Yalnız Zekeriya

Türkiye’nin siyasal ve kültürel yaşamında önemli rol oynamış birçok karı-koca bulunsa da,  “Serteller” ifadesi kadar yaygın bir gösterene pek denk gelinmez. Siyasal hayat ve basın tarihine ilişkin hangi kitap karıştırılırsa karıştırılsın kurulan cümlelerin öznesi Serteller olur, isimlerinin Sabiha ve Zekeriya şeklinde tek tek zikredilmesine daha az tanık olunur. Son yıllarda haklarında çıkan kitapların isimlerindeki benzer vurgu[i], gazeteci olarak üstlendikleri rollerle siyasette verdikleri mücadelenin betimlenmesinde münasip başlığın bu olduğunu onaylar. Ayrıca ilk isimleri atarak çoğul ekle anılan soyadının kullanımı her evli çifte nasip olmayacak bir olanaktır. Kendilerinden Serteller şeklinde bahsedilmesi birinin diğerini perdelemediği, iki farklı kalemin ahenkli bir bütün arz edişini karşımıza çıkarır.

Serteller arasından bir tercih yapmak zorunda değiliz kuşkusuz, ikisine de ait kolektif miras bunu zaten güçleştirir. Ancak düşünce hayatımızda bıraktıkları izlerin sürekliliğini mukayese ettiğimizde terazinin ağır basan kefesinde Zekeriya değil, Sabiha yer alır. Kendi imzasıyla ve müstear adlarla yazdıklarının feminizm, kadın hakları, gündelik yaşam ve Marksizm tartışmaları gibi oldukça geniş ve halen güncel bir yelpazede tuttuğu yer onu önemli bir uğrak kılmaya devam eder. Serteller gerek ortak faaliyetleri gerekse bireysel özellikleri nedeniyle Türk basınında farklı açılardan ilkleri oluştururlar. Ancak Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldıkları 1950’ye kadar spot ışıklarının da, eleştiri oklarının da üzerine daha fazla yöneldiği kişi Sabiha’dır. Edebiyat dünyasında çokça örneği olsa da, gazeteci ve köşe yazarı olarak kamuoyuna bu denli etki eden ve söyleyecekleri merakla beklenen başka bir kadına tanık olunmaz. Herhangi bir kadın roman yazarından çok daha yoğun bir sıklıkta, çok daha etkin bir biçimde ve çok daha çeşitli konu hakkında kalem oynatır. Diğer yandan Resimli Ay’dan Tan’a ve oradan Görüşler’e uzanan yayıncılık deneyiminde yayın organlarına dönük olumsuz eleştirilerin kişiselleştirilmesi hep onun üzerinden gerçekleşir. Hüseyin Cahit Yalçın’dan Peyami Safa’ya nice köşe yazarının polemiğe girip hakaret ettikleri de[ii], Tan Baskını’nı gerçekleştirenlerin ellerindeki boyalarla kızıla bezeyip ifşa etmek için peşine düştükleri de Sabiha’dır.

Dolayısıyla Zekeriya’yı Sabihasız bir biçimde ele almanın Sabiha’yı Zekeriyasız bir biçimde ele almaktan daha güç olduğunu düşünüyorum. Üstelik bu güçlük, 11 Mart 1980 tarihinde vefat eden Zekeriya’nın ölüm yıldönümü vesilesiyle niyetlendiğim bu yazı için de geçerli. Fakat bunun, aynı zamanda Zekeriya’yı önemli kılan bir özellik olduğunu iddia edeceğim, Sabiha’dan on iki yıl sonra vefat eden Zekeriya’nın Sabihasız bir yaşamı omuzlamasının yaşamında tek başına taşımak zorunda kaldığı en büyük yük olduğunu vurgulamaya çalışarak.

Kimdi Giden, Kimdi Kalan

Kaynak: Uluslararası Sosyal Tarih Enstitütüsü (Amsterdam) - Materyal No: ARCH01988

5 Eylül 1950 tarihli Kudret gazetesine ait bir haber kupürü. O tarihlerde diğer gazetelerde de benzer haberler var mıydı bilmiyorum. Ama kullanılan üslup, gazeteden bağımsız bir şekilde bir ülke gerçeğini simgeliyor. Öyle bir gerçek ki modern egemenlik teorilerine ya da siyaset tanımlarına yönelmeye bile gerek bırakmıyor. Siyasetin tanımı, hak ve özgürlüklerin kapsamı memleket sözcüğüne eklenen iyelik ekleriyle belirleniyor. “Memleketimiz” diyenler demokrasi(leri)nin meşru ve gayrimeşru aktörlerinin kim olacağına karar verdikleri gibi, “solcu olarak tanınan bazı kimseler”in kaderini tayin hakkını kendilerinde bulabiliyor. Üstelik o kimselere reva gördükleri kaderin gerçekleşmesindeki sorumluluklarına bir satır olsun değinmeden.

