Bir sitenin arama motorlarında ön plana çıkabilmesi için harcanan çaba, hizmetin düzenlenmesi için harcanan çabadan kat kat fazladır. Tüketiciler bu pazarlama etiğine içsel problemleri, yine arama motorlarındaki şikâyetlerle denetlemeye ya da görünür hale getirmeye çalışırlar. Yani konulan hedefler, yine bu PR tarafından denetlenir. Spor kulüpleri uzun vadeli yapılanmalar yerine, (sportif başarı getirmesi olanaksız) kandırmaca isimlere yatırım yaparlar. Devlet kurumları hizmet yerine, (bazen de ayıplarını örtmek için) propagandaya para harcarlar. Kısacası tüketiciye doğrudan fayda sağlamayacak her proje ve ürün, gerek şirket gerekse devlet eliyle fuzuli harcamalar yapılarak pazarlanır. İşin garip tarafı insanlar (sağlıktan eğitim sistemine kadar uzanan) bu çarpık-ahlâksız pazarlama anlayışına değil, aynı sektörün içerisinde görünür hale gelen cinsiyet politikalarına kafayı takarlar.
Zizek, küresel kapitalizmin, demokratik olarak temsil edilemez halde olduğunu söyler. Biz, sistemin modası geçmiş çöküşünü tahayyül ederken bile ödemekle yükümlü olduğumuz fazladan bir bedel ortaya çıkar. Bu bedel genelde kapitalist zenginliği finanse eden şeydir. Yani zenginlerin başarısının altında gerçek bir deha yatmaz. Hiçbir teknoloji ya da kültürel ürün sermayenin çıkarlarından azade değildir. İnsansı robotların, uzay programlarının, yapay zekânın, kültürel ürünlerin, hatta devrimlerin daima tüketilecekleri alana kaymaları gerekir. İçinde bulunduğumuz açmaz, kurtuluş mücadelelerimizin yıkıcı getirilerini göre göre, hatta bunları bile isteye bizi aptalca kararlar vermeye zorlar.
Bu da bizi “neoliberal rizomatik bürokrasi” meselesine geri götürüyor. Bizim bütün direnişlerimiz, dışarısı ve içerisi arasında bir sınır olarak ortaya çıkar, fakat neoliberalizm bir ideoloji karadeliğidir. Planları gerçekleşene kadar, planının ne olduğunu o da bilmez. Birbiriyle taban tabana zıt ideolojileri, kendi işleyişiyle ilgili çıkarları gözeterek homojen hale getirir. Örneğin kapitalist toplumlarda organik bağın çözülmesinden şikâyet eden modernizm karşıtı tepkilerin kendileri neoliberal tasavvurlardır. Fakat neoliberalizm bu köktenci geri-tepkileri bir şantaj aracı olarak da kullanır.
Sonuçta sağcı popülizm söylemleri efendi söylemine daha yakındır. Efendinin söylemi dışsaldır ve kurgulayabileceğimiz direnişlerin/aktivizmlerin sınırları açık seçik görünür haldedir. Rizomatik bürokrasinin Üniversite söylemi ise daha uzlaşmacıdır. Bizim farklılıklarımıza karşı daha cömerttir. Sorunlu eylemlerimizden bizi sorumlu tutamayacak kadar aydınlanmıştır. Bütün garipliklerimizi çoktan sosyolojik, psikolojik, ekonomik olarak çözümlemiştir. Bu yüzden radikalliklerimize karşı daha anlayışlıdır; “gençler hadi evinize dönün” diye sırtımızı sıvazlar. Bize verdiği emri bir rica kılığına sokar.
Merkez sol partilerin tarihi, muhafazakârların, köktencilerin, durdurulmazlarsa neler yapabilecekleri üzerine kurgulanmış, şantajvari propagandalarla damgalıdır. Bu üniversite söyleminin de temel özelliğidir. Böylece çaresiz kaldığımız ve rasyonelliğimizi terk ettiğimiz zaman, bizi akılcı davranmamakla, direnişlerin amacını saptırmakla suçlayabilir ve çıkmaz bir sokağı işaret ederek (sanki bu daha az moral bozucu olacakmış gibi) baskın ideolojiyi yeniden üretir. Farklı şekilde koordine edilmiş kandırmaca emirler vererek, bizden özgür olmamızı, hatta daha da özgür olmamızı, hayattan zevk almamızı ve bir şeyleri değiştirmemizi ister.
