-Élysées’sinde bir bankta soluklanabilir, Barcelona’nın La Rambla’sında bir sokak şarkıcısını dinlerken duraksayabilirsiniz. Ancak İstiklal, bugün bir yerden kaçma isteğini, bir an önce varılacak noktaya ulaşma telaşını çağrıştırıyor. Oysaki bu caddenin taşları, geçmişte adımların altında birer anlatı gibi döşenmişti. Çiçek Pasajı’nın zarif kemerleri, Atlas Pasajı’nın yıllara meydan okuyan kapısı, her biri döneminin kültürel izlerini taşır. Tavan süslemeleriyle bir sanat mabedini andıran Sent Antuan Kilisesi’nin gotik öğeleri, yürüyüşü kesen bir şiir dizesi gibidir; Surp Hovhan Vosgeperan Ermeni Katolik Kilisesi, avlusunun derinliğinde kalabalığın içinde soluklanacak bir köşe sunar.
Mekân, yalnızca fiziksel bir varlık olmanın yanı sıra, aynı zamanda yaşanmış deneyimlerin, hatıraların ve kolektif hafızanın biriktiği canlı bir organizmadır. İstiklal Caddesi, tıpkı kıyıya vuran bir deniz kabuğu gibi, geçmişin seslerini ve birikimlerini bünyesinde taşır. Lefebvre’nin de belirttiği gibi, nasıl ki deniz kabuğu içindeki canlının izlerini dokusuna işlerse, İstiklal Caddesi de geçmişin izlerini katman katman korur. Bugün bu izlerin bir kısmı silinmiş veya unutulmuş olsa da, caddenin ruhu ve kimliği, tıpkı deniz kabuğunun içindeki sarmallar misali, varlığını sürdürür. Kabuğu kulağınıza yaklaştırdığınızda okyanusun fısıltısını duymanız gibi, İstiklal de muktedirlerin müdahalelerine rağmen ruhunu kaybetmez. Devletin fermanlarıyla yüzeydeki izler silinse de, İstiklal Caddesi’nin gerçek kimliği tabelalarda değil, içinde biriken hikâyelerde saklıdır.
Ankara’da Yürümek
İstanbul’da olduğu gibi Ankara’da da tarihin izlerini sürmek yürüyerek olur. Ulus’tan Kale’ye doğru uzanan yollar, hafızasını tamamen yitirmemiş birkaç bölgeden biri olarak varlığını sürdürür. Anafartalar Caddesi’nin kaldırımları, zanaatını sergileyen esnafın sabah erkenden açtığı kepenk sesleriyle dolarken, Samanpazarı eski Ankara duygusunu taşıyan hanları ve dükkânlarıyla nefes alır. Suluhan’ın kemerli geçitleri, geçmişte kervanların durakladığı günlerden izler taşır, Çıkrıkçılar Yokuşu’nda sıralanan dükkân vitrinlerinde bakır işlemelerin soluk ışıltısı geçmişin yankısını fısıldar.
Ve yürüyüş, Ankara Kalesi’ne ulaşır. Samanpazarı’ndan Hisar Kapısı’na, Çengelhan’dan Rahmi Koç Müzesi’ne kadar uzanan taş yollar, yüzlerce yıl sonra bile sadeliğe dair bir şeyleri hatırlatır. Surların ardında yükselen taş duvarlı evler, dar sokaklara açılan küçük bahçeler, zamana direnen bir Ankara’nın sessiz tanıklarıdır. Eski bir Musevi konağının aralığından görünen avlu, taş bir oymadaki ince Ermeni işçiliği ya da ahşap pencerenin ardına saklanan solgun bir iz, bu şehrin belleğinin hâlâ yaşamaya çalıştığını anlatır.