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte ülkede demokratikleşme doğrultusunda atılan adımların kuşkusuz en önemlisi çok-partili bir siyasal düzene geçilmesidir. Fakat bir yönüyle bu geçiş süreci Sertellerin sahibi oldukları Tan Matbaası’nın yağmalanarak kullanılmaz hale getirilmesiyle başlar, Sertellerin de aralarında yer aldığı solcuların ülkeden ayrılmaları ile sona erer. Bu bakımdan ülkeyi bilmeyen birinin çok-partili hayatın kronolojisinden yola çıkarak demokrasinin önündeki engelin bizatihi Serteller olduğunu düşünmesi muhtemel. Oysa gazete çıkarma olanakları yok edilen ve Türkiye’den ayrılmak zorunda bırakılan Serteller, Soğuk Savaş’ın açılış döneminde, Türkiye’de öngörülen çok-partili hayatının katı sınırlarını gösteren bir “ibret” öyküsü oluşturuyor.

Haberde solcuların memlekete dönmeyecekleri vurgusunun bir tahmin mi yoksa temenni mi olduğu belli değil. Fakat sonraki on yıllarda tahmin ya da temenninin gerçekleşmesine fazlasıyla çaba harcanıyor. Bu yönüyle Sertellerin öyküsü giden ve kalan arasındaki ilişkinin karmaşıklığına işaret eden bir Yeni Türkü şarkısını andırıyor. Serteller gitmeye mecbur bırakılıyorlar, sonrasında gittikleri için suçlanıyorlar, atfedilen bu suç nedeniyle de ülkeye bir daha dönemiyorlar. Dönüşün ilk kez mümkün olduğu tarih 3 Mart 1977. Ülkeden ayrılmalarının üzerinden yirmi yedi, Sabiha’nın ölümünden ise ancak dokuz yıl sonra. Ve anlaşılacağı üzere yurda dönenler Serteller değil artık, yalnız Zekeriya. Yalnız Zekeriya olmasından ötürü de bu bir dönüş değil aslında. 

Z. Sertel’in 1977’de Türkiye’ye dönüşü. Karşılayanlar arasında Mehmet Ali Aybar da var (Kaynak: Cumhuriyet Ansiklopedisi 1923-2000, cilt 3. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2005, s. 428).

3 Mart 1977’de Yeşilköy’de Zekeriya’yı karşılayanlar, Kudret gazetesinin zamanında attığı manşete nazire yaparcasına bir manzara oluşturuyorlar. Mehmet Ali Aybar, Aziz Nesin, Kemal Sülker, Oktay Akbal… Dönmemek üzere giden solcuyu karşılamak için başka solcular seferber oluyorlar. Dahası Zekeriya Türkiye’de geçirdiği günlerde gayet mutlu görünüyor. 1950’de ellerinden bırakmak zorunda kaldıkları mücadele bayrağının yerde kalmamış olmasından memnun. Fakat Sabihasız bir memlekette duyduğu memnuniyet sınırlı kalıyor, Sabiha’nın yadigârı kızlarının yanında olmak üzere yeniden yurtdışına çıkıyor.  

Oysa Zekeriya’nın Türkiye’ye dönüş için oldukça yoğun bir çaba harcadığına kendisi ve kızının yazdıklarından tanık olabiliyoruz.[iii] Ancak kısa süre sonra yeniden ayrılması, birilerinin “memleketimiz” olarak niteleyip Sertelleri dışında tuttuğu yerin Zekeriya’nın gözünde halen kendi memleketi olarak görülüp görülmediği sorusunu doğuruyor. Üstelik bu sorunun Sertellerde bir evveliyatı olduğu da söylenebilir. İlginç bir tesadüfle her iki Sertel de anılarının kapanışını içinde memleket sözcüğü geçen başlıklarla yapıyorlar. Sabiha Roman Gibi’nin son bölümünde “Memleketimin İnsanlarına” başlığının altında mücadelelerinin bir değerlendirmesi yapıp gurbette olmanın hüznüne iki sayfa kadar değiniyor.[iv] Zekeriya’nın Hatırladıklarım’daki tercihi ise “Memleketten Çıktıktan Sonra” şeklinde herhangi bir aidiyeti çağrıştırmayan bir başlık oluyor. Zekeriya’nın bu bölümde memleket ile kurmadığı yakınlığı Sabiha ile kuruyor olması ise önemli bir detay. Örneğin Önsöz’ünü bir benlik belgesinin gereklerini yerine getirircesine yalnız kendisinden bahsederek kaleme alan Zekeriya bu son bölümde hep “biz”den bahsediyor: Hayal ettiğimiz, bizim zamanımız, attığımız tohumlar, tesellimiz… Sadece son paragrafta “benim için en büyük mutluluk…” şeklinde başlayan cümle bir kuruyor.[v] Keza geleceğe ilişkin temennileri ne yazık ki artık Sabiha’yı içeremiyor.