Bu tip bir politika çoğunlukla kişisel alana da saygılıdır. Ayrıca başkalarının da “bizim” kadar eşit olduğunu varsayar ve onları eşitsizliklerinden dolayı aşağılamaktan kaçınır. Birbirimizin yaşam biçimlerine saygı duyduğumuz bu liberal yalıtılmışlık/bağımsızlık, aslında karşılıklı bağımlılığa ve istismara dayanır. Yani öbürünün özgürlük alanına karşı gösterilen nezaket tamamen biçimseldir, arkasında genelde kişisel özgürlükler değil, yoksulluk vardır. Yaşam biçimlerine saygı, öbürlerinin ayrıcalığına duymamız gereken bir saygıya kolaylıkla indirgenebilir. Özgürlüğün temelinin korunması, denetlenmesi ya da güvence altına alınması da (tıpkı girişim özgürlüğü gibi) çoğunlukla biçimseldir, de facto imkânsız bir eşitliği imler ve ayrıcalıklı elitlerin kişisel alanlarını belirginleştirir; onların özgürlüklerini, bizimse haris tüketim alışkanlıklarımızı güvence altına alır.
Liberal şantaj, birilerinin asalaklığını ya da ikiyüzlülüğünü saklayan bir maskeden fazlasıdır: Aslında kendi seçimlerimiz olan şeyleri, sanki ahlâki zorunluluklarmış gibi yerine getirmek, özgürlük idesinden kendi çıkar alanına uygun parçalarını seçip bir özgürlük ucubesi bina etmektir. İdeolojik yeniden üretim, yalnızca bir şeyleri kapsayan ya da men eden sınırlar çizmek anlamına gelmez. Şeyleri görmezden gelmek ya da men etmek, işlenen kabahatlere de belli ölçüde göz yummayı şart koşar. Otorite, bizim kabahatlerimizi affederek, kişisel alanımıza saygı duyarak kendi kabahatlerini ve sömürü koşullarını da meşru hale getirir.
Her ne şekilde olursa olsun, ideoloji bazı şeyleri koşullayabilir, fakat koşulladığı şeye içkin doğruyu ya da güzelliği koşullaması olanaksızdır. Her şey uyum içerisinde sürüp giderken ortaya bir paradokslar yığını ya da uyumsuz iki çiftin mücadelesinin patlaması falan çıkmaz. Žižek’e göre her şey halihazırda uyumsuzdur ve asıl ahengi doğuran şey bir olumsallığın, kaotik yapının zorunluluğudur. Benzer bir kargaşa kamusal söyleme de içkindir: burada “denetlen(e)meyen” kısım, o meşhur (diğerinin özgürlük alanının başladığı) özgürlük çizgisinin nerden çekileceğidir: Neoliberalizm sayesinde empatiyi en ürkütücü ve adaletsiz boyutuyla yaşamak zorunda kalan insanlar kendilerini olduklarından daha özel hissederler; yani dehamı kendi potansiyelimden çok uydurma bir vasatlığa (ya da Žižek’in diline tercüme edersek embesilliğe) borçluyumdur. Burada “vasatlık” kıymetli bir hale gelir. Sadece kıymetli hale de gelmez; hiçbir radikalliği içermeyen bu konum, “radikal” çoğunlukların arasında aşırılaşıp radikalleşir. Eşi benzeri görülmedik ve yeri doldurulamaz insan yığınının arasında, bahsi geçen embesil, bütün sıradanlığı ile, eşi benzeri görülmedik ve yeri doldurulamaz hale gelir. Hayatta uğruna ölünecek o kadar çok şey varken, “o” yalnızca kendi kendisine ölecektir.
Žižek bunun gibi, ayrıcalıktan muaf konumları, gayet Ranciereci şekilde, LGBTİ+’ın “+”sıyla özdeşleştirir: Bu hem hiçbir şeyden pay alamayanların payına hem de cinselliğin özündeki çelişkiye gönderme yapar.