Ankara da İstanbul gibi yürüdükçe katmanlarını açar, ancak bazıları zamansız dönüşümlerin altında silinir. Kale’den Gençlik Parkı’na inerken, buranın belleğinden koparılmış bir boşluk olduğu hissi sarar insanı. Vaktiyle gölgeli ağaçları, gölde süzülen sandalları, gazinolardan yükselen melodileriyle şehrin ortasında bir sığınakmış Park. Cahit Külebi burada insanları izler, Erdal Öz’ün dizelerinde hüzün yankılanırmış. Suya düşen ışıkların dans ettiği alan şimdi yalnızca asfaltın ve betonun soğuk yüzüyle hatırlanıyor.
Adımlar, Atatürk Bulvarı’nda 2. dönem Cumhuriyet yapılarının gölgesinde ilerleyerek, şehrin belleğinde derin izler bırakmış Kızılay’a ulaşır. Burası, bir dönem düşüncenin, sanatın ve siyasetin kesiştiği canlı bir buluşma noktasıydı. Özgür Üniversite’nin tartışmaları sokak aralarına taşar, Bilim-Sanat Kitabevi’nin rafları yalnızca kitapları değil, uzun sohbetlerin izlerini de saklardı. Küçük Dost’ta yeni çıkan bir dergiye göz atarken eski bir arkadaşla karşılaşılır, Küçük İmge’de satır aralarına küçük notlar bırakılırdı. Sinema biletleri ceplerde taşınır, tiyatro gişelerinin önünde akşamın heyecanı paylaşılırdı. Çay ocaklarında hararetli siyaset tartışmaları sürerken, Yüksel’deki basın açıklamalarına öğrenciler ve memurlar akın ederdi. Bugün ise rafların yerini fast food zincirleri, sinema salonlarının yerini nargileciler aldı. Konur, Sakarya ve Yüksel, vaktiyle içine dalınıp saatler geçirilen duraklarken, şimdi yalnızca hızlı adımlarla geçilen, sessizliğe gömülmüş anıları barındıran sokaklara dönüştü.
Kızılay’ın entelektüel buluşma noktalarından biri olan Tavukçu Lokantası, akademisyenlerin, yazarların ve bürokratların bir araya gelip saatlerce siyasetten sanata uzanan sohbetler ettikleri bir mekândı. Kızılırmak Sineması, popüler kültürün gölgesinde, sanat filmlerine ve bağımsız yapımlara kucak açarak, Ankara’daki sinemaseverler için bir vaha gibiydi; burada gösterilen festival filmleri, kentin kültürel haritasına iz bırakıyordu. Yeni Sahne ise, klasik ve çağdaş tiyatro eserlerine ev sahipliği yapmış simge bir buluşma noktasıydı. Ancak vaktiyle kentin ruhunu şekillendiren bu alanlar, bugün yalnızca eski Ankaralıların hatıralarında yaşamaya devam ediyor.
Kızılay’dan Atatürk Bulvarı boyunca ilerledikçe, şehrin ritmi adım adım değiştiği fark edilir. Yakın zamana kadar Ankara’nın yürünebilir omurgası olan bu geniş cadde, sadece yolları değil, eski ile yeni kenti, taşın ağırbaşlılığını ve betonun modern temposunu birbirine bağlardı. Ulus’un anıtsal binaları, geçmişin dinginliğini ve kalıcılığını yansıtırken, Kızılay’a yaklaştıkça geniş cam yüzeyli modern yapılar kentin dinamizmini hissettirirdi. Bulvar, sadece bir geçiş noktası olmanın ötesinde, pasajların ve çarşıların canlandırdığı, insanın şehirle bütünleştiği bir aksın kendisiydi. Fakat Melih Gökçek’in önceliği insan değil, arabaların hızla akması olunca, bulvarın yürünebilir dokusu zayıfladı; battı-çıktılar, kavşaklar ve kontrolsüz araç trafiği, yürüyüş alanını daralttıkça daralttı. Bu da caddenin toplumsal ve kültürel belleğini geri plana itti. Yine de, Atatürk Bulvarı, tüm bu dönüşüme rağmen, hâlâ Ankara’nın hafızasını ve geleceğe uzanan yönünü bir arada tutan en önemli akslardan biri olma özelliğini koruyor.
