Avrupa futbolu bundan otuz yıl öncesine kadar kendi geleneksel köklerine bağlıydı. Genelde alt ve orta sınıf tarafından oynanan ve izlenen bu oyun, belli başlı organizasyonlar dışında gücünü yerelliğinden alıyordu. Avrupa’daki taraftarlar kendi liglerini izliyor, kendi takımlarının maçlarına gidiyor, kendi taraftarlıklarını yaşıyorlardı. Avrupa liglerinin tamamında, maçlar hafta sonu gündüz aynı saatlerde oynanıyor ve bu maçlardan en fazla bir ya da iki tanesi televizyondan yayınlanıyordu. Her takımda on küsur yıldır aynı takımın formasını giyen çok sayıda futbolcu bulmak mümkündü ve bu oyuncuların çoğu, en fazla bir-iki yabancı futbolcunun istihdam edildiği kulüplerin taraftarıydı. Futbol, ruhunu ve heyecanını büyük ölçüde yerel rekabetlere borçluydu. Örneğin İngiltere’de “Kırmızılar ile Maviler”, İtalya’da “Kuzeylilerle Güneyliler” arasındaki rekabet, futbolseverlere, “Futbol asla sadece futbol değildir!” dedirtiyordu.
Önce İngiltere –ülkedeki holiganizmi bahane ederek– alt sınıfı tribünlerden temizlemek için, ABD’deki finansmanı güçlü spor organizasyonlarını örnek alarak bazı düzenlemelere gitti. Bu düzenlemelerle gelen değişimler sonucunda, futbolun finansmanı, bundan öncesinde olmadığı kadar güçlendi. Avrupa’nın önde gelen diğer ligleri de, finansman bulmak için bu değişime ayak uydurdular. Geniş bir haftalık takvim ve saat aralığında oynanan maçların canlı yayınlanmasıyla, Avrupa futbolu dünyanın her yerinden izlenmeye ve taraftar bulmaya başladı. Bu aynı zamanda dünyanın her yerindeki zengin yatırımcıların bu liglerdeki kalburüstü takımlara yatırım yapması demekti. Yeni yatırımcıları ile zenginleşen kulüpler, yeni bütçelerini idare edebilmek ve başka finansman alanları bulabilmek için, çok kısa bir süre içinde hızla şirketleştiler. Son yıllarda büyük kısmı prestij peşinde koşan Ortadoğulu patronlar, bu kulüplerin, yani şirketlerin sahibi oldu. Her ligde kontrolsüz ve rekabeti bozacak şekilde zenginleşen ve harcama yapmaya başlayan kulüpler ortaya çıktı. Liglerin içindeki rekabet dengesi bozuldu, aynı ligde mücadele eden takımların gelirleri arasında büyük uçurumlar oluştu. UEFA uzun süre bu rekabet bozucu hale gelen duruma kayıtsız kalmayı tercih etti.
Aynı UEFA 1992 yılında, ülke şampiyonlarının Avrupa’da daha fazla maç yapması için Şampiyonlar Ligi’ni kurarken biraz daha keyifli ve izlenebilir, katılan takımlar için de daha iyi gelir sağlayan bir organizasyon olması düşüncesiyle yola çıkmıştı. Ancak bir kısmı şirketleşen kulüplerin ve futbol endüstrisinin bitmeyen finansman arzusuna cevapsız kalamadı ve kuruluşundan itibaren hemen her yıl, Şampiyonlar Ligi statüsü ve katılım koşullarında sürekli değişiklikler yaparak, şirketleşmiş kulüplerin ligin müdavimi haline gelmelerine ve daha da zenginleşmesine, yani kulüpler arasında zenginler sınıfının doğmasına katkıda bulundu. Geleneksel futbolseverin eleştirilerine maruz kalan UEFA, 2011 yılından itibaren, rekabet dengesini biraz olsun düzeltebilmek için, başta “Finansal Fair Play” adını verdiği birtakım değişikliklere gitti. Bu değişikliklerle beraber zaman zaman Avrupa’nın şirketleşmiş büyük kulüpleriyle karşı karşıya geldi.
