AKP’nin İkili Devleti

Türkiye’nin gündeminde yılbaşından beri, Cumhurbaşkanı tarafından Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan rektöre dair tartışma yer aldı. Bu dönemde otoriter iktidara karşı oluşan hava gençlik hareketleri ve üniversite örgütlerinin yanı sıra, Türkiye’nin en güçlü örgütlü kuvvetleri arasında yer alan kadın ve LGBTİ+ örgütlerinin de eylemsellik açısından bir ivme yakalamasına neden oldu. Akademik özgürlüğü, üniversite özerkliğini savunan binlerce gencin çeşitli protestolarına yapılan polis müdahalelerinin ardından yüzlerce gözaltı gerçekleştirildi ve gözaltına alınanların birçoğu hakkında adli kontrol, ev hapsi, tutuklama gibi adli tedbir kararları alındı. Ardından 8 Mart haftasının gelmesiyle kadın ve LGBTİ+ hareketleri de düzenledikleri eylemlerin sonucunda benzer bir akıbete uğradı. Ayrıca mart ayının ortasında HDP hakkında kapatma davası açıldı, yüzlerce partili için siyaset yasağı talep edildi, milletvekilleri hakkında fezlekeler hazırlandı ve son dönemde gözaltındaki işkence iddialarını gündeme getiren İzmit Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun vekilliği düşürüldü.

İktidarın egemenlik alametlerinin ve ideolojisinin doğrudan karşısında konumlanan gençliğin, kadın hareketlerinin ve LGBTİ+’ların protestolarına karşı uygulanan tedbirler ve yaptırımlar elbette yıllardır alışık olduğumuz bir devlet refleksine işaret ediyordu. Ancak bu dönemde herhangi bir kanunda yer almayan hukuksuz kolluk tedbirlerinin de yaygınlaştığına tanık olduk. Bu makalede iktidarın artan bir şekilde hukuki dayanağı olmayan önlemleri almasının nedenini incelemeye çalışacağım.

Hukuki dayanağı olmayan önlemleri incelerken ikili devlet kavramını anlamanın faydalı olacağını düşünüyorum. Ernst Fraenkel, nasyonel sosyalist iktidarın yükseliş döneminde hukukun rolünü anlattığı İkili Devlet: Diktatörlük Teorisine Bir Katkı adlı eserinde, “Norm devleti” ve “Önlem devleti” olarak iki farklı hükümet sistemi bulunduğunu anlatır. Norm devletini “Yürütmenin yasalar, mahkeme kararları ve idari işlemlerinde ifadesini bulduğu şekliyle hukuk düzenini ayakta tutmaya dönük geniş egemenlik salahiyetleriyle donatılmış hükümet sistemi” olarak tanımlayan Fraenkel, önlem devletini ise “Hukuki güvencelerle sınırlanmamış kısıtsız keyfilik ve şiddetin egemen olduğu sistem” olarak tanımlar.[i] Yazar, bu iki sistemin aslında birbirini tamamlamayan ancak birbiriyle rekabet eden egemenlik sistemleri olduğunu savunur.[ii] İşte devletin içinde bulunan sistemsel bu rekabet onun İkili Devlet olarak tanımlanmasına sebep olur. Önlem devleti güçlendikçe, norm devletinin görevi Murat Sevinç’in Fraenkel’in kitabı üzerine kaleme aldığı köşe yazısında betimlediği gibi “işi kitabına uydurma”ya[iii] indirgenecektir. İşi kitabına uydurmak gerekip gerekmediğine siyasi iktidar, konunun kendi iktidarını sürdürmek için önemine, aciliyetine ve toplumdaki çıktısına bakarak karar verecektir.

