Türkiye siyasi gündemi bir süredir muhalif agresyonu OHAL döneminde bile cüret edilemeyecek ölçüde artıracak gündemlerle dolu. Ve bu ivme son süreçte kritik sayılabilecek bir eşik atladı. Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun, gerekçesi herhangi bir HDP vekiline uyarlanabilecek olandan daha gayri meşru bir sebeple milletvekilliğinin düşürülmesi (tüm hukuki süreç tamamen Erdoğan eliyle yürümemiş olsa da Enis Berberoğlu gibi bir örnekten sonra bile AYM kararını beklememe iradesiyle bunu istediğini belli ettiler), HDP’ye kapatma davası açılması, büyük ekonomik reform vaadiyle görece siyaset dışı bir aktör gibi lanse edilen Merkez Bankası Başkanı Naci Ağbal’ın görevden alınıp yerine faize haddinden fazla pejoratif anlam yükleyen, İslâmi tezlerin yürütücüsü misyonuyla Yeni Şafak gazetesi köşe yazarı Şahap Kavcıoğlu’nun getirilmesi ve İstanbul Sözleşmesi’nden, Anayasa’nın açık hükmüne mugayir bir yöntemle ve önceden projelendirilmediğini düşündürecek şekilde gece yarısı yayımlanan bir Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’yle çıkılması ve Gezi Parkı’nın ve daha birçok tarihî yapının mülkiyetinin İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden alınıp ne idüğü belirsiz uydurulma vakıflara devredilmesi, bir gazetecilik tabiriyle gündeme bomba gibi düştü. Bu siyasi operasyonlar bir süredir otoriter baskıcılığın dozunu arttırma ve azaltma eşiğinde olduğu okunabilen[1] Erdoğan’ın tercihini hangisinden yana kullandığını da göstermiş oldu. Bu hamleleri, Erdoğan açısından ortak sayılabilecek iki temel amacı ve iki temel bedeli üzerinden yorumlamaya çalışacağım.
Amaçlarından ilki otokrasinin seviyesini artırarak demokrasi ve kurumsal yapıların kalıntılarını kazımak ve devleti salt bir baskı aygıtına dönüştürme yoluna yeni bir basamak ekleyerek iktidarda kalmak olarak özetlenebilir. Böylelikle de Bahçeli’yi ve MHP’nin ittifaktaki belirleyici pozisyonundan da güç olan partisinin Türk-İslâmcı radikal unsurlarını da memnun etmiş oldu.
İkinci muradın ise belli ezberler üzerinden yaftalayabildiği muhalif kesimlerin mücadele gücünü kırıp tahrik etmek olduğunu düşündürecek emareler ağırlıkta. Böylelikle halihazırdaki anketleri tersine çevirebilecek bir kaos ortamına zemin hazırlayıp olası direngen çıkışları devasa basın ve trol aygıtının çarklarında öğüterek ülkenin gündemini hep kazandığını düşündüğü denkleme doğru çekebilmeye çalışması oldukça olası. Yani, en başarılı uygulamasını 7 Haziran-1 Kasım seçimleri arasında görebileceğimiz güvenlik kaygısı pompalanmış toplumun devletin arkasında hizalanmasına sağlamak… Ve daha kötücül ileriki adımlar senaryosunda ise bu olası kaos ortamını kendi kitlesini harekete geçirmek ve sistemi bir çeşit faşizme dönüştürmek için kullanmayı planladığı öngörülebilir.
Fakat bu teleolojik okumayı da detaylı çalışılmış bir planın parçaları olarak görmemek gerekir. Erdoğan’ın siyasal pozisyon alışlarının bir süredir kısa erimli ve günü kurtarma amaçlı olduğunu tespit etmek zor değil. MHP, Biden etkisi, pandemi, ekonomik kriz, yavaş ama istikrarlı oy kaybı (Azerbaycan-Ermenistan Savaşı ve doğalgaz rezervi bulunması süreçlerindeki etkisi kısa erimli artışlar hariç), bürokraside tam tekmil biat istencinin yarattığı güdüklük ve yılgınlık, post-Erdoğan dönemi miras kavgası gibi yönetilmesi zor antagonist çelişkilerin ortasında iğneden ipliğe, Fatih ilçe başkanlığındaki bir sorundan en büyük uluslararası ilişkiler konularına kadar kendi karar vermek isteyen, teşkilatına “topluiğne bulsanız bana getirecekseniz” nutukları atan yalnızlaşmış bir tek adam Erdoğan aslında. Ve elinde Brütüslüğünden endişe etmediği yetenekli bir veziri dahi yok. Tüm bu kurumsallık ve yönetememe krizinin ortasında kontrolünü kaybediyor ve çevresini saran kanaat teknisyeni kliklerin önerilerinden aklına yatanları uygulamaya koruyor gözüküyor. O yüzden de bilgisayar oyunları terminolojisinden uyarlanan “tüm tuşlara basarak bölüm geçmeye çalışmak” benzetmeleri de büyük oranda haklılık içeriyor. Durumu değiştirmek için bir şeyler yapması gerektiğini biliyor ama ne yapması gerektiğini bilmiyor. Fakat ya son süreçte bastığı tuşların bedelini hafife alıyor ya da ittifak ortaklarının büyük bir restiyle karşı karşıya olduğunu düşünüyor. Her iki durumda da Erdoğan’ın kendini büyük bir çıkmaza soktuğu aşikâr.