“Psikanaliz ile felsefe arasındaki hayati farklardan biri cinselliğin statüsüne ilişkindir. Felsefe açısından özne bünyesi gereği cinsiyetli değildir. Cinsiyetlenme olumsal, ampirik düzeyde meydana gelir; oysa psikanaliz cinsiyetlenmenin öznenin doğumu için bir tür biçimsel, a priori koşul olduğunu beyan eder.”[1] Herhangi bir cinsiyet, yalnızca heteroseksüel dayatmaya rağmen var değildir; Lacancı ilksel bağlıklarla kurulan bu sert çekirdek, “heteroseksüel” simgeselleştirmeye direnir. Cinsiyet, simgeselleştirmeye direnen bir hakikat oluşuyla diğer psişik fenomenlerden ayrılır. Bu bakımdan cinsel fark da doğrudan simgesel düzene indirgenemez. Bu fark (ya da psişik çekirdek) ne tam olarak “biyolojik verili” cinselliktir, ne de simgesel kurgu içerisinde dayatılandır; Cinsiyet bu ikisinin arasında kalan boşlukta temellendiği ölçüde yıkıcı bir etkiye sahiptir: yani toplumsal inşa ve cinsiyet arasında kapanması imkânsız bir yarılma vardır. Cinsellik ve simgesel dayatma arasındaki boşluk, Lacancı anlamıyla “simgesel kastrasyon”dur. Bu (klasik yanlış okumayla) “eşcinselliğin” psikopatolojik bir sapma olduğu anlamına gelmez; tüm cinsiyetlerin bu ilksel çekirdekte “cinsiyetlendiği” anlamına gelir.
Özne, dayatılan kimliği (simgesel özdeşleşmeyi) kendisi seçmiş gibi yaparak, bu dayatmayı inkâr eder. Atanan cinsiyeti böylece etkisiz kılar -yok eder. Ataerkil baştan çıkarma tanımıyla; o histerik, erkeğin arzusunun nesnesi olan/elden kaçan nesne olarak “kadın” figürü özgürce seçilen bir edime dönüşür.
Böyle bir yapı, erkeğin çıkarları doğrultusunda bir denetim inşa eder, ama ihlalin tanımlarını yerinden etmek de denetimi ortadan kaldırmaz. Otoritenin bu koşulsuz şeffaflığı göründüğünden daha güçlü bir kontrol ya da tahakküm biçimidir. Şeffaflık, bariz bir manipülasyonu gizler. Burada kamusal-siyasi söylemin ideolojik eklentisi asıl sorun gibi gözükür. Bu eklenti cis-het hariç, tüm yönelimleri “sapkın” olarak niteler. Oysa cinsel yönelim ile histerik, psikotik, sapkın arasında doğrudan bir ilişki yoktur. Bunların üçü de patolojik-öznel, simgesel ekonomidir. Hatta sapkın gibi gözüken bir süreç, histerik bir biçimde Öteki’nin arzusunu sınıyor olabilir.
“Sözün kısası iki cinsiyet arasındaki farkı ayakta tutan şey, doğrudan simgesel karşıtlık dizilerine (eril akıl karşında dişil duygu, eril etkenlik karşında dişil edilgenlik vb.) yapılan gönderme değil, bir ve aynı evrensel simgesel öznelliğin üstlenilmesi ediminde zorunlu tutarsızlıkla (en nihayetinde ‘hadım’ ile) baş etmenin farklı yollarıdır.” Yani Zizek, “anatomi kaderdir”i (Freud) “Hegelci spekülatif bir yargı cümlesi olarak” okumamızı önerir. Sosyo-simgesel cinsiyet rollerinin sorumlusu anatomik fark değildir. Tam tersi, “Anatominin ‘Hakikati’ kaderdir, yani simgesel bir oluşumdur.”[2]
Translığın medya eliyle “dayatılmasına” karşı çıkanlar, heteronormatifin medya, kurumlar, okullar, diyanet, hatta işyerleri tarafından dayatılması karşısında çoğunlukla sus pus olurlar. Böyle mekanizmalar genelde insanları skandallarla fişlemek için kullanılır. Yani erkeklik ve kadınlık gibi atamaların, biyolojik indirgemelerle sahte bir ilişkisi vardır. İşin genetik-biyolojik normalliklerini sorgulayan dispositiflerden de uzak durmak gerekir, çünkü erkeklik ve kadınlık bu talebe uymayanları ifşa etmek için geliştirilmiş araçlardır. Bu denetim anlayışı, her şeye resmî standartlar getirip, ifade alanını sınırlarken, iş çoğulculuğa geldiği zaman, dernekleşmenin ve “normalleşmenin” baş düşmanı kesilir. Burada “simgersel olan”, üniversite söylemi tarafında askıya alınır. Böylece geleneksel otoritenin yerine biyoiktidar geçer.