Önlem devletinin nasıl ortaya çıkabileceğini anlamak için nasyonel sosyalizmin fikir önderlerinden Carl Schmitt’in “olağanüstü hal” kavramına değinmek gerekmektedir. Schmitt’e göre, “(Olağanüstü hal halinde) Bir hukuk düzeni değilse de, hukuki anlamda bir düzen mevcuttur. Burada devletin varlığı, hukuki normun geçerliliği karşısında tartışmasız üstünlüğünü kanıtlar”.[iv] İşte olağanüstü halin ortaya çıkışı tam da devlete yönelen bir tehdit halinde “devletin varlığı” veyahut Türkiye siyasetindeki tanımlamasıyla “devletin bekası” sorununun ortaya çıkışıyla ya da bunun iddiasıyla mümkün olabilir. Schmitt, egemenliğin alametifarikasının “olağanüstü hale karar vermek” olduğunu söyler, öyle ki “Olağanüstü hal devlet otoritesinin özünü en iyi şekilde ortaya koyar. Burada karar hukuki normdan ayrılır ve otorite hukuk üretmek için haklı olmak gerekmediğini kanıtlar,”[v] diyerek olağanüstü hal durumunda hukuk devletinden bahsedilemeyeceğini ilan eder.

Burada belirtmek gerekiyor ki, olağanüstü hal kavramının günümüz anayasalarında düzenlenmiş haliyle Carl Schmitt’in kastettiği anlamı tam olarak aynı değildir. Günümüzde pek çok coğrafyada uygulanan olağanüstü hal uygulaması, sınırları kanunlarca çizildiğinden aslında Schmitt’in kastettiğinden dar bir tanımla hukuk düzeninin ve kanuni sınırlamaların içerisinde yer alan bir uygulamadır. Ancak Schmitt’in anlattığı olağanüstü hal, otoriter iktidarlarca olağan halin içine serpiştirilmiş önlem devleti uygulamalarıyla kullanılmakta ve süreklileştirilmektedir. Yine de bütün otoriter coğrafyalarda olduğu gibi Türkiye örneğinde de yasal olarak düzenlenmiş olağanüstü hal rejiminin, önlem devleti uygulamalarının meşruiyetini yaratmada önemli bir yer kapladığını görmekteyiz.

Kanuni olarak olağanüstü hal ilan etme yetkisi aslında 19. ve 20. yüzyıl monarşilerinin etkisiyle anayasal düzenin tehlikede olduğu hallerde egemenliğin alametlerinden biri olarak yürütmeye tanınmıştır. Olağanüstü halde yürütme, vatandaşlarının hak ve özgürlüklerini olağan zamandan daha yoğun olarak sınırlandırabileceği gibi birçok tedbiri yasama organına ihtiyaç duymadan da alabilir. Ancak olağanüstü hal ilanını gerektiren sebeplerin varlığına ve ilanın ardından yürütme tarafından uygulanacak önlemlere dair denetleme için pek çok ülkenin yargı organları (özellikle Anayasa Mahkemeleri) kendilerini “hukuki denetleme” yapma yetkisine sahip görmüşlerdir.

Türkiye’de 1982 Anayasası’nın 148. maddesiyle, yürütme organının olağanüstü hal düzenlemeleri olan OHAL Kanun Hükmünde Kararnameleri’nin Anayasa Mahkemesi tarafından esas ve şekil bakımından denetimi yolu kapatılmıştır. Buna rağmen Anayasa Mahkemesi 1991 tarihli iki kararında mahkemenin önüne gelen metnin adıyla bağlı olmayarak, olağanüstü halin getirdiği uygulamaları, olağanüstü halin amacı kapsamında hukuken denetleyebileceği yönünde bir içtihat oluşturmuştur.[vi] 2016 yılında ise Anayasa Mahkemesi bu içtihadından vazgeçerek hiçbir şart altında olağanüstü hal uygulamalarını inceleyemeyeceğini belirtmiştir. Bu kararla birlikte, Schmitt’in bahsettiği norm düzeninin dışında, egemenin saf otoritesinin hakim olduğu olağanüstü hal rejimine geçilmiş, önlem devleti ikili devlet yapısında norm devletine karşı hızlıca güçlenmeye başlamıştır. Önlem devletine geçiş siyasi bir karar olduğundan, olağanüstü halin kaldırılmasının ardından hukuk düzeninin yeniden tesisi, siyasi saiklar değişmediği sürece önlem devletinin norm devleti karşısında güçlenmesini engelleyemez. Türkiye’de önlem devletinin genişlemesi olağanüstü halin kaldırılmasının ardından da devam etmiş, yürütmeyi güçlendiren anayasa değişikliğiyle süreç taçlandırılmıştır.  Öyle ki Türkiye’de AKP iktidarının ilk yıllarında konu sivil toplum olunca ürkek bir şekilde yapılan önlem devleti uygulamaları artık günlük hayatımızın bir parçası olarak karşımıza çıkmaktadır.