Kızılay’dan Ayrancı’ya, Kavaklıdere’den Gaziosmanpaşa’ya uzanan Bestekâr, Tunus, Tunalı Hilmi, Büklüm ve Arjantin gibi ağaçlı yollar, Ankara’nın hızla betonlaşan yapısı içinde yürümeyi hâlâ keyifli kılan nadir güzergâhlardan. Bestekâr ve Tunus dostlarla karşılaşılan, kahve molasıyla soluklanılan sokaklarken, Tunalı Hilmi ve Büklüm vitrinlerin arasında gezinerek geçirilen uzun saatleri hatırlatır. Arjantin Caddesi ise geniş kaldırımlarıyla yürüyüşü bir zorunluluktan çıkarıp kentin içinde var olmanın bir biçimi hâline getirir. Adımların ritmi ve ağaç gölgelerinin sunduğu serin dinginlik, bu sokaklarda şehrin hızına karşı bir direnç hissi yaratır. [1]
Oğuz Atay, şehirlerin insan ruhunu şekillendirdiğini söylerken, Ankara’nın ışıltılı olmayan ama kendine özgü, karakterli geçmişini anlatıyordu. Ancak şimdi, erken cumhuriyet döneminin yalın ama güçlü estetik anlayışını yansıtan taş cepheli apartmanların, insan ölçeğinde tasarlanmış sosyal konutların ve geniş balkonlu binaların yerini, Konya ve Eskişehir Yolu boyunca birbirinin kopyası cam kuleler alıyor. Saraçoğlu Mahallesi’nin mütevazı ama ferah konutları, Bahçelievler’in ağaçlarla çevrili sokakları ve Emek’in geniş avlulu apartmanları, vaktiyle şehrin insan odaklı mimarisinin izleriydi. Oysa bugün, Cepa ve Kentpark çevresinde yükselen dev bloklar, Söğütözü’nden Çukurambar’a kadar uzanan tekdüze plazalar, sokakları yürünebilir bir mekânlardan çok, yalnızca geçici birer durak haline getiriyor.
Şehrin çehresi değiştikçe, semtler de birbirine benzemeye, karakterlerini yitirmeye başlıyor. Kızılay, Ulus’un keşmekeşini devralırken, Ayrancı hızla Kızılay’a benziyor, eski Ayrancı ise Çayyolu’na doğru öteleniyor. Şehir, Tanıl Bora’nın çokça kullandığı ifadeyle giderek Çançorgat (Çankırı-Çorum-Yozgat) kimliğine bürünüyor. Fakat kapanan sahnelerin karanlığında, boş rafların arasında, yıkılan binaların gölgesinde unutulmaya direnen yürüyüş hikâyeleri de var. Bu hikâyeler; meydanlardan yükselen seslerde, caddelerde akıp giden kalabalığın ritminde yaşamaya devam ediyor. ODTÜ’den, Cebeci’den, Dil-Tarih’ten, Beytepe’den Kızılay’a yürüyen öğrenciler, bu şehrin hafızasını yalnızca kelimelerle değil, adımları ve haykırışlarıyla da yazdı. Belki de Ankara yürüyüşleri, en çok bu haykırışlarla hatırlanacak.