Žižek her tip ideolojik özneyi çapraz şekilde kesen söylemler ya da bağlılıklar olduğunu varsayar. Ona göre “politik doğruculuk” sahte bir evrensellik ortaya atar ve tam da bu kurguya direnen içeriği dışlamaya uğraşır. Böyle bir jest genelde meşruiyetini (hatta varoluşunu) tamamen karşıtının aşırılığına borçludur. Gerçi Žižek‘e göre bütün özgürlükler ve çoğulcu politikalar mücadele ettiği şeyin altında temellenir. Fakat politik doğrucu özne, “yansıma ediminin nesnenin kendisine dahil olması gerektiğini gözden kaçırır”. Somut bir evrensellikte, öznel kayma daima nesnenin kendisine kazılı haldedir. Her iki uğrak (gibi görünen) nesne ve özne çoktan birbirine dolanmıştır. O klasik “komünistlerin aslında güç sahibi olamamış fakir kişiler olduğu ve bu özdeşliğin parayı görünceye kadar süreceği” argümanını düşünelim. Bu argüman doğru bile olsa bir şey değişmez. Çünkü komünizmin evrensel çağrısı tam olarak argümanın tarif ettiği gruba yönelmiştir; komünizm güç sahibi olamamanın evrensel çağrısı değil midir? Bu “aşırılığa” yakalanmayan özne açısından yapılan gözlem bize komünizme içsel antagonizmayı vermekle kalmaz, neredeyse istemeden onun tanımını yapar. Politik doğrucu konuşma kodu, bu tip bir tanımın üstünü örtme eğilimindedir (Woke, bir yenilikten çok, bir dizi yeni yasağın dayatılmasından ibaret değil mi?)
Politik doğrucu empati, özünde kendi çıkar alanını belirlemek, karşı tarafa dayatmak ve bu dayatmaların takas edilmesinden ibarettir. Asıl paradoks da burada başlar, çünkü ortada (karşıtın yeniden öretildiği) bu yöntem dışında izlenecek başka bir yol da yoktur. Fakat politik doğrucu empati, bu aklıselim oyunun, günlük direniş odaklarından arındırılmış soyutlamalarından ibarettir, yani buradaki çıkarlar ve negatif edim, sahte bir empatinin arkasına saklanmaya çalışılır: “Siyaseten doğrucu bakış, Ötekiliğin, ırkçı nefretin tuhaf bir tersinmesini kabul eder. … Ötekinin bize yönelen şiddeti, ne oranda olursa olsun, daima bizim Öteki’yi inkarımıza ve ezmemize (beyaz adamın emperyalizmi, sömürgeciliği vb.) karşılık gelen, ilk günahımıza karşı bir tepkidir. Biz ‘beyaz adamalar’ sorumluyuz ve suçluyuz. Öteki ise yalnızca bir mağdur olarak tepki gösteriyor. Biz kınanmalıyız, Öteki ise anlaşılmalı. Bu kendini aşırı aşağılama ve aşırı suçlamam maskesi”, aslında bir tür etik mazoşizmin devreye sokulmasıdır: ırkçılığı, “uygarlık modeli olan beyaz adam” yerine, ”kötülüğün modeli olan beyaz adam” olarak yeniden üretir.[3] Yani politik doğruculuk, azınlıkların ahlâki emirlere uymayacağı, “suçlu” olabileceği alanları bile onlarda gasp etmeye çalışır. Neoliberalizm, özgürlüklerin sınırlarını belirleyen ve bu sınırları sorgulamamızı yasaklayan bir konuşma kodu icat eder. Hoşgörünün sınırlarına dair en ufak eleştiri, hoşgörüsüzlüktür!