Tabii ki, mahkemelerin bu duruma izin vermesinde bütün diğer nedenlerden azade olarak konjonktürel kaygılar çok büyük öneme sahiptir. Almanya örneğinde olağanüstü hal durumu, yani devletin varlığının tehlikede olması durumu I. Dünya Savaşı sonrası ekonomik durgunluk döneminde Almanya’da sosyalizmin yükseldiği bir döneme denk gelmiş, Alman Milli iktisadiyatı devletin varlığını tehlikeye atan dış düşmanların yanında, iç düşman olarak da Yahudileri ve komünistleri seçmiştir. Ancak devletin önlem devletinin kimliğini benimsemesi ancak “Reichstag Yangını” sonrasında ortaya çıkan kaos atmosferinde mümkün olabilmiştir. Reichstag Yangını Kararnamesi olarak da bilinen 1933 tarihli “Milletin ve Devletin Korunmasına Dair Olağanüstü Hal Kararnamesi” bu doğrultuda, Nasyonal Sosyalist Almanya’nın keyfî uygulamalarının gayri resmî anayasası olma hüviyetini taşımıştır.[vii] Bu noktada meşruiyeti güçlenen önlem devletinin marifetlerine, Nasyonal Sosyalist Parti’nin sıfır işsizlik politikası ve bunu sağlayacak savaş ekonomisini kurarken karşısına çıkabilecek muhalefeti bastırmak için ihtiyacı olduğunu da belirtmek gerekiyor.

Türkiye örneğinde ise iç düşman algısı her dönem norm devletinin sınırlarını zorlamış ve önlem devleti uygulamalarının yeşermesine imkân vermiştir. 2000 öncesinde Türkiye’de önlem devleti uygulamaları genel olarak kamuoyunda bilinen ismiyle “Derin Devlet” yapılanmasına havale edilmiştir. Bu açıdan Derin Devlet, dünyadaki örneklerinde olduğu gibi, Türkiye örneğinde de asgari demokrasinin ve hukuk devletinin bulunduğu, devletin yasalara tabi olduğu yerlerde devletin “beka koruyan” illegal operasyonları için kullanılan bir aygıt olarak görülebilir. Ancak 2000’li yılların getirdiği ve AB’ye girme hedefinin de verdiği rüzgârla Türkiye’de önlem devleti geri çekilmiş, norm devletinin en azından görünürde kuvvetlenmesi amaçlanmıştır.

Yine de bu durum uzun vadeli olmamış, derin devlet uygulamalarının sorumlusu olarak gösterilen “devletin askerî ve bürokratik çekirdeğini”, iktidarının ilk yıllarında tasfiye etme başarısını göstererek yönetimi ele geçiren AKP, önlem devletinin araçlarına da sahip olmuş, ardından özellikle 2016’daki darbe girişiminin ardından önlem devletinin keyfî uygulamalarını devlet kurumlarının geneline yayma imkânı bulmuştur. Bu noktadan sonra Gülen Cemaati ve Kürt hareketiyle olan çatışma hali ve Avrupa Birliği ile gerginleşen ilişkiler sonucunda uluslararası finans çevrelerinin açık desteğini kaybeden AKP iktidarının, dünyada küresel kapitalizmin içerisine girdiği krizle birleşerek kötüye giden ekonomik parametrelerin etkisi altında ekonomik hedeflerini gerçekleştirmek için norm devletini gerileterek önlem devletine daha sıkı sarılmaktan başka bir çaresi kalmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak bunun Türkiye’nin geçmişindeki önlem devleti öğelerinden farkı, artık önlem devleti uygulamalarının “derin devlet” ve benzeri isimler altında gizlenmek zorunda hissedilmemesidir. Bugün bizzat kolluk kuvvetleri tarafından alınan hukuksuz önlemler haricinde çeşitli mafya patronlarının iktidar bloku tarafından çekincesiz bir şekilde desteklenmesi, Derin Devlet’in eski yetkililerinin kendilerine bu blokta kanaat önderi olarak yer bulabilmesi de bu durumu kanıtlamaktadır.

