Hannah Arendt, hakikat ve siyaset üzerine kaleme aldığı bir metinde[1] hakikat ile çıkar arasından ikinciyi sahiplenip, olgusal hakikat ile kanaati birbirinden ayıran çizgiyi flulaştıran siyasinin, profesyonel bir ‘’hakikat’’ anlatıcısı/oyuncusu olarak, gürül gürül yağmur yağıyorken bile bize ‘’güneş parlıyor’’ dedirtebilecek gizemli bir yeti ile kuşanmış olduğunu yazar. Türkiye’nin makûs talihinden olsa gerek, ekonomik krizlerden hayatları derdest olan insanlara, içinde boğuldukları bataklıkları gülistan olarak resmeden siyasilerimiz, ‘’hakikat’’ anlatıcılarımız vardır bizim. Halihazırda zamlarla ve açlıkla ‘’terbiye edilişimiz’’, ‘’ne yaptıklarını bilen’’, ‘’ekonominin kitabını yazan’’ iktidar tarafından, ‘’ekonomik kurtuluş savaşı’’ olarak karşılanıyor; ‘’endişeye mahal yok’’, keza ‘’dimdik ayaktayız’’ deniyor. Dışarıdan gelecek ekonomik ‘’yardım’’ haberleri, ana akım medyada sevinçle karşılanadursun, halkın cebindeki delik açıldıkça açılıyor; muhalefet ise ‘’geçinemiyoruz’’ sloganlarıyla, halktan oy toplama telaşında…
İktidarların ekonomik kriz zamanlarında, ‘’endişeye mahal yok’’ nidaları yeni değil elbette, politik kültürümüzün bir parçası; özellikle AKP iktidarı süresince bir hayli kullanıldı. 2008 ekonomik krizinde dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı Zafer Çağlayan, ‘’Kasise gelindiğinde haliyle lastik üzerinde oturan tüm yolcuların etkileneceğini’’, fakat ‘’Türkiye’nin teker üstünde olmadığını’’, dolayısıyla ‘’endişeye mahal olmadığını’’ belirtiyordu. 2015 yılında piyasalar vatandaşı geçim telaşına düşüredursun, Sabah gazetesindeki köşesinde Berat Albayrak, ‘’Piyasalar! Endişeye mahal yok. Bu iktidar, seçimden sonraki dönemde de Türkiye'yi yeniden yönetme görevini üstlenirse, eskisiyle yenisiyle velhasıl tüm kadrolarıyla evvelinden kararlı ve motive bir şekilde ülke ekonomisini daha ileriye taşıyacağından kimsenin şüphesi olmasın,’’ diye yazıyordu. 2016’da devam eden ekonomideki iç karartıcı koşullara karşın, zamanın Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek şöyle buyuruyordu: ‘’Ekonomik endişeye mahal yok… Türkiye, çevresinde olanlara rağmen sağlam duruyor, çünkü temelleri sağlam.’’ 2018 ekonomik krizinde, dönemin TBMM Başkanı Binali Yıldırım, ‘’Endişeye gerek yok. Elimizdeki imkânlar, göstergeler birçok ülkeden daha iyi. Panik yapmanın anlamı yok. Bunlar gelip geçicidir. Bugünler aynı zamanda da fırsat günleridir,’’ ifadelerini kullanıyordu. Aynı süreçte Cumhurbaşkanı başdanışmanlığı görevini üstlenen Cemil Ertem’e göre de endişeye mahal yoktu, sadece ‘’Türkiye ekonomisi farklı bir büyüme trendine’’ girmişti. 2018 ekonomik krizini, o vakit Cumhurbaşkanı olan Recep Tayyip Erdoğan da ‘’Endişeye gerek yok… Onların dolarları varsa, bizim de hakkımız, Allah’ımız var’’ diye karşılamıştı. 2020 yılına gelindiğinde, ekonomik istikrarsızlığı, halkın açlığını gözetmeden yorumlayan o zamanki Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak ise, sürekli ‘’endişe etmeye lüzum yok, panik yok’’ diyordu; ‘’reel ekonomi paydaşları, yatırımcılar ve kurumların’’ panik olmaması gerektiğini dillendiriyordu…