“Efendi-Gösteren’in failliğinden vazgeçme çalışması”, empati talebinin kurucu unsuru ve talebin edildiği nokta arasında bir rol değiştirme isteğine neden olur (bu yüzden üniversite söylemi efendi söylemini tersinden yeniden onaylar). Fakat bu meşruiyet sorunu, ideolojiye içsel temel bir paradokstur: Emek için sermaye, cinsiyetler için ataerkillik, anarşi için bürokrasidir; yani burada iktidarın gerekçelendirilmesi şarttır. Elbette hiçbir gerekçeye ihtiyacı olmayan bir otorite de tahayyül etmek zor değil.
Zižek’in tabiriyle “ilahi bir sınır olarak ekoloji” günümüzde tekrar otorite figürü haline gelebilir. Modern toplumun bozguna uğrattığı ekolojinin doğurduğu tehditler ve ekolojinin “ilkeller” için ifade ettiği prensipler arasındaki ayrım ikili bir olumsuzlamadır: Bilim ve teknolojiyle doğanın manipülasyonu belirsiz sonuçlar doğurur. Ortaya çıkan bu felaket sonuçlar tekrar bilim ve teknolojiyle geri döndürülmeye çalışılır. Žižek burada doğanın dayattığı kısıtlamalar ve “sorgulanmaz bir otorite olarak ekoloji”yi dinin yerine geçebilecek yeni bir afyon olarak öne sürer (ayrıca uyuşturucunun kendisi de tekrar afyon olarak öne sürülebilir haldedir). Ekosistem içerisinde biyolojik canlılar olarak öyle kesin şekilde sonluyuzdur ki, neredeyse çoktan ölmüşüzdür ve sadece bunun farkında değilizdir. Buradan neo-Marksist bir ideoloji tanımı bile çıkartabiliriz; bu koşullanmalar kendisini belirleyeni kendisini yeniden belirleyecek şekilde üreten her şey için geçerlidir. Ve ekoloji de bize tam olarak bunu dayatır.
Anlam daima tamamlanmamış bir anlamsızlığın (anlam-dışılığın) üzerine kurulmak zorundadır. Buradaki anlamsızlık, anlamın karşıtı değil, koşuludur (belki de Zizek’e göre bu yüzden They Live filmindeki mesajı da tersine çevirmek gerekir; birileri sağa sola subliminal metinler-imgeler yerleştirmese bile, biz bunları yine de görebilirdik; gözlük ise bu metinlerin bütün nedenselliğini paramparça ederek, mesajların “gerçek” anlamlarının yok olup gitmesine neden olurdu). Çünkü anlam anlamsızlığın başarısız karşılıklarından, tercümelerinden ibarettir. Böylece “Gerçeğin dönüşleri”ni, aslında hiç var olmayan, kurgusal bir doğanın öfkesi olarak deneyimleyebilirim.
Süzme Embesiller için Hegel Rehberi[4]
“Şu an yaptığım yazma eylemi ile sizin şu an yerine getirdiğiniz okuma eylemi...”[5] Althusser burada incelikli bir şey yapar. “Şu an” kelimesini iki kez üst üste kullanır ve iki “şu an” arasında herhangi bir zaman aralığına işaret eder. Dipnota da şunu yazar: “Ben bu satırları 6 Nisan 1969 günü yazıyorum, sizlerse canınız istediği zaman okuyacaksınız...” Yani (o basmakalıp kişisel gelişim zırvalarının öğütlediği gibi), “geleceği tahmin edip ne istediğimi belirlemek” bir kenara, “şimdiki zaman” yalnızca gelecekten okunabilir ve kendi içerisindeki paradokslarla ayakta kalabilir. Kusursuz olmasının tek yolu bu kusurlardan geçer. Özne ise bu öngörülemez sürece, geri zamanlı hükümlerle saplanıp kalmıştır; yani bir anlamda (tıpkı Althusser’in o satırları yazarken kovalandığı gibi) gelecek tarafından kovalanır.
Žižek kimilerine göre yalnızca anlaşılması güç şeyler yazmakla kalmaz, yazdığı şeyler başlı başına anlamsızdır ve hedef kitlesi ne yazdığını anlıyor gibi davranan ergenlerdir. Kimileri Žižek’in cinsiyetçi, homofobik ve proto-faşist olduğunu söyler, kimileri onun modern felsefeyi bilmediğini ve kimileri ortaya yeni bir ontoloji attığını iddia eder. Fakat genel kanı onun anlaşılma güçlüğü üstünde birleşir.
