Bilmem dikkatinizi çekti mi; bu aralar ‘’örselenmek’’ kelimesi, şiddet vakalarını niteleyen kapsayıcı bir örtü olarak çokça karşımıza çıkıyor. Örneğin, işkence yaptığı için kocasını öldüren bir kadının “örselenmiş kadın sendromu”ndan mustarip olduğuna dair ifadeler ya da nihai amacı “yeni ve sivil bir anayasa” hazırlamak olan İnsan Hakları Eylem Planı’nda geçen, “örselenmiş” kadınların ve çocukların korunması meseleleri… Peki, neden tercih ediliyor bu kelime? Türk Dil Kurumu’nun örselemek kelimesine dair açıklaması şu şekilde: “Yıpratmak, eskitmek, hırpalamak, zedelemek; örneğin, Geçen zaman beni örseledi - Reha Mağden.” Aynı yerde örselenmek üzerine de şöyle bir ifade kullanılıyor: “Örseleme işine konu olmak: Örselenir, zedelenir ne kadar kollasan / Bu büyülü nakışlar bir tutam toz olacak- Behçet Necatigil.” Siz de aşinasınızdır bu kelimeye elbette. Örselenmek; tabiatı, tabiiyeti gereği mağlup duruma düşmek demektir aslında. Kişiyi hayat örseler, kader örseler, zaman örseler… Örselenmiş kişi, içinde bulduğu durumdan çıkma kudretini, sebat gösterip bir nevi kendi kendini manipüle ederek, koşullara uyum sağlayıp hayatta kalmaya çalışarak bulacaktır. Ne türlüsü olursa olsun şiddet gören bir kişi, örselenmiş kişi midir peki? Bu konuyu biraz açmakta fayda var.
Örselenmiş kadın sendromu; Battered Woman Syndrome’un (BWS) Türkçeleştirilmiş halidir ki fikrimce bu yanlış bir tercümedir. Şiddete uğramış kadın sendromu, terimin İngilizcesini daha yerinde karşılar. Zira bu sendrom, bir kadının ilişki kurduğu partnerinin (erkek ya da kadın), kendisi üzerinde iktidarını kurmaya ve kontrol sağlamaya çalışmasıyla ortaya çıkan, kadının haklarını gözetmeden ve hislerini de yok sayarak ona her istediğini zorla yaptırmayı amaçlayan, kadının fiziksel, cinsel veya psikolojik istismarı sonrasında ortaya çıkan belirti ve semptomlardır.[1] Bu sendroma neden olan ve şiddet döngüsüne sebebiyet veren davranışlar ise şu şekildedir: Aşırı sahiplenme ve/veya kıskançlık; olumsuz değer yargılarıyla çokça sözlü tacizde ve aşağılayıcı nitelikte yorumlarda bulunmak; fiziksel ya da psikolojik olarak kadının eylemselliğini kısıtlamak; cezalandırılacak olmaya yönelik sözlü tehdit ya da fiziki uyarı ve/veya bir şeylerden yoksun bırakmak; evli olunsun ya da olunmasın cinsel saldırıda bulunmak; yaralanmanın olduğu ya da olmadığı fiziksel saldırılar gerçekleştirmek.[2] Bahsi geçen sendroma dair yapılan araştırmalarda çoğu kadın için psikolojik istismarın şiddet döngüsündeki en hayati kısım olduğu, yok sayılamayacak acılara sebebiyet verdiği görülmüştür. Fakat bunun farkında dahi olsalar, hatırı sayılır ölçüde kadının, fiziksel zarar görmedikçe kendilerini hırpalanmış kabul etmedikleri ortaya çıkmıştır. Benzer hissiyat cinsel istismara maruz kalmış kadınlar için de geçerlidir. Bu sendroma sebep olan eylemlerin çoğu, kültürel olumlamalar, kabullenişler neticesinde vuku bulur. Sendromu örselenmiş kadın yahut şiddete uğramış kadın olarak isimlendirmek ise, bizi iki farklı noktaya götürecektir.