Bugün gelinen noktada Türkiye önlem devletinin tipik özelliklerini yansıtmaktadır. Önlem devletinin varlığını anlamanın en iyi yollarından biri de mahkeme kararlarını incelemektir. Temel hak ve özgürlükler ile Anayasa’da düzenlenmiş hukuki güvenceler “terörle mücadele” adı altında muhalefetin en sert şekilde bastırılması amacı doğrultusunda mahkemeler tarafından göz ardı edilebilmektedir. Anayasa tarafından kararları yasama, yürütme, yargı organları ile bütün gerçek ve tüzel kişileri bağladığı belirtilen merci olan Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına siyasi iktidarın onaylamadığı hallerde uyulmamakta, daha da ötesinde, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi kararları, devlet tarafından bağlayıcı olarak tanınmış olmasına rağmen siyasi makamların aksini istemesi halinde uygulanmamaktadır. Yürürlükteki hukukun siyasi olaylar ışığında uygulanmamasının başka örnekleri de kendisini bazı savcı iddianamelerinde ve mahkeme kararlarında göstermektedir. Öyle ki iddianamelerde ve karar gerekçelerinde dinî kitaplara atıf vermek giderek daha fazla karşılaşılan bir usul olmuştur.[viii]

Mahkeme kararlarının haricinde önlem devletinin varlığını gösteren diğer göstergeleri elbette kolluk kuvvetlerinin fiillerinde aramak gerekir. Kanunun belirlediği geniş sınırların da dışına çıkarak yapılan müdahaleler, aramalar, gözaltı sonrası insan hakları ihlalleri, sorumlu memurların cezalandırılmaması gibi uygulamalar bu duruma örnek verilebilir. Ayrıca son dönemde rastladığımız “ailelerin aranarak eylemlere katılan çocukları hakkında uyarılması” da tamamen hukuksuz bir önlem devleti yöntemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu noktada bazı kolluk görevlileri, halihazırda “suç” olarak tanımlanmış bir hareketi gerçekleştirdiğinden şüphelenilen gençleri düşünerek onları “masumca” uyarmamakta, aksine Anayasa tarafından güvence altına alınmış demokratik haklarını kullanan gençlerin ailelerini “çocuğunuzun geleceği yanmasın” gibi cümlelerle aslında tehdit etmektedirler.  Bu noktada aile de halihazırda iktidarın bir ideolojik aygıtı olmanın yanı sıra bir baskı aygıtına dönüştürülmeye çalışılmaktadır.

Konumuz gereği norm devletiyle önlem devleti arasındaki sınırın nerede çekildiği önem taşımaktadır. Fraenkel, Nasyonal Sosyalistlerin hukuk danışmanı Dr. Best’in Nasyonal Sosyalist Almanya döneminde bu soruya şöyle cevap verdiğini belirtiyor: “Best’e göre müstakbel davranışıyla ilgili norm koyan kendini kısıtlayış, Best’e bakılırsa milletin bütün olumlu, yapıcı kuvvetleri için uygundur. Bu kuvvetler olabildiğince verimli bir etkide bulunabilmek için devletin eylemini olabildiğince geniş açıdan öngörebilmelidirler.”[ix] Yani milletin olumlu, yapıcı kuvvetlerinin öngörebileceği bir hukuk düzeni Nasyonal Sosyalist devlette de hâlâ bir ihtiyaç olarak bulunmaktadır. Burada aklımıza gelen soru, bu olumlu, yapıcı kuvvetlerin kimler olduğudur. İşte buna karar verirken Alman İktisadiyatı, ari ırktan olmayanları ve komünistleri olumlu yapıcı kuvvetlerin dışında tutmuş, bunları norm devletinin korumasından yoksun bırakarak önlem devletinin yaptırımlarını kullanmıştır. Ari ırktan olanlar için ise her olay özelinde inceleme yapılacak ve norm devletinin nimetlerinden faydalanıp faydalanamayacağı tespit edilecektir.[x]

