Türkiye tarihinin en karanlık dönemlerinin birinden geçiyor. Ben bu karanlık dönemi seçimli tek adam rejimi ya da Erdoğanizm’in hüküm sürdüğü dönem olarak tanımlayacağım. Benzerlerini Orban Macaristan’ında ya da Modi Hindistan’ında bulmak mümkün. Ancak Türkiye hem rejimin çok daha uzun süredir ayakta durabilmesi bakımından hem de rejimin toplumsal ve özel alanlara verdiği zarar bakımından diğer örneklerden çok daha ileride. 2021 Avrupa basın özgürlüğü endeksinde, Türkiye özgürlüklerin en çok kısıtlandığı ikinci ülke olarak sıralandı; en son sırada Belarus ve Türkiye’nin hemen öncesinde ise Rusya vardı.
İletişim araştırmacısı ve tarihçisi olarak bu rejimin nasıl ayakta durduğunu ve değişimin nasıl olabileceğini anlatmaya çalışacağım. Ve odağa muhalif medyayı koyarak bu analizi yapmaya çalışacağım.
Seçimli tek adam rejimleri toplumları kutuplaştırabildikleri ölçüde başarılı oluyorlar. Kutuplaştırma mühendisliğinin de en etkin araçlarından biri propaganda. Modern tarih boyunca propaganda kavramının değişik, olumlu ve olumsuz tanımlarını bulmak mümkün, ama benim kastım daha çok olumsuz tanımıyla ilişkili. Olguların yerini algıların aldığı, demokrasinin olmazsa olmazı, rasyonel kamusal tartışmaların yapılmasını engelleyen iletişim türü.
Propaganda ille yalan, iftira ve küfür içermez. Bunlar da rasyonel aklı manipüle eden iletişim yöntemleridir ama etkin propaganda yalandan farklıdır. Temel farkı rasyonel tartışmaları baypas edebilmesinde ve engelleyebilmesinde yatar. Yalanın doğru olup olmadığını tartışırız, ama etkin propaganda yapıldığında akılcı tartışmaya mahal kalmaz. Tarihte yaşanan örneklere baktığımızda, bu şekilde etkili olmuş propagandaların esas olarak toplumun geniş kesimlerinde panik, endişe ve korku yaratabildiklerini görüyoruz. Terörden, ekonomik krizden, kazanımların yok olmasından, yabancılardan, göçmenlerden, ya da içimizdeki “ötekileştirilen” gruplardan korku gibi. Ya da Türkiye’de pek çok kesimin yaşadığı gibi bitmeyen bir kâbus içinde yaşıyorsak bu kâbusun hiç bitmeyeceği korkusu ve endişesi gibi.
Güncel araştırmalar topluma sirayet eden korku, endişe ve panik ile “güçlü” liderlere yönelim arasında yakın bir ilişki olduğunu gösteriyor.
Jason Stanley, Propaganda Nasıl Etkili Olur? adlı kitabında propaganda ile toplumsal eşitsizlikler arasındaki bağlantıya dikkat çekiyor ve şu tespiti yapıyor: toplumsal eşitsizlik ve adaletsizlik arttıkça, propagandanın gücü de artıyor. Çünkü propaganda düzeni toplumsal eşitsizliğin nedenlerinin, sonuçlarının ve olası çözümlerinin rasyonel bir biçimde kamuoyunda tartışılmasını, toplumsal hoşnutsuzluğu manipüle ederek engellemeyi amaçlıyor ve başarabiliyor.
Türkiye’de son yirmi yılda yaygın medya-iletişim evreni bu propaganda düzenini kurmak ve işletmek üzere tasarlandı. Eski düzende siyaseti tasarlamaya çalışan bir şehirli kapitalist medya vardı, yeni düzende siyasetin kendi kapitalistleri yoluyla dizayn ettiği bir medya sistemi oluşturuldu. Pazar sahiplik yapısında aşırı bir yoğunlaşma yaratmadan (mesela Orban Macaristan’da yeni medya düzenini yaygın medya pazar payında yüzde 70’lik bir yoğunlaşma yaratarak kurdu, ama Erdoğan bunu tercih etmedi), eski sahiplerin yerine yeni sahipler getirildi. Kurulan yeni reklam, varlık fonu ve hem piyasacı (neoliberal) hem de devletçi enstrümanların kullanıldığı düzen içinde bu yeni sahiplerin ve mecralarının medyadan kâr edemedikleri ama batmadıkları bir ekonomi-politik düzen kuruldu. Başkanlık sistemine geçişle de birlikte, bu yaygın medya düzeninin “mesaj” döngüsünün tek elden yürütülmesi için İletişim Başkanlığı kuruldu. Bu başkanlığı bir tür Propaganda Başkanlığı gibi düşünebiliriz.
Medya pazarı bu şekilde yeniden tasarlanırken, eski medya düzeninin ana mekanizmalarından biri olan anaakım medya grupları arasındaki rekabet de ortadan kalkmış oldu. Kapitalist rekabet sağlıklı bir iletişim düzeni kurmaz elbette ama bu rekabet sayesinde olguların tartışılmasını sağlayabilen gazetecilerin maaşlı çalışabilmesi ve patronların ticari çıkarlarına zarar vermemek suretiyle haber yapabilmeleri mümkün oluyordu.