Hatırladıklarım’ı Roman Gibi’den ayıran yönlerden biri Sabiha’nınkinden farklı bir deneyimin mahsulü olması, Sabiha’nın olmadığı bir zamanda ve mekânda kaleme alınması. Bu bakımdan Zekeriya’nın hatıratı gitmek ile kalmak arasındaki çeyrek yüzyıllık çekişmeye de yeni bir boyut ekliyor. Bunu yaparken belli yerlerde Sabiha’ya değinmekten kaçınan, onu önemsizleştiren, yer yer gölgede bırakmaya çalışan satırlara tanıklık ediyoruz. Ancak bunu Zekeriya’nın kapris ve kıskançlığına yormak kolaycılık olacaktır. Bilakis Zekeriya, Sabiha’nın gittiği bir dünyada kalan olarak Sertelleri değil, yalnız Zekeriya’yı anlatmaya niyetleniyor. Ancak yasın etkisi ile bunu gerçekleştirme biçimi çok sağlıklı olamıyor. Öyle ki anıların okuyucusu olarak değil bizler, kızları Yıldız Sertel bile babasının ölümü karşılaşama biçimini garipsiyor. Bir kutu içine kapanmış olarak betimlediği babasının Sabiha’nın vefatını hafife aldığını düşünüyor.[vi] Bunun böyle olmadığını ancak Zekeriya’daki akraba ve arkadaşlara yazdığı mektuplarda[vii] kendini belli eden kayıp ve yalnızlık duyguyla anlıyor, anlıyoruz.

11 Mart 1980, eski gazetenin “bir daha dönmemek üzere” olduğunu vurguladığı gidişin gerçekten de dönmemecesine olduğunun kesinleştiği ve Zekeriya’nın bu dünyadan göçtüğü tarih. Sertellerin cümlelerin öznesi olduğu yılların ardından Zekeriya’nın yalnız öyküsü on iki yıl sürebiliyor. 20 Mart’ta Paris’te kaldırılan cenazesi ise bu yaşam öyküsünün genel hatlarına layık bir detayla gerçekleşiyor.

Denizi Ayrı Deniz, Hocası Ayrı Hoca

Aşağıdaki fotoğrafı ilk gördüğüm andan itibaren hüzünlü bulmuşumdur, her defasında da bende cenazelerin uyandırdığı üzüntüden fazlasını uyandır. Kuşkusuz bu öncelikle cenazeye katılanların sayısının azlığı ve havanın siyah-beyaz bir karede dahi kendini hissettiren soğuğuyla alakalı. Ayrıca törendeki din görevlisine takılmamak elde değil. Fotoğrafın altında “Cezayirli Hoca” olduğu bilgisi verilen kişinin fotoğrafa bakanda uyandırdığı duygu Cezayirlilerin cübbe ve başlıklarının farklılığına dair bir şaşkınlık değil. Daha ziyade yabancı memleketin hocasının da ayrı bir hoca olduğundan hareketle gurbete dair bir sıkıntı.

Kaynak: Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım. 5. Baskı, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2001.

Zekeriya’nın tabuta konmuş bir şekilde betonun üzerinde bulunan bedeninin kalan yolculuğu Sertellerin yaşamları gibi meşakkatli olacaktır. Zaten bir hafta kadar bekletilen cenaze, dinî törenin ardından toprağa verilemez. Zekeriya’yı son yolculuğuna uğurlamak üzere gelen yaklaşık otuz kişinin nezaret ettiği, naaşının buzhane dolabına yerleştirilmesi olur. Çünkü mezarlık görevlilerin grevi nedeniyle toprağın kazılmasına müsaade edilmemiştir. Cenazeye katılanlardan Hıfzı Topuz Zekeriya’nın son yolculuğunu garip bir yazgı olarak betimlese de[viii], zaten ülkenin ve Sertellerin iç içe geçen yazgılarında garipsenmeyecek çok az şey kalmıştır.  