İzmir’de Yürümek
İzmir’de yürümek, İstanbul’un telaşlı kalabalığından, Ankara’nın disiplinli ciddiyetinden uzak, hayatın biraz daha ağır aktığı, rahat ve kendiliğinden bir eylemdir. Bu durumun en çok hissedildiği yerlerden biri de Kıbrıs Şehitleri Caddesi’dir. İstanbul’un İstiklal Caddesi gibi, burası da şehrin kalbi, ama kendine özgü yürüyüş ritmi olan bir mekandır. İstiklal’in hızlı, sürprizli, çeşitli ve kaotik temposunun aksine, Kıbrıs Şehitleri, İzmir’e özgü bir rahatlık ve kendiliğindenlik taşır. Eski Levanten konaklarının gölgeleri altında, kaldırımlara taşan masalarıyla meyhaneler ve barlar, bu caddenin ruhunu şekillendiren en güçlü unsurlardır. Bir zamanlar Frenk Sokağı’nın taşıdığı kozmopolit dokunun izleri burada yaşamaya devam eder. Kordon’dan yayılan deniz kokusu ve kaldırımlarda yankılanan seküler kahkahalar, İzmir’in karakteristik özgürlüğünü ve sıcaklığını taşır.
Kıbrıs Şehitleri Caddesi, sabah telefoncuların kepenk sesleriyle açılıp, akşam bar masalarına yayılan sohbetlerle kapanan, telaşsız devinen bir sahnedir. Gündüz vitrinlere dizilmiş telefon kılıfları, yürüyenleri sessizce izler, akşam ise kaldırıma taşan masalar, sohbetlerin içinde kaybolan birer seyirciye dönüşür. Ancak bu hareketin içinde eksik olan bir şey var: Türkiye’nin üçüncü büyük şehrinin kalbinde bir sinema yok, tiyatro yok. Caddenin ritmini yalnızca tüketim belirliyor; sanatın, siyasetin, sahnenin sesi çoktan silinmiş. Oysa bir şehir yalnızca yiyip içmenin ötesinde, izleyerek, üreterek, düşünerek yaşar. Sovyetler'den esinlenerek yapılan Kültürpark da bu kopuşun bir parçası. Kültür-Sanat Fabrikası gibi yürüyüşün doğal akışı içinde ayaklar Kültürpark’a kendiliğinden yönelmiyor, ancak yolu düşenlerin ya da bilinçli tercih yapanların varabildiği bir vaha gibi duruyor Alsancak’ın göbeğinde.
Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin Narlıdere’ye taşınması ise Alsancak’ın entelektüel ritmini giderek yavaşlattı. İstanbul ve Ankara’da olduğu gibi, İzmir’de üniversiteler kentin merkezini entelektüel olarak beslemiyor; oysa bir şehir, öğrenci tartışmalarıyla kendi aynasına bakar, sanatla sınırlarını aşarak gerçek kimliğine kavuşur. Bu çoraklaşan zeminde, Mimarlar Odası’nın eski Tekel binasını kültürel bir alana dönüştürmesi, belleğe sahip çıkan önemli bir adım oldu. Sergiler, söyleşiler ve etkinliklerle yaşayan bu alan, Alsancak’ın düşünsel damarlarını beslemeye devam ederken, TMMOB’a bağlı diğer büyük odaların gökdelen cehennemi Bayraklı’ya taşınması, kentin merkezindeki entelektüel hareketliliği daha da zayıflattı. Kültürel alanlar azaldıkça, açık hava etkinlikleri bile şehrin hafızasında yer etmeyen belediye binasının önüne sıkıştı. Buna rağmen, Yakın Kitabevi, Alsancak’ın entelektüel mirasını taşıyan ender mekânlardan biri olarak varlığını sürdürüyor; yürüyüşlerin kültürel bir durağı, tesadüflerin dostluklara dönüştüğü bir alan olmaya devam ediyor. Öte yandan, Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nden gara doğru uzanan ara sokaklar, Karaköy’ü andıran bir butikleşme düşü kurarken, yeni açılan mekânlar semte farklı bir soluk katıyor. Yine de adımlar, alışkanlıkların izini sürerek Mülkiyeliler Lokali’nin eşiğinde buluşuyor.