İstanbul Sözleşmesi’nde, sendromun sebebi olan ve yukarıda bahsi geçen eylemler, “kadına karşı şiddet”e tekabül eder. Zira Sözleşme’de “kadına karşı şiddet” şöyle tanımlanır: “Kadınlara karşı insan hakları ihlali ve ayrımcılık anlaşılacak bu terim, ister kamu ister özel yaşamda meydana gelsinler, söz konusu eylemlerde bulunma tehdidi, zorlama veya özgürlüğün rastgele biçimde kısıtlanması da dâhil olmak üzere, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar ve acı verilmesi sonucunu doğuracak toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemleridir.” Örselenmiş kadın sendromu dediğinizde, “Nasıl?” sorusunun cevabı muğlaktır. Şiddete uğramış kadın denildiğinde ise bu soru, psikolojik, fiziksel, cinsel, ekonomik ve benzeri açılımlar gerektirir. Örselenmiş olarak nitelendirilen kadın, kültürel hazırbulunuşluğun neticesinde, toplum tarafından “zayıf”, “şımarık” gibi yaftalarla sessizleştirilebilir ve kadının “örselenmiş” olduğunu iddia etmesi, kendisini öyle hissediyor olduğuna ve aslında ortada ciddiye alınacak bir hareketin bulunmadığına dair eylemsizliği teşvik edici söylemlerle karşılık bulabilir. Zira böyle bir koşulda kadının rolü ve erkeğin rolü belirlidir, gerisi teferruattır. Hatta örselenmek, çoğunlukla sevgi ve sahiplenme göstergesi olacaktır. “Neden?” sorusu da bizi farklı cevaplara götürür. Bir kadın neden örselenmiştir? Kırılgan olduğu, incinebilir olduğu, güçsüz olduğu için… Neden şiddete uğramıştır peki? Bu sorunun cevabı, faile cezai yaptırımlar uygulamayı mümkün kılacak tanımlamalar içerir. “Şiddete uğrayan” bahsinde odak noktası mağdur değil, faildir. “Örselenen” kadın ve “şiddete uğrayan” kadın söylemleri arasındaki fark, işte tam buradadır. “Örselenen’” dediğinizde, üzerinde çalışılması, psikolojik destek verilip aynı düzene geri salınması gereken “güçsüz” kişi kadındır, fail ise halihazırda düzeni sürdürenlerdendir. “Şiddet gören” kadın dediğinizde ise, hukuki meselede yaptırım uygulanması gereken kişi faildir ve kadın eyleyen, hakkını arayan kişidir. Birinde kadın eylemsizleştirilir, güçsüzleştirilir, boyun eğdirilir; diğerinde ise kadın, hak hukuk mücadelesinin bir parçasıdır. “Ne yapılmalı?” sorusunun cevabı, “örselenmiş” dendiğinde “mağdura psikolojik destek verilmelidir” iken, “şiddet gören kadın” dendiğinde ise “faile cezai yaptırım uygulanmalıdır” olacaktır. Bu ayrım, İnsan Hakları Eylem Planı’nda açıkça görülüyor aslında. İnsan Hakları Eylem Planı’nda, Mağdur Haklarının Korunması kısmında, “örselenmiş” mağdurlara, yani adli süreçlerden psikolojik olarak daha çok etkileneceği ve “ikincil örselenmeyi” yaşayabileceği değerlendirilen kırılgan kesimlere, iş ve işlemlerinde yardımcı olmak ve bu kişilere psiko-sosyal destek sağlamak ön plandadır. Mağdurun hakları “nasıl” korunacak sorusunun cevabı, “kendilerini yalnız hissetmemeleri için psikolojik destek sunularak”tır. Bu tavır, kadına şiddeti mümkün kılan kültürel kodları değiştirmek için adım atmayan, şiddet döngüsünü bütüncül bir yaklaşımla ele almayan ve var olan toplumsal “normalleri” kabul ederek yoluna devam eden yaklaşımın bir tezahürüdür.
“Örselenmiş” yerine “şiddete uğrayan” kadın ifadesini tercih eden İstanbul Sözleşmesi, kadına şiddeti aile içi şiddetle birlikte ele alan ve şiddeti toplumsal bir olgu olarak tanımlayıp, kadını el açan değil, eyleyen olarak konu eden bir sözleşmedir. Mağdurların haklarının korunması hususunda, önleyici yükümlülükler ve cezai yaptırımlar getirir. Bu hususta Sözleşme’de “taraflarca, kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı önyargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla, kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olarak tedbirler alınması” gibi gereklilikler ortaya koyulur. Tarafları, “herkesin, özellikle de kadınların, gerek kamu gerekse özel alanda şiddete maruz kalmaksızın yaşam hakkını yaygınlaştırmak için gerekli olan yasal ve diğer tedbirleri” almakla yükümlü kılar.
Velhasıl hukukta terimler önemlidir. Olabildiğince yoruma açık ve kültürel olarak belirli bir şekilde konumlanışın neticesi olan kullanımlar, telafi edilemeyecek sonuçlar doğurur, keza doğuruyor da. “Örselenmeden” kamusal alanda eyleyebilmek ve hak hukuk mücadelesi yürütebilmek için kullandığımız kavramlara daha bir dikkat kesilmek gerek.
[1] Lenore E. A. Walker 2008, The Battered Woman Syndrome, 3. Baskı, Springer Publishing, s. 42.
[2] A.g.e., s. 45.