Türkiye örneğinde de benzer bir ayrım muhalifler için yaratılmıştır. Gerek hukuki, gerek ekonomik, gerekse sosyal alanda norm devletinin getirilerinden sadece milletin yapıcı kuvvetleri yararlanabilmektedir. Alman olumlu, yapıcı kuvvetlerini “Arilik ve özel girişimcilik” üzerinden tanımlarsak, Türkiye örneğinde de makbul, olumlu yapıcı kuvvetleri “Müslümanlık, Türklük ve özel girişimcilik” üzerinden tanımlayabiliriz. Bu tanımın ve kişiye göre değişen muamelenin temelinde önlem devletinin kurucu unsurlarından biri olan cemaatçi doğal hukuk anlayışı yatmaktadır.

Fraenkel’e göre, “önlem devletinin alamet-i farikası hukuk bütünlüğünün tamamen ilgasıdır”. Hukuk bütünlüğü ilkesi Alman hukukçu Gustav Radbruch tarafından ihdas edilmiş ve rasyonel doğal hukuka dayandırılmıştır. Özetle, “bir iktidar sahibi bir defa ilan etmiş olduğu yasaya keyfi bir biçimde aykırı davranamaz”. Yani egemenin, sırf egemen olduğu için yasama üzerinde sahip olduğu güç aslında doğal hukuk tarafından sınırlanmıştır.[xi] Bir başka deyişle, devlet, yasa koyucu da dahil olmak üzere bütün vatandaşlarını aynı hukuk normlarına tabi tutacaktır. Avrupa coğrafyasında, önce Stoacıların etkisiyle yayılan, ardından M.S. 4. yüzyıldan itibaren Hıristiyan öğretinin etkisinde genişleyen doğal hukuk öğretisine göre Kral’ın iradesi yasa gücünde olmakla beraber sınırsız değildir. Kral tanrının ve doğanın yasasına bağlıdır.[xii] Yüzyıllar içerisinde ilerleyen laikleşme hareketleri, aydınlanma ve doğa bilimlerinde yaşanan gelişmeler, her dönem doğa bilimsel düşünceden temel alan doğal hukukun da bu doğrultuda değişmesine ve devletin meşruiyetini gökyüzünden yeryüzüne indirmeyi başarmıştır. Artık ona yeryüzünden bir meşruiyet bulmak gerekmektedir. Bu meşruiyet bulma çabası, özellikle Aydınlanma ile birlikte geliştirilen laik devlet teorileri ile sonuçlanmıştır. Hitler ve Nasyonal Sosyalistler de bu gelişmelerin ışığında, kendi ideolojik perspektifleri ve siyasi programları doğrultusunda, dinsel temelli bir meşruiyeti reddederek ırkçı görüşlerini temellendirdikleri ve yine ondan türettikleri, biyolojiye dayanan cemaatçi doğal hukuk teorisi ile aynı zamanda hem rasyonel doğal hukuk mirasını reddetmişler, hem de hukuki belirliliğin bir özelliği olarak norma dayanan pozitivizmin ve onun sonucu olan normlar hiyerarşisinin dışına çıkabilmişlerdir.