Muhalefette HDP çatlağı yaratma stratejisi her ne kadar tutmuyor görünse ve bu saldırılardan HDP hattının Türkiye siyasetinde daha meşru bir özne olarak çıkması daha olasıysa da iktidarın el arttırma hamlelerini nasıl kurgulayacağının öngörülemezliği nedeniyle bu konunun Erdoğan’ın planlarına ne ölçüde hizmet edebileceği hâlâ belirsizliğini koruyor. Fakat HDP’yi kapatsa dahi bu yeni durumun demokratik siyasetten umudu kesmenin gerekliliğini savunan hareket içindeki marjinal unsurları tahrik etmesi umudu haricinde hangi yarasına derman olacağı da muallakta. Hatta mevcut durumda HDP’nin kurumsal imajı yüzünden tüm muhalefetin bir araya gelebileceği asgari müştereklerde ortaklaşılan bir demokrasi ittifakı kurulamazken, stratejik oy verme alışkanlıkları gelişmiş bir seçmen kitlesine sahip HDP’nin ortak muhalefete seçmen kitlesini taşıyabileceği bir senaryonun da önünü açacak olabilir bu hamle. Ayrıca elinde ezberi en kolay ve (maalesef ki) kitlesel inandırıcılığı en yüksek kozu olan “HDPKK” ile işbirliği yapma suçlamasını da büyük oranda kaybetmesi çok olası. Sonuçta partiye bela okumakla seçmene bela okumak arasında büyük bir toplumsal meşruiyet farkı var.
İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması ve Merkez Bankası başkanı değiştirmenin oyuncak edilmesinin sonuçları ise daha doğrudan olacaktır.
Her ne kadar toplumsal cinsiyet ilişkileri çok sorunlu ve her çeşit şiddetin meşrulaştırılma oranı medeni toplumların çok üstünde olsa da kadının kamusal hayatta rol almasının ekseri destek gördüğü ve aslında ataerki mantığının içinde de erkeğe kadının korunması görevi verilmesiyle beslenen bir kadına şiddet duyarlılığı var toplumun. Ve bu süreçle ilgili; “İstanbul Sözleşmesi, Türkiye’nin toplumsal ve ailevi değerleriyle bağdaşmayan eşcinselliği normalleştirmeye çalışan bir kesim tarafından manipüle edilmiştir”[2] gibi mazeret tonunda konuşan, zorlama bir cümleye sığan bir gerekçeden de ötesi yok AKP’nin elinde. Toplumsal cinsiyet temelli şiddetin bu denli gündem olduğu bir ortamda bu kadar desteksiz bir gerekçeyle kadına şiddet gündemine dair hoşgörücü ve savsaklayıcı bir imaj çizmesinin de büyük bir inandırıcılık krizi yarattığı aşikâr. Zaten karar sonrası “morardınız mı” tarzı çıkışlara sahip rövanşist ve iğreti bir kesimin dışında bu kararın kendi tabanında yaygın ve coşkun bir sevinçle karşılanmadığı da görülüyor (ayrıca Cumhur İttifakı içinde fikir beyan edenlerin yanında beyan etmekten geri duranların da şeceresi görece kabarık) ve artık bundan sonraki her kadına şiddet haberi “koruyamıyorsunuz” tarzı bir yeteneksizlik vurgusundan “korumak istemiyorsunuz” tarzı bir suçlamaya dönüşerek AKP’nin aleyhine daha şiddetli yazılacaktır.
İstanbul Sözleşmesi’nin daha uzun erimli bu sonuçları yanında Merkez Bankası başkanı değişikliğinin sonuçları daha da doğrudan oldu. Diğer aktüel gelişmelerin de tetiklediği döviz kuru yükselişi, Erdoğan’ın en yumuşak karnı olan ekonomide deprem etkisi yarattı. İrrasyonelliği baskı ve ideolojik maskelemeyle örtmenin en az mümkün olduğu ve sayıların mantığının evrenselliğine karşı çıkmanın imkânsız olduğu ekonomik göstergelere karşı kabak tadı veren “dış güçler” bahanesi ve “dinî zühd” tavsiyesi dışında bir enstrüman da bulamadı haliyle.
Tüm bu gelişmelerin ortak yönlerine bakılınca Erdoğan’ın ödemesi gereken birinci büyük bedelin kendini merkez sağ seçmenden uzaklaştırma ivmesini arttırmış olduğu söylenebilir. Erdoğan bu hamlelerle küskün ve kararsız seçmeni değil, zaten halihazırdaki muzaffer kliklerin doymak bilmez iştahlarını beslemiş oldu yalnızca. Tam tersinden muhalif cepheyi ise dağıtamayarak bilakis “ya hep beraber ya hiçbirimiz” hissiyatında daha fazla birleştirdi. Ve nihayetinde halk nezdinde Başkanlık Sistemi eleştirilerini önemli oranda güçlendirdi.
