Burası Bir Mahkeme-Ülke

Hukukun, bir tür ters yüz edilmiş adalet olduğunu ifşa ettiği davalarıyla Jacques Verges şöyle söylüyordu: “Dava, toplumsal çelişkilerin, bireysel görünümlerle gün ışığına çıkarılışı ise, hedefi belirleyen her zaman siyasettir.” Bu şu demekti, hukuk yontulabilir bir adalet terazisinin üzerindeki görünmez haleydi! Hepimizin tabi olduğu bir tür müşterek, ortak ve iyi yaşamın manivela noktası değildi… Aksiydi, bu aksin aynadaki suretiydi: En az siyasal iktidar kadar kuvvetli olan, hatta belki de ona iktidar olma şansını ve vasfını veren hukuk iktidarının, adalet psikolojisi denilen o derin ve onulmaz duygu durumunu nasıl da yerle yeksan edebileceğinin sağlamasıydı hukuk! Çünkü hukuk, davaların arkasındaki o görünmez ve o uzun eldi!

O uzun ele, uzun bir süredir kimse dokunmaya cesaret edemiyor. Çünkü o uzun el, kendi elini sıkanın kolunu kıstırıyor, onu nedensiz ve gerekçesiz bir hükmün infazı için dört duvara terk ediyor… Canan Coşkun, uzun bir süredir kimselerin dokunamadığı o uzun eli, kendi avuçlarının içine alıyor. Belki korkusuz, belki korkarak ama kesinlikle cesaretle ve sansürsüz yapıyor…  Hukuku meslek edenlerin onurunu korumak için anayasaya dercedilmiş yetkilerle donatılmış kurumların paketlenerek işlevsiz kılındığı kurulların ve meslek örgütlerinin yapması gerekeni, tek başına yapıyor. Kendinde olması gereken adalet değerini, kendi-dışı bir siyasal iktidarın hukuk ağzı olmaya indirgemiş, buna tenezzül edebilmiş bir yapının içine sızıyor. O anda, orada olmanın hem mahcubiyeti hem de gücü ve tanıklığıyla o sızıntıdan fevkalade bereketli sular taşırıyor üstelik! Unutmayalım diye tabii, hatırlamanın istenci karşısında, unutmamamın sürekliliğini hep dik tutarak!

Burası Mahkeme… Onu biliyorduk, zaten Türkiye uzun zamandır bir duruşma salonunun üzerinden insanlara ceza yağdıran ve herkesin sırasını beklediği mahkeme binası soğukluğundaydı. Osman Kavala hakkındaki Anayasa Mahkemesi kararı da en az bu kadar soğuk ama en az bu kadar komik değil miydi? Örneğin, Kavala’ya soruyorlardı: “Telefon konuşmalarınızdaki Lobi kim, kim?” diye. Kavala cevap veriyordu, “Ermeni Mimarlar ve Mühendisler Derneği’nden Lori olmasın.” İşte hukuktan kala kala, elde var hiç kalmıştı!

Burası Mahkeme’ydi yani, oylumlu, tüm davaların görünmez ve ipince bir iple birbirine dikildiği, duruşmalar arası bağlantıların insanlar arasında bağlar kurduğu, insanların yeni yoldaşlık biçimlerini adliye koridorlarında keşfettiği Mahkeme’ydi! Artık, hukukun Türkiye’de böyle de bir işlevi vardı tabii! Hepimiz, adliye yoldaşıydık! Tanımadığımız ama bağ hissettiğimiz barış akademisyenlerinin duruşma tarihlerini not ediyor, belki sadece haberlerini okuyup isimlerine o anda dikkat etmediğimiz gazeteci ve muhabirlerin, sırf okuduğumuz haber yüzünden yıllarca cezaevlerine konulduğunu görünce o gazeteye daha şevkle sarılıyor, hukukçu olalım olmayalım Basın Suçları Soruşturma Bürosu diye bir kurumun varlığından haberdar olmak zorunda kalıyorduk. Sahi bunu neden hepimiz biliyorduk? Çünkü, Burası Mahkeme’ydi, biz sıradaki arkadaşımızı beklerken, sıramızı da beklemiş oluyorduk. Sonra o adliye koridorlarında, tanımadığımız ama destek olmak istediğimiz herkesle bir bir arkadaş oluyorduk.

Yeni Türkiye’nin yeni yargı rejiminin bir iyiliği varsa, aynı ağdaki insanları belki yolları birbiriyle hiç kesişmeyecekken bir adliye koridoruna sıralayabilmiş olması, oradan doğan yeni birlikteliklerin yolunu açması, diyebilir miyiz? Sanıyorum evet, diyebiliriz. Bunu, Coşkun’un dilinden de öğreniyoruz üstelik. Coşkun, davalara konu olan haberlerin ve karikatürlerin erişime kapatıldığını anlatırken yazıyor, “O döneme ilişkin belleğimiz silindi.” Ama kendisi söylemese de O, başka bir şeyi daha yapıyor. O anda orada olarak, o belleği hiç silinmeyecek bir yere nakşediyor! Taşınabilir belleklerin belki de en sansürsüz ve en kaybolmayacak olanına, insan zihnine! O zihinden kâğıda, o kâğıttan kitaba, o kitaptan okuyana… Hiç silinmeyecek ve erişime kapatılamayacak bir silsile yaratıyor Coşkun, hiçbir şey iddianamelerin ve mahkeme arşivlerinin tozlu sayfalarına terk edilmeden, kocaman bir hukuk heykeline dönüşüyor. Bu sefer donmuş, dışı kartondan, içi bomboş bir hukuk heykeli, ama kıymeti oraya bir kere olsun kazınmış olmasında yatıyor!

