İstanbul Sözleşmesi Neden Yaşatır? Çünkü…

İstanbul Sözleşmesi’nin serencamı, yine bir kadın hikâyesiyle başlamıştı aslına bakarsanız, 1990’da. 1995’te Nahide, H. O. ile evlendi. 1996’dan itibaren boşanmaya çalıştı çünkü tam altı kere H. O., Nahide’yi ve Nahide’nin annesini öldürmeye çalıştı. Bıçakla yaraladı, kesti, dövdü, ölümle tehdit etti, parasını gasp etti. Nahide, onu polise her şikâyet ettiğinde, kocası, Nahide’nin boş yere kamu gücünü meşgul ettiğini söyledi. Nahide tam otuz altı kere şikâyet etmesine rağmen, kocası bir kere dahi tutuklanmadı. Nahide ve annesi, 1996’dan 2002’ye kadar defalarca şikâyette bulundular, ya korkudan şikâyetlerini geri çektikleri için dava düştü, ya H. O.’nun cezası paraya çevrildi ve parayı ödeyip yine aynı eve gitti. Nahide’nin annesinin, öldürülmeden hemen önceki şikâyet dilekçesinde şu ifade geçer: “Hayatımız her an için tehlikede.” Bu her ânın, işte, evde, sokakta, hatta bizzat kamu önünde, adliyede, mahkemede olan bir an olduğunu kadınlar çok iyi bilir… Bu her an, genişletilmiş bir zaman dilimini ifade etmez, sözcüğün sarih ve gerçek anlamıyla “her an” demektir.

2002’de Nahide, son ölüm tehdidinden sonra evi terk etmeye karar verdiğinde, kocası “Nereye giderseniz gidin, sizi bulup öldüreceğim!” diyerek, eşyaları taşıyan nakliye aracını takip etmeye başladı, aracı durdurdu ve ön koltukta bulunan, kızına yardım eden Nahide’nin annesini öldürdü. 1990’dan 2002’ye kadar süren ve hiçbir yetkili makamın engellemeye dahi çalışmadığı bu şiddet hikâyesi, burada da bitmedi. Nahide’nin annesinin, damadını kışkırtarak kendi “ölümüne” sebep olduğu gerekçesiyle H. O. serbest bırakıldı. Serbest bırakılan katil, Nahide’nin yaşadığı yere gitti, arkadaşlarına Nahide’yi sordu ve sorarken, “Nahide’nin annesini öldürdüğünü, Nahide’yi de öldürmekte de bir beis görmeyeceğini” söyledi. Tüm bunlar olurken, dosya AİHM’e geldi.

AİHM’in Opuz kararı, uluslararası literatürde “çığır açan/tarihî bir karar” olarak geçer. Nedeni şu, ilk kez kadına yönelik şiddet, ayrı bir şiddet türü olarak ele alınmış, kadınların sadece kadın oldukları için bu şiddete maruz kaldıkları ifade edilmiş, şiddetin cinsiyet-nötr bir yapısı olmadığı, tam tersine toplumsal cinsiyetle alakalı bir yapıyı haiz olduğu vurgulanmıştı. Kararda ilk kez, bir devlet bir kadını koruyamadığı için mahkûm edildi. Bu kararda, kadınları korumada devlete pozitif yükümlülükler yüklenmiş ve bir kadın cinayetinin, salt bir öldürme fiili olarak görülemeyeceği, aynı zamanda cinsiyet temelli ayrımcılık yasağını ihlal ettiği de vurgulanmıştır. Kadına yönelik şiddetin, genellikle kapalı ve su yüzüne çıkmayan bir şey olduğunu söyler bu öncü karar ve yine bu kararda ilk kez, mağdur kadının yaralarından bahsedilir… Bu yaraların salt fiziksel değil, psikolojik yaralar da olabileceğinden, ekonomik şiddet ile psikolojik şiddetin de bu kapsama gireceğinden, çocuklardan, adam hakkındaki kovuşturmanın, kadının şikâyetini takip etme şartına bağlı olmasından, kocanın bunu bilip defalarca korkutup bu şikâyeti geri aldırmasından… Bir kadının tüm yaralarını hesaba kattığı ve devleti, bu yaraların tamamı için sorumlu kıldığı, devlet hiçbir şey yapmamış olsa dahi, sadece kanunları uygulamış olsa bile bunun kadın aleyhine bir şeyler yapmış olması anlamına geldiğini söyler bu karar… Kadına yönelik sorumluluğun, “ben hiçbir şey yapmadım” şeklindeki bir savunmaya terk edilemeyeceğini söyler. Bu kararda bunlar yazar. Çünkü kadına yönelik şiddette, hiçbir şey yapmamış olduğunu söylemek, zaten çok şey yapmış olduğunu söylemekle aynı şeydir.