Kıbrıs Şehitleri Caddesi geride kalırken adımlar Şevket Özçelik Sokağa yöneliyor; zarif balkonları ve ferforje kapılarıyla burası, İzmir’in yakın geçmişinin en karakteristik noktalarından biri. Geç modern mimari mirasını koruyan sütunlar ve işlemeli merdiven korkulukları, zamanın elit sınıfının yaşam tarzına dair ipuçları sunuyor. Bugün bazı yapılar müteahhit elinden çıkma mekanik binalara dönüşse de, Şevket Özçelik Sokağın geçmişi, art-deco cephelere sinmiş bir fısıltı olarak hala hissedilir. Ağaçlı yolları ve lüks mağazalarıyla Sokak, İstanbul’un Nişantaşı’nı anımsatan bir görüntüye sahiptir.
Birkaç adım sonra Arkas Sanat Merkezi’nin taş cephesi yükselir karşınızda. Eskiden bir tüccar konutu olarak inşa edilen bu bina, Fransız mimarisinin İzmir’de bıraktığı en önemli izlerden biri olarak varlığını sürdürüyor. Günümüzde, klasik ve modern sanat sergilerine ev sahipliği yaparak geçmişin estetiğini yeni yorumlarla birleştiriyor. Yolun hemen karşısına geçtiğinizde Fransız Kültür Merkezi belirir. Şehrin en önemli kültürel noktalarından biri olan bu bina, uzun yıllar boyunca konserlere, edebiyat etkinliklerine ve film gösterimlerine ev sahipliği yapmıştır. Ancak zaman içinde buradaki hareketlilik azalmış, mekânın eski dinamizmi yitirilmiştir. Biraz daha ilerleyince, Sevgi Yolu’na ulaşılır. Geçmişte ressamların tuvallerini açtığı, sahafların edebiyat klasiklerini sergilediği bu yol, şimdilerde farklı bir çehreye bürünmüş durumda. Sanatın ve edebiyatın yerini sınav kitapları ve aceleyle yürüyen insanların gölgeleri almış. Burada artık ne ressamların fırça izleri var ne de eski sahafların raflarında keşfedilmeyi bekleyen eserler.
Evrensel Kültür Merkezi’nin artık yerinde olmadığını görmek, bu yürüyüşün hüzünlü duraklarından biridir. “Dia gösterimleri” ve politik söyleşilere ev sahipliği yapan bu mekân, İzmir’in entelektüel ruhunu besleyen önemli bir adresken, yerini sessizliğe bırakmıştır. Karaca Sineması, bu değişim içinde varlığını sürdürmeye çalışan son kalelerden biri olarak hâlâ ayakta. Eski sinema salonlarının birer birer AVM’lere sıkıştığı bir dönemde, Karaca, sinemaseverler için geçmişten kalan bir miras gibi duruyor.
Karaca Sineması’ndan Pasaport’a yönelince, İzmir solcularının buluşma noktalarından biri olan Şiir Kafe’nin artık olmadığını görmek, yürüyüşün eksiklik hissini derinleştirir. Nazım Hikmet’ten dizelerin okunduğu, çay kokularına devrimci tartışmaların karıştığı bu kafe, artık sadece eski müdavimlerinin anılarında yaşıyor. Gabriel Garcia Marquez, “Birlikte gülüyorsanız mutluluktur, birlikte ağlıyorsanız dostluktur; ama birlikte susuyorsanız, bu aşktır.” der. İzmir’in kaybolan mekânlarında, bu aşkın izlerini aramak, geçmişe bir saygı duruşudur.
Adımlar Pasaport’tan ayrılıp Kemeraltı’nın labirent gibi sokaklarına yöneldiğinde, şehir bir başka zamana açılır. Kemeraltı, İzmir’in hafızasıdır. 17. yüzyıldan bu yana ayakta olan bu çarşı, Osmanlı’dan Levantenlere, Musevi, Hristiyan esnaftan Türk tüccarlara kadar her kültürden insanın ticaret yaptığı bir geçiş noktası olmuştur. Kızlarağası Hanı, 1744 yılında inşa edildiğinde, tüccarların konakladığı, kervanların soluklandığı bir merkezdi. Geniş kemerli girişleri, taş avlusu ve üst kattaki revaklarıyla klasik Osmanlı han mimarisinin en güzel örneklerinden biri olarak bugün de varlığını sürdürmektedir. Burada içilen bir kahve, yalnızca bir dinlenme anı değil, yüzyılların ritmine kulak vermektir. Sabahattin Ali, “Dünyada en korkunç şey, ümidini kaybetmektir.” diyordu. Kemeraltı’nda yürürken mübadeleyle kaybettiğimiz ümidin izlerini bulmak, geçmişin seslerini duymaktır.