Amacının “embesiller için Hegel rehberi” yazmak olduğunu söylese de, neredeyse kendi kendisiyle ilişki kuran bir totolojiyi açıklamaya çalışması, her şeyi daha da içinden çıkılmaz hale getirir. Žižek, Lacan’ın “Freud’a dönmek” dediği şeyi, Lacan’ın üzerinden tekrar eder ve onu (Hegel ağırlıklı) çok merkezli bir okumaya tabi tutar (ve elbette Hegel’i de tekrar Lacan üzerinden okur). Fakat, Lacan’ın ne derece Hegelci olduğu, ya da Žižek’in onları birbirine yaklaştırdığı kadar yakın olup olmadıkları tartışmaya açıktır. Bu yüzden, onun ontolojisini, fazlasıyla Lacancı-laştırılmış bir Hegelcilik olarak tanımlayabiliriz (benzer bir şeyi Bedensiz Organlar’ın girişinde Deleuze için söyler: “Fichteci-leştirilmiş bir Spinozacılık”). Yani anlatmaya çalıştığı şeyler doğası gereği de biraz yanıltıcı olabilir.
Aslında Žižek, çok temel bir felsefi sorunun üstüne gider. Kitap isimlerinde bas bas bağıran bu ontolojik sorun, onun tabiriyle “Bir”e içseldir; yani nesne ve kendisi arasında doğrudan bir çelişki vardır ve kitap isimlerindeki göndermeler de bu farkın birliğe içkin çelişkiyle dolayımlanmasına (yani Hegelci bir biçimle “kaldırılmasına”) gönderme yapar (Hiçten Az, Gıdıklanan Özne, Yamuk Bakmak, Paralaks, Kendini Tutamayan Boşluk, vb.). Bunu Žižekçi bir kıvraklıkla Lacan’ın diline tercüme edersek: Ötekiyle ilişki ve bu dışsal ilişkiyle biçimlenen fark aynı zamanda hem dışsaldır hem de kendisiyle özdeşliği imkânsız kılan bir engeldir: Buradaki “Hegelci” uzlaşı çatışkıların indirgenemez biçimiyle kurulur. Yani içerik ve biçim arasındaki boşluk tekrar içeriğin kendisine yansıtılır.
Elbette bu tanım kendi kuyruğunu ısırmaya çalışan bir köpeği betimlemez. Burada yaratılan bir yenilik vardır. Fakat burada yaratılan “yeni”den kasıt gelecekteki “yeni” değil, geçmişteki yeniliktir. Gözden kaçan fiiliyatın yeni bir hükümle meydana çıkmasıdır. Daha sonra bu yücelik yanlış bir yerde, gelecekte aranmaya başlanır. Hegel her ne kadar böyle bir gelecekten okumayı reddetse de (elde edebileceğimiz tek bütünlük “şu an”ın paradoksal bütünlüğüdür), yine de geçmişi geri dönüşlü şekilde şimdiki zamanın içerisinde kurar. Tin “şimdi”de yaratılır, gelecek şimdiden kontrol edilebilir, fakat bu durum ne olursa olsun bizi geleceğin hayaletiyle baş başa bırakır. Bu gelecek, varlığa müdahaleden sonra, tasarlanan şeyden bambaşka bir sonuç elde etmemiz bakımından bir hayalettir. Gelecekten beklenen bu haz dolu umut, Hegel’in deyimiyle çoktan koyutlanmış ön-varsayımlardır.
Eleştirel felsefede (oldukça kabaca söylemek gerekirse) benlik, numenal şeyler tarafından etkilenip onların aktif olarak sentezlenmesiyle, uyaranları fenomenal gerçekliğe dönüştürür. Burada olumsuzlanarak ulaşılan şey numen değil, fenomendir, fakat yine de numene sadece negatif bir göndermede bulunabiliriz ve ona olumsuzlama olarak (yani Fenomen olarak) ulaşabiliriz. Žižek, burada yüzünü çoğunlukla Kant ve Hegel arasında bir köprü kuruyormuş gibi (ona göre yanlış) okunan Fichte’nin “ben”ine döner: Ben’in ben’e eşit olması özünde çelişkilidir. Bu çelişki ben-olmayanla dışsallaşır. Fakat bu ben-olmayan Lacancı anlamıyla Öteki’ye denk düşmez. Ben’in kendi öz-dolayımının dışında kalan bir alan, yani boşluk, hiçbir şey olmayan, koyutlanmamış, içerilmemiş olandır. Böylece bu “sınır” sayesinde (yani mutlak ben’in, ben tarafından koyutlanmasıyla ortaya çıkan “ben-olmayan” sınırlama noktası sayesinde), ne ben ne de ben olmayan olabilirim, fakat bu başarısızlık, öznelliğimin kurulması açısından yine geriye dönük şekilde başarılı olmuştur.