Mahkeme tarihinde ilk defa bir devlet aleyhine verilmiş olan bu karar, Türkiye’nin resmî makamlarını, İstanbul Sözleşmesi’ni hazırlamaya ve ilk imzacısı olmaya, yani bu konuda öncü devlet olmaya iten saik oldu. Bu karardan sonra Türkiyeli kadın örgütlerinin dahil olduğu, Türkiye’den verilerle işlenen süreç başladı ve bizzat burada bu sözleşme yazıldı. Hem dayanak davası, hem sözleşmenin hazırlık aşaması, hem takdim deklarasyonları gösterir ki, bu sözleşme, basbayağı Türkiyelidir. Kökü dışarıda, yabancı, bize ait olmayan bir şey değil, bizzat kökü içeride, bu ülkenin kadın hareketinin öncüsü olduğu bir sözleşmedir bu. İstanbul Sözleşmesi’ni yerlilik ve millilik sığlığında tartışan görüşlere cevap veren Tanıl Bora, bu sözleşmenin bizzat Türkiye’deki kadın hareketinin şiddete karşı mücadelesi sonucu yazıldığını, kanunun o mücadelenin içinden çıktığını vurgulamıştı zaten:

İstanbul Sözleşmesi’yle bir sonuca, bir güvenceye bağlanan meselenin Türkiye’nin meselesi haline gelmesinde, Türkiye’deki kadın hareketinin payı görmezden gelinemez. KADER’in (Kadın Adayları Destekleme Derneği) eski başkanı Çiğdem Aydın da, Sözleşme için kadın örgütlerinin verdiği emeği hatırlatmış, “Bize ait bir şey!” diye vurgulamış: “Bize ait bir şey olduğu için adı İstanbul Sözleşmesi. Bunu BM’den ya da AB’den almadık. Bizzat Türkiye kendi verileri ile ve kadın örgütlerinin alandan gelen bilgileri ile hazırlandı. Dışarıdan gelen bir sözleşme değil.[1]

Sözleşmenin tek taraflı bir Cumhurbaşkanı Kararı ile feshedildiği bugün, kadınlardan sorumlu bakanın hiçbir şey söylemeyen şu cümlesi tam olarak ne diyor sahiden?

Kadın haklarının teminatı, Anayasamız başta olmak üzere, iç mevzuatımızdaki mevcut düzenlemelerdir. Hukuk sistemimiz ihtiyaca göre yeni düzenlemeleri hayata geçirebilecek kadar dinamik ve güçlüdür.