Aktüalitenin, hukuk aklını ve sağduyuyu nasıl ele geçirdiğini, onu nasıl kullanışlı bir maymuncuk yaptığını Cumhuriyet Davası’yla, Sözcü ile, Altanlar/Ilıcak ile görüyorduk, ne olup bittiğine nüfuz edemesek de… Murat Aksoy/Atilla Taş Davası’yla bir mahkemenin nasıl bir parodi alanına dönüştüğünü, Barış Akademisyenleri’yle barışın nasıl suç konusu edildiğini, Çağdaş Hukukçular Derneği ile bir avukatın, müvekkiline isnat edilen suçlardan ama daha da komiği avukatlık faaliyetinden nasıl yargılanabileceğini… Bunları görürken, bir başka şey daha oldu üstelik. Hukuk, aklıselimi öylesine taarruz altına aldı ki, şaşırma duygusu denilen şey, hukuk eliyle bizden çekildi. İddianame okudukça, ona “maruz kaldıkça”, daha fazlası da olamaz duygusu yerleştikçe yerleşti. Sonra dahası oldu…

Coşkun ifşa ediyordu bir iddianameden sızanları: “Ateist olduğunu gizlemeyen yazar Aziz Nesin’in, İslam dinine yönelik bazı hakaret içerikli sözler söylediğinden bahisle Sivas’ta toplu halde harekete geçen insanlar…” İçerik, Madımak’ı andırıyordu, sözler ise daha çok nefret suçunu. Hangisi iddianameydi bunların, hangisi suç fiilinin ta kendisiydi? Coşkun, Verges’in söylediğini kanıtlıyordu işte: “Dava, toplumsal çelişkilerin, bireysel görünümlerle gün ışığına çıkarılışı ise, hedefi belirleyen her zaman siyasettir.”

Kendisi hakkındaki soruşturmaları, davaları da anlatıyordu Coşkun, “Cinayet işlemedim, haber yazdım” vecizesiyle. Bu dönemin basın tarihi yazılacaksa, basın suçları tarihi de peşi sıraydı tabii. Cinayet işlemiyordu, “toplu halde harekete geçen insanlar” güruhunda yerini almıyordu belki ama başka bir şey yapıyordu: Kamusallığın en önemli tahkim ve seferberlik gücü olan gazeteciliği, haber yapmak faaliyetiyle gerçekleştiriyordu. Tüm kamusal hareket alanlarımız gibi, onun da cezasız kalması mümkün müydü?

İddianamelerin ayrı ayrı dizildiği doğrusal bir davalar manzumesi değil Burası Mahkeme, onun yerine bir ipin üzerine Yeni Türkiye’nin yeni yargı rejiminin tüm sacayaklarını birbirine bağlayarak dikmenin mümkün olduğunu gösteren dokümanter bir tanıklık. Sanık hâkimleriyle, yerleri değiştirilen savcılarla, istenilen kararı almayan heyetlerin yapısıyla oynayanları göstermesiyle, yapboz gibi hukuk düzenini altüst eden bir siyasal iktidarın, hukukla hukuku kullanarak baş etmesinin güncel tarihi… Burası Mahkeme, her bir davayı ötekine bağlayan ipince bir iplik, o an orada olmasak da hiç silinmeyecek harici belleğimizi bizim yerimize yanında taşıyan bir yargı anlatısı.

Nihayetinde bu ülkede, bugünlerde kocaman bir dış ses her sokakta, her kamusalda, her müşterekte, her üniversitede, her gazetede, işini iyi yapan insanların olduğu her yerde tehdit edercesine bağırmıyor mu? “Burası Mahkeme!”

“Asıl sorun,” diyordu Tarık Zafer Tunaya, “Asıl sorun, tarihin bizi yerleştirdiği yerde ve anda, orada olmaktır. Söylenecek şeyi söyleyebilmek, yapılabilecek şeyi yapabilmek ve daha fazlasını yapamazdım diyebilmek… Bizden sonrakilere, başka ne bırakabiliriz ki…”

Böyle böyle anlatarak belki, kayıt tutarak, zihin nakkaşlığı yaparak böyle, “Burası, özgür bir ülke,” diyebilmek ihtimalini de bırakabiliriz! Çünkü Burası Mahkeme, çünkü burası bir Mahkeme-Ülke!
Canan Coşkun, Burası Mahkeme: Yeni Türkiye'de Yargı Rejimi, İletişim Yayınları, 2019.

Tarık Zafer Tunaya, İnsan Derisiyle Kaplı Anayasa, Arba Yayınları, İstanbul, 1988.

Osman Kavala hakkındaki Anayasa Mahkemesi Kararı: http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2019/06/20190628-5.pdf