Žižek Hiçten Az’da bu geçişi derinlemesine inceler: “Sonlu benlik sonsuz benliği ben-değil’in ideal birliği kisvesinde koyutlar ve onunla birlikte gayribenliği aşılacak bir şey olarak koyutlar. Yani mutlak benlik gayribenlik sayesinde sınırlanır.[6] Fakat daha sonra mutlak önvarsayımın kendisi, bu koyutlamaya bağlı olarak, onun tarafından yaratılır ve mutlak önvarsayım, koyutlanmış bu ‘ben’ tarafından önvarsayılır, yani önvarsayım kendi doğurduğu süreç tarafından koyutlanır.[7] Pratikte benlik, benlik-değil’i benlik tarafından sınırlanmış olarak, teoride ise benlik kendisini benlik-değil tarafından sınırlanmış olarak koyutlar.”[8] Fakat Fichte burada özneye fazlasıyla pozitif bir değer yükler.
Ben-değil bu pozitif değer vasıtasıyla “gerçeğe” dönüşür, ama özne kendi gerçekliğini nesneye aktaracak bir pozisyonda değildir. Tam tersi, asgari bir tutarsızlık için nesnenin gerçekliğine muhtaçtır, tanımı gereği “tam-değil”dir. Kendi içinde yaşadığı başarısızlığın paradoksal sonucudur.[9] Bu bakımdan nesneyi de negatif bir unsur olarak ele almak güç hâle gelir. Žižek’e göre Lacan bu işin içerisinden şöyle sıyrılır: Fichte’nin “Anstoss”u olumsuzlamanın olumsuzlamasıdır. Yani öznenin olumsuzlanması değil, halihazırda olumsuz olan bir şeyin olumsuzlanmasıdır ve bu da bizi (Lacan’ın) “a nesnesi”ne getirir.
“Nesne a” hiçliğin pozitifleşmesinden ibarettir. Lacancı anlamıyla bu “nesne” gösterilen ile gösteren zinciri arasında bir kısa devredir; yani gösteren, gösterilenin içine kazılı şekilde tekrar zuhur eder ve “kendi sonuçlarının düzeni içerisinde anlamlandırıcı nedeni temsil eder”. Gösterenler arasındaki fark, onların arasındaki yapısal farklara dayandırılabilir ve böylece anlamlı hale gelebilir. Bu "nesne” temsil ettiği şeyin nedenini de tamamlar. Özne bir anlamda arzu nesnesini yeniden defalarca kendisi üretir ve böylece özneleşir. “Nesne a” hem erişemeyeceğimiz hem de kurtulamayacağımız bir fazlalıktır.
Zizek’e göre Bastırılan içerik bastırmadan önce var değildir. Bu özdeşlik bastırma süreci tarafından geri-dönüşlü olarak yaratılır. Bastırmayı ortadan kaldırınca bastırılan içerik de kaybolur. Burada önceden verili jesti üstenen “özne” tam da bu jest sayesinde ortaya çıkar. Bu belirlenme unsuru da çelişkiler ağının onunla etkileşim halinde bir parçasıdır. Bir anlamda hem belirleyici hem de belirleyendir (kendini belirleyecek unsuru yeniden üretir); tıpkı bizim bilinçsiz üst belirlenimimizi tekrar üretmemiz gibi. Bu gerçeklik geri dönüşlü olarak kavramla kurulur. Yani içerik olarak gerçek ve sahneye koyulduğu mesafe birbirleriyle çelişir. Kendisini karşıtına karşı koyutlar, ama karşıtıyla meydana geldikten sonra karşılaşır. Buradaki Žižekçi kıvraklık şudur: Özneleşmek, yani öznenin karşıtından meydana geldiği konum ve edimselliğe döküldüğü konum arasındaki bu mesafe edime içseldir ve onu tanımlayan yegâne konumdur. Žižek’e göre bunu yalnızca simgeselin özgöndergeselliği ile tamamlayabiliriz. Bu Hegelci mutlaklığın özgöndergelselliğinin (kendisini saptayabileceğimiz dışsal bir dayanağın olmayışı ve bütün ölçütün) içsel oluşudur.