Kadınların yaşam hakkını temin eden bir sözleşmeden çekilirken, sanki İstanbul Sözleşmesi iç mevzuatın bir parçası değilmiş gibi, iç hukuka dahil değilmiş gibi bilgiden, fikirden, eylemin ve söylemin sorumluluğundan kaçan bu cümleye ne demeli? Apaçık yalan bir beyanatla, gerçek-dışı, hukuken yanlış bir sözceyle İstanbul Sözleşmesi’ni bu ülkenin dışında bırakmaya çalışan bu akılla tam olarak nasıl savaşılır? Denilebilir ki bu bir temel hak ve özgürlükler sözleşmesidir, onay kanunu ile yürürlüğe girmiştir, yetki ve usulde paralellik ilkesi gereği aynı usulle, TBMM tarafından kaldırılmalıdır, Cumhurbaşkanı Kararı ile feshedilemez… Bunların hepsi doğru. Fonksiyon gaspı olduğu, yetkili olmadığı bir alanda düzenleme yaptığı… Peki bunu kim denetleyecek? Bugün bu ülkede bu Cumhurbaşkanı Kararı’nın yok hükmünde olduğunu kim tespit edecek? Bu kararlara bakmakla görevli Danıştay mı?

Türkiye, artık hukuken nelerin yapılıp nelerin yapılamayacağını usulen tartıştığımız bir ülke olmaktan çok uzak… Artık hukuk devletinin en asgarisini bile sağlamak için sorduğumuz soru, yapıldıktan sonra bununla nasıl savaşacağımız, bu işlemlerin hukuka ve anayasaya aykırılığını kimin tespit edeceği…

İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanmasının hemen akabinde, Sözleşme’deki güvenceleri kanunlaştıran 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun çıkarıldı. Yine bu ülkenin yasama organı tarafından. Meclis tutanaklarını okuduğunuzda AKP’li kadınların da bu sözleşmeyi savunduğunu görürsünüz, hatta İstanbul Sözleşmesi’nde “aileyi koruma” ibaresi geçmemesine rağmen, kanunda neden bu şekilde ifade edildiği dahi tartışılmıştır.

İstanbul Sözleşmesi, kapsamına sadece kadınları almaz. Kız çocuklarını, erkek çocuklarını toplumsal cinsiyet temelli yaklaşımıyla koruma kapsamına alır. Yetkili makamlara, şiddet çetelesi tutma yükümlülüğü getirir. Sözleşme’nin denetim mekanizması olan GREVIO’ya sadece hükümet raporları gitmez, kadın derneklerinden gölge raporlar gider. İstanbul Sözleşmesi’nin bir gereği olarak Türkiye, Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri (ŞÖNİM), ilk kabul birimleri, kadın sığınma evleri ve diğer hizmetleri kapsayan, destek hizmeti altyapısını oluşturmuştur. Nahide’nin davasında gördüğümüz çok önemli bir eksiklik de yine bu Sözleşme’nin bir ilkesi sayesinde giderilmiştir: “Mağdur tarafından şiddet uygulayanı ihbar etme ve bunlar aleyhine ifade vermeye istekli olmalarına bakılmaksızın önlem ve desteğin sağlanması ilkesi.” Yani Nahide şikâyet etmeseydi de, Nahide şikâyetini geri alsaydı da Nahide ve annesi korunmalıydı. Bugün yapılmaya çalışılan ise aynı 1995’ten beri Nahide’ye polislerin yaptığı gibi, kadın ile fail kocayı birleştirip “aile arabuluculuğuna” sevk etmek. Hayır bu, aileyi kurtarmak da değil, ara bulmak da… Bu, bir suçun işlenmesine göz göre göre zemin hazırlamaktan başka bir şey değil…

İstanbul Sözleşmesi yaşatır derken kimse ama kimse soyut bir şeyden bahsetmiyor. Somut, elle tutulur, gözle görülür gerekçelerle bu sözleşme yaşatıyor. Bu sözleşme, salt kadını özcü bir yaklaşımla da korumuyor. Yeri geliyor bu sözleşmeyi dayanak göstererek erkekler de dava açıyor, hatta lehe sonuçlar alıyor, kadınlar kadınlara karşı da dava açıyor. Bu davaların hepsi var, hepsi Anayasa Mahkemesi’nde görülmüş. İstanbul Sözleşmesi, mahkeme kararlarında görülebilir ki salt kadını özcü bir anlayışla koruyan bir sözleşme olmasının ötesinde, getirilen itiraz olanakları ile erkek başvurucular lehine de kararların çıkabildiği bir mekanizmayı haizdir.  Kadının kadın aleyhine açtığı davalar da Sözleşme’nin ve Kanun’un salt özcü bir bakış açısıyla yazılmadığının kanıtı.

