“Günümüz Türkiye”sinde gazetecilik mesleği, bir utanç ve yüzsüzlük yaftası haline geldi. Doğan Tılıç’ın yıllar önce yazdığı önemli kitabına koyduğu “Utanıyorum ama gazeteciyim” başlığı, değil fikir üretebilmek, cümle dahi kuramamasına rağmen “gazeteci” unvanını çarçur edenlerle ayrışmak için âdeta bir sığınak... Aklıma, paralellik kurmak için, İsrail devlet terörüne karşı koyarken katledilen Amerikalı direnişçi Rachel Corrie’nin sözleri geliyor: “Zulüm bizden ise, ben bizden değilim...” Yani, bu yapılan gazetecilikse...
Ne zamandır dayatmacı ve intikamcı siyasi iklimin hakim olduğu Türkiye’de, bir de üzerine eskiden beri var olan “devlet yancısı” gazetecilik refleksleri eklendiğinde, evrensel standartlarda gazetecilik ne derece yapılabilir? OHAL şartları, giderek daralan basın-yayın gelirleri, gelecek kaygısı ve tehditler altındaki mesleğin sürdürebilirliği var mı? Eğer sürdürülebilirse, “iliştirilmiş gazetecilik” (embedded journalism) denilerek en azından tanım düzeyinde makul bir anlama çekilen “kalemli soytarılık” karşısında nasıl alternatif oluşturulabilir?
Bu sorular, çoğulcu ve yaşanabilir bir toplum adına, tıpkı adalet, eğitim ve sağlık başlıklarındaki hayati problemlere dair sorgulamalar kadar değerli. Zira, enformasyon aygıtları, post-modern toplumlarda tüm tartışmaların merkez noktası; bir agora işlevi görüyor.
Eğer bu merkez noktayı kontrol etmesi gereken (bir anlamda enformasyon akışının sağlıklı ve doğru akışını sağlamakla yükümlü) medya “yerinde değil” ise, tüm bir sistem kangren olmuş demektir. Türkiye’de bugün neredeyse aklıselim düşünebilen her kesimden insanın kabul ettiği gibi, denetleyici özelliğini yitiren medya, toplumdaki kanserin en önemli sebebidir.
Yukarıdaki soruya cevap aramak için gazeteciliğin biricik yöntemiyle, yani sorular sorarak ilerleyelim. Yalnız, temel sorulara geçmeden önce karşılaştırmalı bir durum tespiti yapmak gerekir. Türkiye medyasının durumu neydi, ne oldu görebilmek; dahası gazeteciyim demekten bile kaçınacak hale nasıl geldiğimizi anlayabilmek için...
Medya Takip’in raporuna göre[1] 100 binin üzerinde tiraja sahip on beş ulusal gazeteden dokuzu “militan” derecede, üçü ise daha yumuşak tonda iktidar yanlısı, sadece birisi muhalif, ikisi ise spor gazetesi. Ulusal televizyonların çok büyük bölümü, hükümetle iş yapan holdinglere satıldığı için iktidarın kontrolünde. Muhalif sesler, daha çok internet sitelerine kaymış durumda, ancak onların da üzerinde reklam veren baskısı, sansür ve envaiçeşit yaptırımlarla ciddi bir kontrol var. Kişisel görüşler ve paylaşımlarla daha özgür gibi görünen sosyal medyada ise korkunç bir trol ordusuyla tam bir “zehirlenme” yaşanıyor.
Kısacası Türkiye’de medya (geleneksel ve yeni), tarihindeki en utanç verici dönemini yaşıyor. Bağımsız gözlemevi Freedom House’un geleneksel Basın Özgürlüğü endeksinde Türkiye’nin 198 ülke arasında 166. sıraya kadar gerilemiş olması, karanlık tablonun net bir yansıması.
2001 yılından itibaren Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF), kayyum ya da cebir yoluyla sahibi değiştirilen holdingler, medya kontrolünün aşama aşama AKP iktidarına geçmesini sağladı. Uzan Grubu, ATV-Sabah, Çukurova, Koza-İpek ve dağıtılan Zaman-STV, medyadaki heyelan başlamadan önce farklı tonlarda yayın yapıyorlardı, ancak 2002-2015 arasında saydığımız grupların tamamı “tektipleştirildi”.
AKP iktidarının yakın çevresindeki Kalyon, Limak, Sancak, Demirören, Cengiz gibi holdinglere peşkeş çekilen “havuz medyası” dışında, İMC TV’den Özgür Gündem’e kadar ağırlığı Kürt medyasından olmak kaydıyla onlarca yayın susturuldu.[2]
2001 öncesinde Türkiye’de medya patronların egemenliği söz konusuydu. Önemli bölümü Aydın Doğan, Cem Uzan ve Dinç Bilgin üçgeninde paylaşılmış olan medyada, bugünle kıyasladığımızda -görece- çok-seslilik söz konusuydu. Doğan Grubu, haddinden fazla büyümüş olsa da, en azından güç tek elde toplanmamıştı.
Aynı döneme baktığımızda, medyada gücün yoğunlaştığı dört holdingin (Doğan, Uzan, Bilgin ve Doğuş) yanı sıra, orta-küçük ölçekte çoğu sağ tandanslı yayın grupları da etkin bir güç sayılabilirdi. İhlas Holding, Feza Yayıncılık (Zaman), Albayrak Grubu, Kanal 7’den oluşan orta ölçekli AKP yakını medya holdingleri -Gülen krizinin ardından kapısına kilit vurulan Zaman müstesna- yıllar içinde iktidar nimetlerinden faydalanarak orantısız bir biçimde serpildi.
