1 Ocak gecesi Resmî Gazete’de yayımlanan kararla Prof. Melih Bulu’nun cumhurbaşkanı tarafından Boğaziçi Üniversitesi’nin yeni rektörü olarak atandığını öğrendik. Niyetim bu atamanın nedenlerini, cumhurbaşkanının neden dışarıdan birini tercih ettiğini ya da Melih Bulu’nun rektörlük liyakatine sahip olup olmadığını tartışmak değil. Bu yazı esas olarak, atama kararına karşı çeşitli girişimlerde bulunan kurum bileşenlerine karşı gösterilen tepkilerle ilgileniyor. “Burası Türkiye, siz nerede yaşıyorsunuz” ve türevi tepkiler yaratacağı olası sonuçlar bakımından oldukça tehlikeli bir yerde duruyor. İktidarın ilişkiselliğini göz ardı eden bu söylemler, mevcut direnişlerin gücünü kırarak ve ilişkiyi bir iktidar ilişkisinden çıkararak tahakküme dönüştürme riskini barındırıyor.
Foucault’dan öğrendiğimiz üzere iktidar doğası gereği ilişkiseldir; direniş olmaksızın düşünülemez: dönüştürürken, dönüşür. Bu dönüşüm, iktidar için düzenleyici pratik öncesi başlar; başarılı olmak için eylenilecek alanın mantığına göre eylem-öncesi biçimlenir. Yani alanın mantığı, henüz iktidarla yüzleşmeden ona kendini bir şekilde dayatır, sınır çizer. Bu biçimlendirmenin ve sınırlandırmanın gücünün, alanın sembolik ve fiziksel gücüyle doğrusal olduğunu hatırlatalım. Boğaziçi Üniversitesi’ne yapılan iki atama da kendi zamanlarında alanın mantığı için gerekli asgari koşulları bir şekilde yerine getiriyorlar. 2016’da bu asgarilik “Boğaziçi değerlerini özümsemiş olmakla”, 2020’de ise “Boğaziçi’nden mezun olmakla ya da bir nebze uluslararası yayın ve tanınırlıkla” sağlanabiliyor.
İktidarın ikinci dönüşüm süreci ise direniş ânında başlıyor. Direnişin hem biçimi hem şiddetiyle iktidar ilişkisel olarak dönüşüyor. Burada, geçtiğimiz 2020 yılında kendi başına kadın mücadelesinin frenleyici ve başkalaştırıcı etkisini düşünmek çok faydalı olacaktır. Bu sebeple “burası Türkiye” ile başlayıp sarı öküzlerle devam eden tüm ifadelerin, niyetlerinden sair olarak, iktidarın doğasını kavrayamadığı ya da görmezden geldiği, bir tür umutsuzluk fabrikası gibi, direniş alanlarını zayıflattığı ve bu yolla da iktidar ilişkisinin tahakküm ilişkisine dönüşmesine katkı sunduğu kanaatindeyim: özgürlük ve direniş alanlarını yok saymak, mücadeleleri anlamsızlaştırmaya ya da değersizleştirmeye çalışmak, bizatihi şikâyetçi olunan rejimin inşasına yol açıyor.
Daha ilginç ve belki üzücü son bir nokta daha var. Kimi muhalif çevreler, “Türkiye’nin hiçbir üniversitesinde seçim yapılmıyor”, “Boğaziçi’nin ayrıcalığı ne” gibi ifadelerle, atamaya karşı gelişen eylemliliğe tepki gösteriyorlar. Yineleyeyim, muhalif, hatta kendilerini iktidarın mağduru gibi tanımlayan odaklar, Boğaziçi’nde atamaya karşı gelişen tepkilere âdeta kızıyorlar. Hazırladıkları bildirilerde yalnızca Boğaziçi’nden değil, atama yapılan tüm üniversitelerden söz eden 20’li yaşlardaki gençlerin başını çektiği harekete karşı “sarı öküzü vermeseydiniz”ci, “peki şunlar olurken neredeydiniz”ci bir hırçınlık baş gösteriyor. Buradaki en belirgin “Boğaziçi’nin diğer üniversitelerden farkı nedir?” sorusuna, en kısa yoldan şöyle yanıt vereyim: Boğaziçi’nin farkı itirazındadır; gerisi lafügüzaftır. Atama kararı bağlamında iktidarın da direnişin de gayeleri son derece rasyonelken, bu kesimleri anlamak son derece güç. Boğaziçi’ni, ülkenin yakın siyasi tarihindeki büyük dönüşümün müsebbiplerinden biri olarak görüp, bundan dolayı kurumun kendisine, elitlerine, bileşenlerine öfke duymanın bile bir mantığı var ancak iktidara karşı gelişen direnişin kendisine öfke duymanın mantığını kavramakta güçlük çekiyorum. Elbette bir tür anka analojisi ile yeniden doğuş için her şeyin kül olması bekleniliyorsa başka.
Şöyle nihayete erdireyim. 12 Eylül sonrası anti-demokratik rejimin yükseköğretimdeki gösterenlerinden biri rektörlük seçimlerinin kaldırılmasıydı. O koşullarda dahi gayri resmî işlettiği demokratik süreçlerle 1992 yılında dereceli de olsa rektörlük seçimini geri getiren yükseköğretim reformunun gerçekleşmesinde Boğaziçi’nin başat aktör olduğunu hatırlamalıyız. Çok daha zor olmakla birlikte, bugün de atama kararı bağlamında bu iktidar dönüştürülebilirdir. Atama kararının kendisinin değişmediği durumda dahi direniş, yeni rektörün üniversiteyi nasıl yöneteceğine dair bir sınır çizecektir; halihazırda çizmeye de başlamıştır. Melih Bulu’nun bugünlerde kurmak için gayret ettiği imajın çerçevesi direniş tarafından belirlenmiştir. Burada -yine Foucault’yu davet ederek- direnişin, iktidarın kendisini yeniden üretmesine ve sürekli kılmasına imkân sağlayan işlevini, bir tür çıkışsızlık gibi düşünmemeliyiz. Failler, alanlar ve ilişkiler dönüşebilir, değişebilir. Boğaziçi örneğinde direnişin verebileceği bir dizi somut neticelere örnek olarak, atamanın geri alınması, seçim yapılması, içeriden daha makul yeni bir kimsenin atanması, mevcut atanmış rektörün ılımlı, makul bir yönetim izlemesi sayılabilir. Bu dönüşümün olanaklılığı direnişin fiziksel ve sembolik gücünde; direnişin gücü de, her türlü tartışmadan sair olarak bir üniversite rektörünün üniversite bileşenlerince seçilmesi gerektiğini düşünen tüm bireylerin yukarıda sözü edilen söylemleri bir kenara bırakarak, bu düşüncelerini dile getirmesinde, alandaki eyleyicilere destek olmasında, iktidarın direnişe imkân veren dönüştürücü mantığını kavramasında ve demokrasi ısrarında yatıyor: Üstelik, burası Türkiye olmasına rağmen değil; tam da burası Türkiye olduğu için.