İstanbul Sözleşmesi yaşatır, çünkü İstanbul Sözleşmesi bugüne kadar bu ülkede uygulandı. Koruyucu ve önleyici tedbirlerle kadınlar ve çocuklar korundu. Anayasa Mahkemesi İstanbul Sözleşmesi’ni dayanak olarak gösterdi ve Sözleşme’nin, şiddet mağdurunu etkin biçimde korumaya ve Kanun'un amacını gerçekleştirmeye yönelik olduğunu söyledi birçok davada. Bu Sözleşme ile ilk kez psikolojik şiddet ve ekonomik şiddet de erkek şiddeti olarak tanındı.

Ama en önemlisi, Anayasa Mahkemesi önündeki bir başka karar. Bu kararda kendi kız çocuğuna istismarda bulunan bir baba, çocuğunun velayetinin kendisine verilmesini isterken, hem yerel mahkeme hem de AYM, İstanbul Sözleşmesi’ni dayanak göstererek, çocuğun üstün yararı ve şiddet mağdurunun etkin korunması gerekçesiyle o kız çocuğunu o babaya vermedi. Adamın, kız çocuğuyla kişisel ilişki kurma talebini, yine bu Sözleşme’ye dayanarak reddetti.

Bin defa yazsak eksilmez: Biz farkına varmadan, pandemi başında HSK'nın aldığı ilk kararlardan biri, İstanbul Sözleşmesi gereği verilen uzaklaştırma kararlarının salgın gerekçesiyle verilemeyebileceği oldu. Sokağa çıkma yasaklarıyla beraber düşününce, uzaklaştırma kararları da verilemeyince, kadın şiddet mahallinden kaçamadı ve hareketsiz bırakıldı. Opuz Kararı’nda Türkiye’nin ihlal ettiği şey sarmal halinde bugün tekrar yaşanıyor: Devlet, hiçbir şey yapmayarak da öldürebiliyor.

Pandeminin başlarında Aile Bakanlığı'nın kadınlar için acil telefon hattı salgın hattı olarak da tahsis edilmişti. Yavaş yavaş, sözleşmenin içi oyula oyula gelindi bu aşamaya. İstanbul Sözleşmesi, bu ülkede mahkemede çocuğun, istismarcı babaya verilmesini de engelledi; şiddet uygulayan erkeğin evden derhal uzaklaştırılmasını da sağladı. "Sözleşme Yaşatır" derken, kimse soyut bir şeyden bahsetmiyor. İstanbul Sözleşmesi, yaşatır; İstanbul Sözleşmesi, yaşatacak…


[1] Tanıl Bora, “İstanbul Sözleşmesi, İstanbul Protokolü”, Birikim Haftalık, 12 Ağustos 2020, https://birikimdergisi.com/haftalik/10237/istanbul-sozlesmesi-istanbul-protokolu


Kaynaklar

Tanıl Bora, “İstanbul Sözleşmesi, İstanbul Protokolü”, Birikim Haftalık, 12 Ağustos 2020, https://birikimdergisi.com/haftalik/10237/istanbul-sozlesmesi-istanbul-protokolu

E.A.Ö. VE M.Y. BAŞVURUSU, Başvuru Numarası: 2015/16032, Karar Tarihi: 7/3/2018.

TURGAY KIRŞEHİRLİ BAŞVURUSU, Başvuru Numarası: 2017/ 27041, Karar Tarihi: 11/12/2019, Resmî Gazete Tarih ve Sayı: 22/1/2020-3101.