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 1958 yılında, zamanının muhalif basını Ulus’ta kaleme aldığı ‘’Asayiş Berkemal’’ adlı yazısında[2] gayet yerinde resmeder bu politik kültürümüzü. Yazıyı, Demokrat Parti iktidarının, ‘’İktisadi İstiklal Savaşı’’ adını verdiği ekonomik krizin 359 milyon dolar dış yardım ile düzeltileceği, her şeyin ‘’çok iyiye’’ gidiyor olduğu seslenişleri üzerine yazar. Demokrat Parti taraftarı Havadis gazetesi, ‘’Çok feyizli bir yoldayız!’’, ‘’ticaret erbabı çok memnun’’ yazsa da olgusal hakikat, yardımlara rağmen sürekli artan zamlar, açlık ve iktidara olan güvensizliktir. Şöyle yazar Karaosmanoğlu:
Bizim devlet ve idare adamlarımızın, öteden beri gayet kötü ve memleket menfaatleri bakımından son derece zararlı bir âdeti vardır; etrafı daima güllük gülistanlık göstermek isterler ve çok defa kendileri de bunun böyle olduğuna inanırlar. Eski Saltanat devrinde, hadisesiz, isyansız, kargaşalıksız geçmeyen bir gün yoktu. Rumeli’de, Şark Anadolu’sunda, Yemen ve Suriye vilayetlerimizde, yer yer ihtilal ve ayaklanma hareketleri müzmin bir halde idi. Fakat oranın valilerinin Dâhiliye Nazırı’na ‘’iş’ar’’ ve ‘’maruzat’’ları, hep ‘’asayiş berkemal’’ sözüyle başlardı. Bu söz, bütün ‘’resmi tahrirat’’ların besmelesi gibi bir şeydi. Nitekim padişahla vükelası arasındaki konuşmaların ilk cümlesini de bu teşkil ederdi: ‘’Sayei şahanelerinde asayiş berkemal, Efendimiz’’… 1950 Mayıs ayından bu yana, o eski zihniyet yeniden tepmeğe başlamıştır. Hem bu sefer, yok olana var, var olana yok demek suretiyle.
Asayiş berkemalliğin sureti, ‘’Kul sıkışmadan Hızır yetişmez’’ atasözünde de saklı biraz; kul sıkışmış velev ki, geliyordur gelmekte olan Hızır…
Tabii, Hızır beklenirken, halkın şiddetinden iktidarı koruması umut edilen ‘‘asayiş berkemal-ist’’ söylemlere, ana akım medyanın ‘’Şımarmayın, önceden…. mi vardı?‘’ gıyabında serzenişleri eşlik eder. Nitekim Karaosmanoğlu’nun bu satırlarını okuduğumuz gün, Demokrat Parti iktidarının sesi olan Zafer gazetesinde, Adviye Fenik üstlenir bu serzenişleri. “Deve Bin Akçaya” adlı yazısında[3] şunları der Adviye:
Ankara’ya ilk geldiğimiz sıralarda idi… Hiç unutmam, Ulus Meydanı’ndaki büyük mağazaların vitrinlerinde, süslü püslü, macun gibi tatlı renkli yepyeni otomobiller, aylarca müşteri bekler dururdu. Taksitle alıcılar bile nazlı idi. Şimdi bir de Ulus Meydanı ile Kızılay Meydanı’nı gözünüzün önüne getiriniz. Yayalar, otomobil kalabalığından karşıdan karşıya geçmek için dakikalarca nöbet bekliyorlar… Hususi arabaların sayısı herhalde bini aşmıştır. Ankara’ya bin tane yeni otomobil gelse acaba, piyasayı doyurur mu, ne gezer?...
Yani, ‘’tembel’’ olan oturur yerinde, ‘’çalışkan’’ olan hamutuyla götürür…
Adviye Fenik’in yazısına karşılık muhalif Akşam gazetesinden Feridun Ergin, “Maaşlar, Ücretler, Fiyatlar” başlıklı yazısında[4], halkın durumunu şöyle tanımlayacaktır:
Her zaman olduğu gibi, Mahmutpaşa’da da yine bir insan seli akıyor. İşportalara çekingen nazarlarla bakan şu kravatlı ve temiz kıyafetli adamın bir devlet dairesinde çalıştığı derhal anlaşılıyor. Onun biraz ötesinde, iç çeken yaşlı hanım, dükkân kirasına kocasından kalmış maaşı eklediği halde, iki yakasını bir araya getiremediğini satıcılardan saklamıyor. Vardiya saatinden önce veya sonra, aileleri ve çocukları ile beraber dolaşmaya çıkan işçiler, hem kabadayılığı elden bırakmak istemiyorlar ve hem de yüksek fiyatlar karşısında bir nida salıvermekten kendilerini alamıyorlar.