19 Nisan sabahında, bu zenginler sınıfına mensup on iki kulübün yöneticileri, kendi aralarında oynanacak ve Avrupa Süper Ligi (ASL) adını verdikleri bir organizasyon kurduklarını açıkladılar. Birçoğu büyük şirketler tarafından satın alınmış kulüpler, taraftarlarının ne düşündüğünü bile umursamadan, patron kararıyla, kendilerini daimi katılımcı olarak “atadıkları” yeni bir organizasyon kuruyorlardı ve temel motivasyonları sürekli en üst seviye maçlar oynayarak daha fazla izlenmek, yani daha fazla kazanmaktı. Avrupa Süper Ligi’nin ilk başkanı Florentino Perez, hak ettiklerini kazanmak istediklerini açıklıyordu. Bu takımlar aslında Şampiyonlar Ligi’nin sürekli katılımcıları ve en fazla kazananlarıydı. Bu çıkışları Şampiyonlar Ligi’ne erişebilme başarısı göstermiş, alt seviye liglerden gelen ve rekabet gücü zayıf takımların, küçük bütçelerinin üstünde paralar kazanmalarını, hak edilmemiş bir kazanç olarak gördükleri anlamına geliyordu. Zenginler, bütçesi görece düşük olanların pastadan pay almasını istemiyorlardı. UEFA bu oluşuma şiddetle karşı çıktı. ASL takımlarını, UEFA organizasyonlarına ve kendi liglerine katılmaktan men etmekle, hatta bu organizasyonda oynayan oyuncuları Dünya Kupası’na almamakla tehdit etti. Bu çıkışa cevap yine ASL Başkanı Perez’den geldi: “Biz de kendi Dünya Kupamızı kurarız!” Şimdi UEFA’nın önünde zor bir süreç var, kendi Frankensteinları ile büyük bir savaş verecekler.
19 Nisan sabahından beri, futbol dünyası Avrupa Süper Ligi’nin neler getireceğini konuşuyor. Tartışmaları okuyorum ve şimdiden geride kalan otuz yıllık dönemin, futbol rekabetinde ve futbol gelirlerini paylaşmadaki başarısızlığını sorgulayan birçok yaklaşım çıkıyor karşıma. Ligin kurucuları arasında yer alan takımlar, nefret odağı olmuş durumda. Bu takımların taraftarları, kulüp sahiplerinin aldığı kararlar karşısında mutsuz ve çaresiz. Liverpool teknik direktörü Klopp, “Böyle bir ligin asla hayata geçmeyeceğini umuyorum,” diyerek kulüp sahiplerine karşı net bir duruş sergiledi. Futbol dünyasının en saygın karakterlerinden biri olan Leeds United teknik direktörü Marcelo Bielsa, olanları belki de en doğru yorumlayan kişiydi:
Zenginler, daha fazla güç kazandıkça başkalarına göre daha fazla ayrıcalık talep etmeye başlarlar. Şu anda dünyada hâkim olan düşünce, fakirin daha fakir olacağını bile bile zenginin daha zengin olmak istemesi. Ama artık bu yaşananlar beni hiç şaşırtmıyor.
Manchester United efsanesi Gary Neville daha da ileri giderek, ASL kulüplerini açgözlülük ve sahtekârlıkla suçladı (Gary Neville’ın halihazırda Sky Sports yorumcusu olması da başka bir tartışma konusu oldu).
Bugünden itibaren Avrupa futbolunun otuz yıllık günahlarını sorgulayacağı bir sürece giriyoruz. Endüstriyel futbol, geleneksel futbola karşı büyük bir cephe açtı ve bu kesinlikle kaybedeceği bir cephe. Futbol, gücünü ve etkisini, zayıf ve görece düşük bütçeli takımların daha güçlü takımları yenebildiği bir oyun olmasına borçlu. ASL’de böyle bir hikâye hiçbir zaman yazılamayacak. Ayrıca, ASL katılımcılarının birçoğu, kimliklerini kazandıran yerel rekabetlerden de uzak kalacaklar. ASL kurucusu 12 takımın, tüm Avrupa’daki taraftar sayısı, futbolseverlerin %2-3’ünü oluşturuyor. Avrupa’daki futbolseverler bundan sonra da hangi seviyede olursa olsun kendi takımlarının maçlarını izleyecek, kendi takımlarını destekleyecekler, en güçlü duyguları kendi takımlarının maçlarında yaşayacaklar. Avrupa Süper Ligi yüksek gelirli bir prodüksiyon, bir Hollywood filmi gibiyse de, futbolseverlerin kendi takımlarının maçları bir varoluş şekli olmaya devam edecek. Önümüzdeki yıllarda ASL’nin yalnızca Avrupa dışındaki ülkelere hitap eden, hatta maçlarının büyük bölümünü Doha’da, Abudabi’de, Pekin’de oynayan ucube bir oluşum haline geleceğini düşünen birçok sporsever var. UEFA şu anki tavrında ısrar ederse ne olacağını hep beraber göreceğiz. Organizasyon UEFA’nın yaptırımlarına rağmen hayata geçmesi halinde, zenginler ve şirket sahipleri para kazanmaya devam ederken, Avrupa’nın geri kalanı işi bu duruma getiren süreci sorgular, kendisini futbol dışı gelirlerden, şişkinlik yapan yatırımcılardan temizler ve futbol organizasyonlarını ve kulüp yapılarını tekrar zenginler tarafından çalınamayacağı, üretime ve futbol içi gelirlere dayalı bir temele oturtursa, bu girişim dünyada fakirin zengine karşı kazandığı ilk savaşla sonuçlanabilir.