Žižek’in diline tercüme edersek, görünen ve gerçek arasındaki boşluk bu anlamıyla idea’dır. Öz bu hareket olarak özdür, yani bağlı olduğu önvarsayımı hem onu hem de kendisini “şimdi”de yaratır. Bu jestin yansıması ise özün kendisidir. Özün bu jest haricinde kendi içinde ekstra bir jesti yoktur. Yani töz anlamını son hükümde edinir, geri-zamanlı oluşu onu tutarsızlaştırır, ama özne bu önsel varsayımına bağımlıdır. Böylece töz içselleşir ve tali bir uğrağa dönüşür. Yani tözsel önvarsayım koyutlanmış failden başka bir şey değildir.
Hegel “dolayımsız” olanı aşmaya yönelik bir sistem inşa eder. Burada dolayımlanan hareket öz tarafından içerilmez, özün ta kendisidir. Örneğin akıl momenti ampiriktir ve anlama gücünün devreye girmesidir. Fakat bu ampirik akıl soyut bir uğraktır. Yani akıl ve Tin bir anlamda karşıtlık içerisindedir. Burada aşılan her moment farklı şekilde yeniden koordine edilir. Varlıktan öz’e, öz’den de kavrama geçiş için, öz ve varlığın uzlaşısı şarttır. Bu üçünün birliği ise “Tin”dir. Bu bir öz-dolayımdır; başka şekilde söylersek, özün dolaylanarak içselleşmesidir. Öznelliğin içerisinde kurulan tözsel birlik ve Tin karşıtlardır. Fakat bu karşıtlık bizim bireyselliğimizin koşuludur. Tin ise, tinselleşmeye direnen bir bireysellikler bütünü olmak zorundadır. Burada toplumsal tözde devamlı tekrarlanacak öznel bir başarısızlık da söz konusudur.
Fakat bu başarısızlık gibi görünen “düşüş” öznelliğin kurulması açısından başarılıdır: Lacancı “Öteki” bu düşüşün yerini işgal eder, onu maddileştirir. Onun alanının işgal ettiği engel ortadan kalksa bile, ilksel olan bütünlüğün imkânsızlığıdır. Öznenin tastamam kendisiyle özdeşliği en başından yasaklıdır, imkânsızdır. Benim kendime eşit olmam, bunu gözlemleyeceğim açının ve ölçütünün çoktan içselleşmiş olması ve tözün de halihazırdaki fail olarak koyutlanması bu özdeşliği de olanaksız hale getirir.
[1] Slavoj Žižek, Kendini Tutamayan Boşluk, çev. Barış Engin Aksoy, Metis Yayınları, İstanbul, 2019, s. 136-137.
[2] Slavoj Žižek, a.g.e., s.136.
[3] Slavoj Zizek, Kaybedilmiş Davaların Savunusu Adına, çev. Cenk Özdağ, Epos Yayınları, Ankara, 2009, s. 32.
[4] A.g.e., s. 3: “IQ seviyeleri (Selsiyus ölçeğinde) vücut ısılarına yakın olanlar için Hegel.”
[5] “Dikkat: burada iki kez ‘şu an’ dedim ki bu da ‘ideolojinin öncesiz sonrasız’ olduğunun kanıtıdır.” Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev. Alp Tümertekin, İthaki Yayınları, İstanbul, 2016. s. 80.
[6] Žižek, Slavoj, Hiçten Az, çev. Erkan Ünal, Encore, İstanbul, 2015.
[7] A.g.e., s. 171.
[8] A.g.e., s. 172.
[9] A.g.e., s. 174.
Kaynaklar
Hegel, Georg Wilhelm Friedrich, Tinin Görüngübilimi, çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul, 2015.
Lacan, Jacques, Psikanalizin Dört Temel Kavramı (Seminer 11. Kitap, 1973), çev. Nilüfer Erdem, Metis, İstanbul, 2014.
Slavoj Žižek, Bedensiz Organlar, çev. Umut Yener Kara, Monokl, İstanbul, 2012.