Cemaatçi doğal hukuk öğretisi, Fraenkel’in tanımıyla “tekil bireyler arasında cemaat üyelerinin özsel iradesinden doğan ve ona tekabül eden doğal içgüdülere dayanan ahenkli bir düzenin olduğunu” savunur. “Hukuku, tutunumunu hukuki olmayan güçlerle sağlayan ve onu ayakta tutan cemaatin yalnızca bir ifade biçimi olarak görür. Hukukun en fazla pekiştirici bir işlevi olabilir. Mekanla, zamanla ve belirli bir kişi çevresiyle sınırlıdır.”[xiii] Yani şartlara göre değişkenlik gösterir. Bu anlatılanlar, tam olarak önlem devletinin aradığı meşruiyeti ona sağlar, devletin bekası için değişen şartlara göre yazılı olmayan bir adalet inancına dayanan bir doğal hukukun varlığı ve bunun egemenlerce keyfî olarak da olsa uygulanabileceğine dair düşünce.

“Cemaatçi doğal hukukun varoluşunu borçlu olduğu cemaat bilinci, ancak öteki cemaatlerle ayrışma sürecinde meydana çıkar.”[xiv] Yani bu görüşün benimsenmesi, doğrudan bir düşman yaratma ihtiyacını ortaya çıkarır. Cemaatçi doğal hukuk düşüncesi, ülke sınırları dışındakilere karşı milleti (volk) bir bütün olarak gösterirken, kendi içerisinde de cemaatsel bir örgütlenme yaratarak “iç düşmanları” tasfiye etme çabasındadır. Bu Alman örneğinde özellikle I. Dünya Savaşı’ndan kârlı çıkmış yabancı ülkelere ve içerde başta Yahudi ve komünistlere karşı gelişen nefretin nedenini oluşturmaktadır.

Türkiye örneğinde de Radbruch’un hukuk bütünlüğü ilkesinin açıkça ilgasını görüyoruz. Geldiğimiz noktada, siyasi iktidarın en ufak bir yerinden tutabilmiş kimselerin toplumun geri kalanından farklı olarak cezasızlıkla korunduğunu görebiliyoruz. Rabia Naz’ın ölümündeki cinayet şüphesini kimler örtbas etmeye çalışıyor, Nadira Kadirova’ya ne oldu bilmiyoruz. Toplumun geniş kesimlerinin sağlık açısından ve ekonomik olarak etkilendiği pandemi döneminde sokağa çıkma yasakları, toplanmaların kısıtlanması gibi önlemler hastalığın bulaşmasının önlenmesi gerekçesiyle alınsa da, rektör atamasının ardından Boğaziçi öğrencilerinin protesto için toplanacaklarını duyurdukları ilçelerde eylem yasağı ilan edilerek sokaklar polis ablukasına alınırken ve toplaşanlara polis müdahale ederken, aynı zamanda Beyazıt’ta İstanbul Üniversitesi önünde karşıt görüşteki kişilerin protesto yapabiliyor olması veyahut iktidar partisinin bütün pandemi kurallarını ihlal ederek kongre salonlarını doldurması, hukuk kurallarının toplumun bir kesimi tarafından siyasi iktidarın oluruyla açıkça ihlal edildiğini göstermektedir.

Türkiye’de cemaatçi doğal hukukun, “cemaatçi” özelliğinin sembolik yansımasını ise devletin eski organlarının yağmalanması veyahut ele geçirilmesinin ardından inşa edilen “Yeni Türkiye” söyleminde buluyoruz. Zira bu “Yeni Türkiye” ile “Eski Türkiye”nin vatandaşlarının aynı kişiler olmadığını görüyoruz. Eski Türkiye’nin yaşam tarzını devam ettiren veyahut Yeni Türkiye projesinin karşısında olan herkesin makbul olmayan vatandaş ilan edilerek cemaatten dışarı itildiğini, önlem devletinin uygulamalarıyla baş başa bırakıldığını görüyoruz. Cemaatten olanların ise önlem devleti uygulamalarıyla karşılaşmak bir kenara dursun, norm devletinin yasakladığı uygulamalara dahi uymama hakkına sahip olduğunu görüyoruz.