İkinci ve belki de daha yıkıcı olan diğer ortak bedeli ise, Cumhur İttifakı’nın söylem üretme mertebesindeki tüm özneleri için, siyasetin sadece amacı kendinden menkul bir alavereye dönüşme handikabı olarak tarif edebilirim. Dün dediğiyle bugün dediği ve dediğiyle yaptığı arasındaki uçurum en yandaş unsurları dışında propagandalaştırılabilecek geniş katılımlı bir söylem sunmuyor tabanına. İlkesiz saldırganlığını büyük oranda güçten alınan hazla tahkim edebiliyor ancak. Ve bu yüzden de süslü medeniyet tasavvuru betimlemelerine ve geniş bir tarih kullanımına rağmen kendi hareketini sözsüz ve tarihsiz bırakıyor. Giderek daha fazla kendi kendini tenkit eden söylemsel bir kördüğüme sokuyor siyasetini. Bu son politik operasyonlarla birlikte de üzerine bina olduğu zemini çürütmeye, hatta bindiği dalları kesmeye devam ediyor.
İsmi AKP’yi rahatsız eden “çıplak arama” ve Uygur Türkleri meselelerini gündeme getirmesiyle ön plana çıkan ve İslâmcı camiada tanınan Gergerlioğlu’nu terörist sepetine atıp abdest alırken yaka paça meclisten çıkarmasıyla, parti kapatmalar çağının sonunun geldiğini muştalayan nutuklarına rağmen[3] HDP’yi kapatmaya niyet etmesiyle, İstanbul Sözleşmesi’ni uluslararası bir başarı hikâyesi olarak aktarmasına ve süreç içinde anlaşma hükümlerinde bir değişiklik olmamasına rağmen irticai yapay bir gündemle sözleşmeden çekilmesiyle ve yaklaşık dört ay önce yine kendi atadığı Merkez Bankası başkanını görevden alıp zaten ağır aksak ilerleyen ekonomiye büyük bir darbe vurmasıyla bu çelişkiler yumağına esaslı bir düğüm daha atmış oldu Erdoğan. Fakat bu çelişkilerin Erdoğan aleyhine ne denli kritik sonuçlar doğuracağını belirleyecek en önemli faktör de muhalefetin azmi, stratejik zekâsı ve yaratıcılığı olacaktır.
AKP tarz-ı siyasetinin muhalif unsurları yaftalayıp retorik hileleriyle itibarsızlaştırması yöntemini etkisiz kılmak için muhalefetin “Erdoğan-Erdoğan’a karşı” tarzı cevaplar üretmesi, bunu da politik kampanyalar şeklinde örgütleyebilmesi bu süreçte daha önemli hale gelecektir. Ve böylelikle muhalefet de bu keyfîliğin antitezi olarak kuruculuğunu söz ve ilkenin üstünlüğü üzerine bina edeceği bir alanı genişletebilir. Muhalefet açısından her ne kadar siyasal aksiyon imkânı oldukça daraltılmış olsa da Erdoğan’a radikalleştiği oranda kaybettiğinin gösterilmesi ve siyasal operasyon ufkuna MHP’nin boyut atlatmasının engellenmesi şart. Muhalefet ancak böylelikle Erdoğan’ın hâlâ görece politik meşruiyeti varken siyaset alanında muhalefette de olsa kalabilmeyi ve enkaz devrettiği bir siyasal atmosferde yoluna küçülerek de olsa devam etmeyi hesaba katmasını sağlayabilir. İnsanlık tarihinin siyaset alanında normlaştırdığı bütün kapsayıcı kavramların temeli olan söz ve ilkeyi hakim kılmak, AKP gibi büyük oranda siyasi rantiyeye dönüşmüş bir partiye karşı ittifakın en temel düsturu olacaktır.
[1] Partideki İstanbul Sözleşmesi ve HDP’nin kapatılması konusundaki tartışmaları ve İnsan Hakları Eylem Planı çıkışını bu bağlamda örnek verebiliriz: “AKP içinde İstanbul Sözleşmesi çatlağı büyüyor”, Cumhuriyet, 2 Ağustos 2020, https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/akp-icinde-istanbul-sozlesmesi-catlagi-buyuyor-1755590; “Cahit Özkan dün ‘Kapatacağız’ dedi bugün ‘Sandığa gömeceğiz’, Cumhuriyet, 3 Mart 2021, https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/cahit-ozkan-dun-kapatacagiz-dedi-bugun-sandiga-gomecegiz-1817881
[2] “Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden Çekilmesine İlişkin Açıklama”, https://www.iletisim.gov.tr/turkce/haberler/detay/turkiyenin-istanbul-sozlesmesinden-cekilmesine-iliskin-aciklama, 21 Mart 2021.
[3] “Erdoğan - Parti Kapatma”, https://www.dailymotion.com/video/x2j4tk1