“Karşı cenahtaki” tüm holdinglerin teker teker ele geçirilmesiyle birlikte günümüzdeki tek merkezden yönetilen medya yapılanması ortaya çıktı. Sadece on yıl içinde, George Orwell’ın 1984 romanında olduğu gibi kontrol odasından kumanda edilen ucube bir medya atmosferine geçiş yapıldı. Aynı manşetlerin atıldığı, gösterilen hedefe ortak saldırıların düzenlendiği, “toplu ayin” havasında yayınların yapıldığı bir medya. İktidarın başkanlık seçiminde kullandığı meşhur slogana manidar bir eklemeyle: tek millet, tek devlet, tek lider, “tek medya”.
İktidar, bu itaatkâr yapıyı oluştururken, elindeki tüm legal/illegal imkânları kullandı. Doğan Grubu’nu hizaya getirmek için vergi cezası kesmekten, Basın İlan Kurumu’nun “ticari sır” diye açıklamadığı resmî ilandaki adaletsiz kaynak aktarımına, korkutma amaçlı ceza davalarından, gazete kapatmaya veya gazeteye fizikî baskın düzenlemeye kadar türlü yöntemlerle ortaya çıkan bir resim bu. Sonuç ortada.
Şimdi soralım. Bu şartlarda gazetecilik yapılabilir mi?
Evet. Yapılabilir. Yapılmalı. Hatta tam da bu şartlar yüzünden, gazetecilik için ısrar etmeli ve çıkış yolları üzerine kafa yormalı.
Gazetecilik, iki büklüm olmuş “Aman Efendimcilere”, hüngür hüngür ağlayarak af dileyen holding patronlarının tekeline bırakılmayacak kadar hayati bir meslek. Dolayısıyla evrensel standartlarda gazeteciliğin boğulduğu ortamda öncelikle nefes alacak kanalları açmak gerekiyor. Neler yapılabileceğine dair fikirler çeşitli, ama tartışmalarda öne çıkan birkaç öneriyi sıralayalım. En azından bu temel fikirleri olgunlaştırarak işe başlamakta fayda var.
1. Medya için yeni bir gelir modellemesi, birinci şart haline gelmiş durumda. Medyayı, devletten ve piyasadan doğrudan gelir beklemeyen bir biçimde konumlandırmak gerekiyor. Konuyu küresel ölçekte analiz eden genç iletişim bilimci Julie Cage, bu noktayı isabetli şekilde tanımlıyor: “Sermaye katılımına ve iktidar paylaşımına dayalı bir medya ortaklığı biçimi düşlemek, mümkün olmak bir yana artık zorunluluk haline gelmiştir. (...) Amaç, 21. yüzyıl medya kuruluşları için yeni bir ekonomik ve hukuki model, anonim ortalıklar ile vakıfların kesiştiği bölgede yer alacak, yeni bir ‘medya ortaklığı’ statüsü önermektir.”[3]
2. Okur/izleyici desteğine daha fazla vurgu yapılması ve insanların nitelikli enformasyon için bundan böyle daha çok ödeme yapmalarının sağlanması gerekiyor. Veri çöplüğünde boğulan insanların “Neden para ödeyeyim ki?” sığlığından kurtarılması ve doğru enformasyonun ve analizin bedava değil, pahalı ve emek isteyen bir ürün olduğu anlatılması önemli. Almanya’nın kooperatif modelli sol gazetesi TAZ’ın (Die Tageszeitung) yöneticisi Kornelia Gellenbeck’in bir röportajındaki “Geleceğin gazeteciliği artık ilanlarla finanse edilmeyecek, daha çok kitlesel fonlama şeklinde okurlar tarafından finanse edilen bir model ortaya çıkacak,” ifadeleri[4], bundan böyle inşa edilecek yeni bağımsız yapılanma için bir motto olabilecek nitelikte.
3. Bağlantısız olmaya özen gösterilmeli ve devletin denetleme mekanizmalarından mümkün olduğu kadar azade bir yapı inşa edilmeli. Basın kartı, akreditasyonlar ve iliştirilmiş gazetecilik “ayrıcalıklarına” sağlam bir reddiye çekilmesi gerekiyor. Gerekirse, alternatif basın birliği ve oluşumu gerçekleştirerek, uluslararası akreditasyon ve eşgüdümün devlet tekelinden çıkartılması ve bununla ilgili çetin bir hukuki/fizikî mücadeleye hazırlıklı olunmalı. Uluslararası etkileşimi fazla, daha mobilize bir aktivizm gazeteciliği, sıkı sıkıya kapalı tutulan bu kapıyı açmaya muktedirdir.
4. Önceki maddeyle ilişkili olarak yeni bir meslekî sendikal örgütlenmeye gidilmelidir. Miadını doldurmuş görünen vakıflar ve birtakım dernekler, basın açıklaması yapmaktan başka bir aksiyona sahip görünmemektedir. Oysa ki, günümüzde yapısal olarak bambaşka bir hal alan medyayı, eski alışkanlıklarla okumak mümkün değildir. Oluşturulması gereken yeni sendikal yapı, öncelikle “yeni” medyanın tüm katmanlarıyla fizibilitesini çıkarmalı, sorunları tespit etmeli ve zamanı çok iyi kullanarak pratik çözümler önermelidir.
[1] Medya Takip, 9-15 Nisan 2015 tiraj raporu.
[2] Sadece 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında başlayan OHAL’de 28 TV kanalı, 3 haber ajansı, 29 matbaa/basımevi, 15 dergi, 45 gazete ve 34 radyo istasyonu kapatıldı.
[3] Cage, Julie, Medyayı Kurtarmak, İş Bankası Yayınları, 2016.
[4] “Konny Gellenbeck ile Canberk Beygova söyleşisi”, 9 kasım 2017, journo.com.tr . Tamamı için: https://journo.com.tr/taz-modeli-gazetecilik