Türkiye’de sol hareketin, bir diğer deyişle solun maruz bırakıldıklarının tarihi çerçevesinde Sertellerin öyküsü son derece anlamlı ve açıklayıcı bir çerçeve sunuyor. Vedat Türkali’nin Türkiye Komünist Partisi’ni betimlemede başvurduğu “tanrıların gazabıyla cezalandırıldığına bakmadan, yuvarlanıp düşmeye yazgılı kayayı her düşüşte yeniden omuzlayan Sisyphos” benzetmesine[ix] solun farklı bileşenlerini ve Sertelleri de katmak mümkün. Türkiye’den ayrıldıkları tarihe kadar dergi, gazete, aktif siyaset, dernek, yeni bir gazete, yeni bir dergi, yeni bir cephe şeklinde devam eden çabaları Sisyphos’un dramını fazlasıyla anımsatıyor.

Sertellere değil, yalnız Zekeriya’ya baktığımda ise aklımda canlanan mitolojik değil, popüler bir karakter. Sabihasız on iki yılda Zekeriya’nın Yukarı Bak (Up – 2010) filmindeki Carl Fredricksen’e benzediğini düşünüyorum: Karısı Ellie’nin ölümünden sonra gençliklerinde birlikte inşa ettikleri evlerine onun adını veren, Ellie’yle konuşmak istediğinde ev ile konuşan, ölümünden önce gerçekleştiremedikleri seyahati yapabilmek için bağladığı balonlarla evi uçuran, sonunda evini sırtına bağlayarak yola yaya olarak devam etmeye çalışan Carl’a. Hiç gerçekleşmeyecek bir düşü gerçekleştirmeye kalkışan, gerçekleştirmeye çok yaklaştığı anda ise bunu yapamayan Carl’a.

Sabiha’nın ölümüyle birlikte giriştiği ve pasaportsuz bir şekilde yurda girmeye dahi kalkıştığı sürecin tetikleyicisi Zekeriya’nın Sabiha’ya hasta yatağında verdiği bir söz olmayabilir. Zekeriya’nın 1977’de bulduğu ülke, Carl’ın Cennet Şelalesi’ne vardığında karşılaştığından daha az şaşırtıcı da olabilir. Üstelik Ellie’yle birlikte inşa ettikleri evi sırtlayan Carl örneğinden farklı olarak bu ülke, Zekeriya’nın Sabiha’yla birlikte inşa ettikleri matbaayı, gazeteyi, evi, kısaca hiçbir şeyi yaşatmamış da olabilir. Ancak yorgun vücuduna ve kalan kısa vaktine rağmen cesurca evini sırtlayan Carl gibi Zekeriya da ağır bir yükü tek başına omuzluyor. 11 Mart 1980’deki ölümüne kadar Sabiha ile birlikte yarattıkları “Serteller” ismini onsuz olmanın tüm güçlüğüyle taşımaya devam ediyor.


[i] Örneğin Korhan Atay, Serteller. İstanbul: İletişim Yayınları, 2021 ve Hülya Öztekin, Tan: Serteller Yönetiminde Muhalif Bir Gazete. İstanbul: Tarih Vakfı, 2016.

[ii] Söz konusu polemiklerden kapsamlı alıntılar için bkz. Tekin Erer, Basında Kavgalar. İstanbul: Rek – Tur, 1965.

[iii] Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2001, s. 255-271; Yıldız Sertel, Susmayan Adam: Babam Gazeteci Zekeriya Sertel. İstanbul: Can Yayınları, 2018, s. 315-324.

[iv] Sabiha Sertel (1987) Roman Gibi. İstanbul: Belge Yayınları, s. 368-369.

[v] Zekeriya Sertel, a.g.e., s. 274.

[vi] Yıldız Sertel, a.g.e., s. 303.

[vii] Yıldız Sertel, a.g.e., s. 304-309.

[viii] Aktaran Müzehher Vâ-Nû, Bir Dönemin Tanıklığı. İstanbul: Sosyal Yayınlar, s. 119.

[ix] Vedat Türkali, Komünist. İstanbul: Gendaş Kültür, 2001, s. 118-119.