Yeni yaygın medya düzeninde ne gazeteye ne de gazeteciliğe ihtiyaç var, ancak propaganda düzeninin işine yarayacak bir tansiyon yaratmak için “rekabet” yandaş ve muhalif medya ikiliği üzerinden tasarlanmaya çalışıldı, çalışılıyor. Muhalif medya tamamen yok edilmiyor (bu tabii ki buradaki direnişin de başarısı) ama hem finansal olarak hem de yargı ve düzenleyici kurulların ceza mekanizmalarıyla bu medya organları sürekli olarak çevreleniyor, sıkıştırılıyor. İnce bir ayarda, “survival” modunda tutuluyorlar.
Uydu ve dijital televizyon platformlarında yayın yapan televizyon kanallarını ve halen basılı çıkabilen birkaç gazeteyi saymazsak, muhalif medya denilen grup çoğunlukla online alana sıkışmış durumda. Haber için para ödemeyi sevmeyen ya da böyle bir parası olmayan okur kitlelerinin online mecralara maddi kaynak sağlaması mümkün değil. Dijital medyaya verilen reklam payının artmasına rağmen bu online mecralara verilen reklamların da giderlerini karşılamıyor oluşu bilinen başka bir gerçek. Sonuç şu, muhalif televizyon ve gazeteler de dahil, pek çok muhalif medya organı ya fonlara ya da muhalif siyasi partilerin kendilerine aktaracakları paraya bağımlı olarak yaşıyorlar. Yani muhalif çok ama bağımsız medya neredeyse yok gibi, Türkiye’nin medya düzeneğinde.
Bunun da ötesinde, profesyonel gazeteciliğin yapılmasını sağlayabilecek bir finansal güç yok. Pek çok yayın organında muhabir yok ya da sayıları çok çok az, uzmanlık gerektiren haber dosyaları hazırlayabilecek çeşitli konuların uzmanı gazeteciler bulunmuyor, dahası eğer hakikaten orijinal ve araştırma eksenli haber yapmayı hedefleyen gazeteciler varsa da, onların yeterince vakitleri ve rahatları yok. (Gazetecilerin çalışma koşulları açısından topladığım verileri Türkiye ve Macaristan karşılaştırmalı olarak başka bir yazıda paylaşmayı umuyorum).
Bunlar muhalif medyanın “yok” ya da “az”ları. Bir de “var”ları ve “çok”ları var. Mesela, neredeyse her gün ya da bazen bir günde birden fazla siyasi yorum yapan erkek yorumcular, her konuda fikir beyan eden her şey uzmanları ve korku-kaygı-panik üreten ya da üretenlerin sesi olan konuşan-yazan-twit atan adamlar ve kadınlar. Muhalif medyanın yorum ve yorumcu fetişizmi, eski medya düzeninin (Türkiye gazetecilik tarihinin en problemli unsuru olan) köşecilik kurumuyla ilişkilendirilebilir. 1980’lerden sonra hızla kapitalistleşen medya sektöründe bu köşeciler, star olur, star ücretleri alır, kimileri hızlarını kesemeyip patronlarla birlikte siyaseti dizayn etmeye çalışırlardı.
Muhalif medyanın yorumcularının star ücretleri alabilecekleri bir pazar yapısı yukarıda anlattığım üzere kalmadı, ama görünürlükleri ve erişebilirlikleri hem teknolojik koşullar sayesinde (yorumcuların youtuber olmaları gibi) hem de eğer yorumcular medya kurumlarında çalışıyorlarsa, onların popülaritelerinden yararlanmak isteyen medya yöneticilerinin bu kişilere daha fazla “yayın zamanı” vermesi nedeniyle artabildi. Ve bu yorumcular gerek rejime öfkelenen izlerkitlenin duygularını dile getirmek suretiyle gerekse nereden bildiklerini bir türlü anlayamadığımız ama merak ettiğimiz gelecekle ilgili yorumları (mesela başkanlık seçimini kim kazanır gibi) paylaşmak suretiyle, gerekse de aldıkları kulis haberlerle izlerkitlenin bir süreliğine “kanalda” kalmalarını sağlıyorlar (engagement dedikleri).
Yorumcular ve yorumculuk üzerine bina edilen muhalif medyadan toplumsal eşitsizliklerin etraflıca ve rasyonel olarak tartışılmasına ön ayak olmasını veya tartışmalara yön verebilecek habercilik, araştırmacılık ve gazetecilik yapabilmesini beklemek gerçekçi olmayacaktır. Propaganda düzeneğinin değişmesi için yukarıda sözünü ettiğim medyanın ekonomi-politik yapısı tamamen ortadan kalkmalı. Ancak o aşamaya gelene kadar da muhalif medyanın, Türkiye halklarının elindeki nadir kamusal iletişim ortamları olmaları hasebiyle, bu propaganda düzenine isteyerek ya da istemeyerek katkıda bulunmaması gerekir.