Kemeraltı'nın loş pasajlarından geçip Havra Sokağı’na varmak, İzmir’in çok kültürlü ruhuna dokunmak demektir. Yahudilerin, Rumların ve Müslümanların yüzyıllarca yan yana yaşadığı bu sokak, sinagogları, küçük esnaf dükkânları ve taş duvarlarına sinmiş hatıralarıyla geçmişin izlerini taşır. Sabahın ilk ışıklarıyla açılan dükkânlardan yükselen salamura, kahve, baharat, balık ve sabun kokuları, yürüyeni başka bir zamana sürükler. Cumhuriyet’in ilk yıllarında sokağın adı resmî kayıtlarda "Türk Pazarı Sokak" olarak değiştirildi, ancak halk bu ismi benimsemedi ve eski adı yaşamaya devam etti. Çünkü tabelalar değişse de bellek kolay silinmez, mekânların kimliği orada biriken hikâyelerle var olur. Yeter ki yürüyen, durup onu dinlemeyi bilsin.
Ezcümle
Ankara’da yürümek, planın ve programın izini sürmektir; caddeler düz, ayaklar kararlıdır. Şehir, bürokrasinin ciddiyetini taşır, her şey hesaplıdır, yürüyüş bile. İstanbul’da yürümek ise büyülü bir labirentte kaybolmaktır; bir yanda tarih ve kültür, diğer yanda karmaşa ve kaos vardır. İstanbul’un temposu organiktir, kendi akışını yaratır, ama içinde yürüyen ona uyum sağlamak zorundadır. İzmir’de yürümekse, telaşsız rahatlığın içinde hayatla yan yana akmaktır. Burada aceleye yer yoktur; zaman sizinle birlikte akar, adımlarınız sert değil, meltem gibi hafiftir. Cemal Süreya’nın dediği gibi, “İzmir’de hayat beklenmez, kovalanmaz da. O zaten sizinle beraberdir.”
Ancak, ister İzmir'de, ister İstanbul’da, ister Ankara’da olsun, sokakların ritmine karışmak, bakışın, sesin, tadın ve kokunun belleğine dâhil olmakla mümkündür. Kaldırımların genişliği, karşılaşmaların çokluğu, gölgeli ağaçların varlığı ya da yokluğu hızı belirler. Bazı yollar yürüyeni içine çeker, bazıları ise hızla geçip gitmeye zorlar. Sokağın ruhu, mimari estetiğinde, doğal dokusunda, duvar yazısında saklıdır. Kültürün, sanatın, siyasetin kendine yer bulduğu kentler, gezintiyi sıradan bir güzergâh olmaktan çıkarır, onu bir deneyime, bir hikâyeye dönüştürür. Yollar insanla konuşmuyorsa, kent yalnızca geçip gidilen beton yığınına dönüşür. Oysa yürüyüş, şehrin sunduklarını kabul etmek kadar, onunla iletişimi de içerir. Kimi sokaklar renkleriyle çağırır, kimileri yalnızca sessizlikle cevap verir. Bir kenti gerçekten yürünebilir kılan, iki durak arasındaki mesafeyi kısaltması değil, geçmişi bugüne, mekânı hatıralara, insanları birbirine görünmez bakışlarla bağlamasıdır.
[1] http://vesaire.org/yururken-neden-agacli-sokaklari-tercih-ederiz/