‘’Asayiş berkemal-ist’’ söylemlerin bir diğer serzenişi şudur: ‘’Açıkgöz esnaf halkı sömürüyor!’’ Hain esnaf! Adviye Fenik gibi İlhan Tarus da yakınır bu ‘’had bilmezler’’den ve Zafer gazetesinden[5] şöyle seslenir:
Açıkgöz esnaf durur mu? Geçen gün birine rastladım, sanki satıcısı benmişim gibi, bir utanma dalgası yayıldı yüzüme… Neymiş efendim? İki lokma ekmeğin arasına bir dilim kaşar sıkıştırıp, makinada iki dakika ısıtmışmış. Bedeli bir lira!... Tam iki lokma bile çekmeyen bir sandviç için Türk lirasına kıyan adam, her türlü istihzaya layıktı. Bizler artık sandviçten vazgeçtik dostlarım. Amma neden vazgeçtik? Neden sonra vazgeçtik? Evlerde bir tecrübesini yapalım dedik de, ondan sonra vazgeçtik. Bir liraya onlardan sekiz tane çıkarmak mümkün oluyordu… İsterseniz siz de bir deneyiniz!
O günlerde Havadis’ten Vâlâ Nureddin, kısaca Vâ-Nû da, 359 milyon dolar dış yardım üzerine kaleme aldığı “Yardımların Doğurduğu Ümitler” başlıklı yazısında, bu ‘’açgözlü kurtlara’’ pabuç bırakmamayı öğütler; Adnan Menderes Hükümeti ile birlikte kavuşulan basiret, böyle kurtlara peşkeş çekilmemeli, halk tasarruf etmeli, kemer sıkmalı, fırsatçılığa mahal vermemelidir. Endişeye mahal yoktur! Vâ-Nû, nihayetinde modern siyasette önemli olanın ‘’eve giren baklava’’ olduğunu yazar: ‘’Dünyanın her yerinde bu böyle. Bir parti teşebbüslere girişince her evin halkı yeni kurulan fırından baklavaların hangi eve gittiğine bakar. Kendi evine kısmet bollaşıyorsa, lehte oy verir...’’[6]
Bir başka yaygın serzeniş de, muhalif gazetelerin, pahalılık darlık var diye yazıp, pahalılık, darlık yarattıkları, ‘’yok’’ deyip yokluk yarattıklarıdır. Zira muhalif gazeteler, ‘’sebze ve meyve fiyatları hayli yüksektir’’ deyip, meyve ve sebze fiyatlarını yükseltmektedirler... Velhasıl, ‘’çıkarcı’’ esnaf, ‘’şımarık yığınlar’’, muhalif basın, ‘’hain’’ mülteciler, ‘’kıskanç’’ dış güçler… olmasa hani ‘’asayiş berkemal’’dir. Halkın ağzından baklavayı, sırtından sopayı eksik etme, velev ki baklava kıtlığı varsa da, asayiş berkemal deyip, kıtlığın faturasını kes kesebildiğine.
Arendt, olgusal hakikatin her zaman başka insanlarla ilişkili olduğunu, ‘’yığının’’ yer aldığı olaylarla ve şartlarla bağlantılı olduğunu; olgusal gerçekliği tanıklıkların kurduğunu düşünür. Olgusal hakikat, doğası gereği siyasidir. Şöyle yazar Arendt (13);
Olgular görüşlere bilgisel dayanaklarını verirler ve farklı ilgiler/çıkarlar ile tutkuların telkin ettiği görüşler de birbirlerinden son derece farklı olabilir. Ama yine de, olgusal gerçekliğe saygılı oldukları müddetçe meşrudurlar. Olgusal bilgilenme olmadığında ve olgular ihtilaf konusu haline geldiğinde, kanaat özgürlüğü de bir tuluattan ibaret kalır. Demek ki olgusal hakikat, tıpkı rasyonel hakikatin felsefi kurgusal düşünceye bilgisel dayanağını vermesi gibi, siyasi düşünceye bilgisel temelini verir.[7]
Velhasıl, Türkiye’de siyasiler tarafından kullanılagelen ‘‘endişeye mahal yok’’, ‘’dimdik ayaktayız’’ gibi asayiş berkemal buyuran söylemlerin, tanıklıklarla kurulmuş olgusal bir gerçeklik olan ekonomik krizi gölgelemeye çalıştığı, fakat gelinen şu noktada artık, halkı teskin edemediği aşikâr.
[1] Hannah Arendt, 2020, Geçmişle Gelecek Arasında, çev. Bahadır Sina Şener ve Onur Eylül Kara, 7. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 301.
[2] Ulus, 6 Ağustos 1958, s. 3.
[3] Zafer, 6 Ağustos 1958, s. 5.
[4] Akşam, 12 Ağustos 1958, s. 1.
[5] Zafer, 13 Ağustos 1958, s. 3.
[6] Havadis, 7 Ağustos 1958, s. 3.
[7] Geçmişle Gelecek Arasında, s. 286.