İşte şu an Türkiye’de yüz yüze kaldığımız gerçeklik budur: Devlet, önlem devletini önceleyen ikili karakteriyle karşımızda durmaktadır. Siyasetin kapsama alanına giren her konuda norm devleti, önlem devletinin kitabına uydurulmasında bir araç olarak kullanılmakta ve yahut bu araçlık vasfına dahi ihtiyaç duyulmamaktadır. Bir şeyin siyasetin kapsama alanına girmesi, yani “siyasi olan” olarak nitelenmesi ise siyasi iktidar tarafından belirlenmektedir. Geçmişte tartışma konusu dahi olmayan pek çok hayat pratiğinin bugün siyasi tartışmalarda yer edinmesi sebepsiz değildir. Aynı şekilde, hukuksal ve yahut kurumsal pratiklerin, son derece siyasal saikları olmasına rağmen, siyasi alan dışına çıkartılarak eleştiriden ve muhalefetten azade tutulmaya çalışılması da siyasi iktidarın benzer bir refleksine işaret etmektedir.

Niteliğini özetlediğimiz siyasi iktidara karşı bir siyasetin örülebilmesi için ne ile karşı karşıya olunduğunun tespiti ve kabulü gerekmektedir. Aksi takdirde bilindik ezberler üzerinden örülecek bir direniş siyaseti kaybetmeye mahkûm olacaktır. Fırat Çoban’ın Foucault’tan isabetle aktardığı üzere: “İktidar doğası gereği ilişkiseldir; direniş olmaksızın düşünülemez: dönüştürürken, dönüşür. Bu dönüşüm, iktidar için düzenleyici pratik öncesi başlar; başarılı olmak için eylenilecek alanın mantığına göre eylem-öncesi biçimlenir. Yani alanın mantığı, henüz iktidarla yüzleşmeden ona kendini bir şekilde dayatır, sınır çizer.”[xv] Yani ancak alanı biçimlendirmeye talip olarak, buna cüret ederek iktidarın gücü kırılabilir, önlem devletine karşı mücadele edilebilir.     


[i] Fraenkel, E., İkili Devlet Diktatörlük Teorisine Bir Katkı, çev. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, İstanbul, 2020, s. 27.

[ii] Fraenkel, E., a.g.e., s. 99.

[iii] Sevinç M., “Yasama, Yürütme, Yargı = Führer”, Gazete Duvar, 25 Haziran 2020, https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/06/25/yasama-yurutme-yargifuhrer

[iv] Schmitt, C., Siyasi İlahiyat: Egemenlik Kuramı Üzerine Dört Bölüm, çev. A. Emre Zeybekoğlu, Dost Kitabevi, İstanbul, 2020, s. 19.

[v] Schmitt, C., a.g.e., s. 21.

[vi] 10.1.1991 tarih ve E:1990/25, K:1991/1 Sayılı Karar; 03.7.1991 tarih ve E.1991/6, K.1991/20 Sayılı Karar.

[vii] Fraenkel, E., a.g.e., s. 35.

[viii] Örnek olarak bkz. https://onedio.com/haber/mahkeme-gerekcesinde-kur-an-a-atif-yapti-uskudar-da-kilisenin-hacini-kiran-saniga-hapis-912900. Ayrıca bkz. https://www.evrensel.net/haber/428331/bogazici-davasi-mahkeme-tutuklu-ogrenciler-dogu-ve-selonun-tahliyesine-karar-verdi

[ix] Fraenkel, E., a.g.e., s. 122.

[x] Fraenkel, E., a.g.e., s. 123.

[xi] Fraenkel, E., a.g.e., s. 177. Kitabın yazıldığı tarih olan 1938’de Radbruch’un II. Dünya Savaşı ardından şekillendirdiği “Radbruch formülü” henüz ortaya konmadığından, Radbruch’un ilk dönem fikirlerinden yararlanılmıştır.

[xii] Fraenkel, E., a.g.e., s. 186.

[xiii] Fraenkel, E., a.g.e., s. 216.

[xiv] Fraenkel, E., a.g.e., s. 216.

[xv] Çoban, F., “Umutsuzluk Fabrikalarına Karşı İktidarı İlişkisel Düşünmenin İmkânları”, Birikim Güncel, 9 Ocak 2021, https://birikimdergisi.com/guncel/10425/umutsuzluk-fabrikalarina-karsi-iktidari-iliskisel-dusunmenin-imkanlari