Quaresma Futbolu Bırakınca

Sosyal medyada Ricardo Quaresma’nın futbolu bıraktığına dair bazı haberlere rastladığımda[1] buna inanmadım. Bunun sebebini yazının sonunda anlatacağım. Ama haberi duyduğumda aklıma ilk önce futbolu bırakınca onun nasıl anılacağı geldi. Tıpkı tanıdığınız birinin öldükten sonra hakkında neler söyleneceğini düşünmek gibi. “Teşbihte hata olmaz” derler, çoğu zaman futbolcunun yeşil sahalardan kopması onun ölümü gibi bir şey değil midir? Pek çok meşhur futbolcunun futboldan koptuktan sonra yaşadıkları fiziksel ve psikolojik sıkıntılar bilinir, konuşulur. Bazı azınlıkta kalan örnekler dışında çoğu şöhretini yitirir, yıllar geçtikçe, adını dillerinden düşürmeyenler tribünlerden çekilir, yeni kuşaklar onları tanımaz olur. Aklıma maalesef en trajik örnek olarak Sabri Dino geliyor. Onunki ne yazık ki “gerçek” bir ölüm olduğundan belki. Küçükken ismini hiç duymadığım Beşiktaş’ın bu efsane kalecisinin Boğaz köprüsünden atlayarak intihar ettiği haberi duyulduğunda babamın nasıl üzüldüğünü görmüş ama hiçbir şey hissetmemiştim. Çünkü devir geçmişti ve benim ağzımda varsa yoksa Metin-Ali-Feyyaz vardı. 

Bu can sıkıcı örneği geçip başta bahsettiğim aklımdaki soruya geri dönelim. Quaresma futbolu bıraktığında nasıl anılacak? Türkiye’de de, Dünya’da da futboldaki yeteneklerine rağmen kariyeri “fiyaskoyla” sonuçlanan yüzlerce örnek vardır herhalde. Türkiye’de sanırım bu konuda en bilindik örnek Tarık Daşgün’dür. (Belki de yetenek öğütme fabrikası Fenerbahçe’ye gelmesidir onun bir hatası da.)  Quaresma bu tip oyunculardan değil elbette. O kariyerinde Chelsea, Barcelona, Inter formaları giydi, yıllarca Porto’da, Sporting Lizbon’da, Beşiktaş’ta oynadı, Portekiz milli takımıyla Avrupa Şampiyonluğu gördü. Ama bunları yazarken ben ve belki okurken siz de yine de bir tatsızlık hissediyor olabilir miyiz? Her şeyden önce Chelsea, Barcelona ve Inter’de çok fazla forma giymediğini, başarılı olmadığını biliyoruz. Piyasaya ilk çıktıklarında kendisiyle çok benzer özellikleri olan Cristiano Ronaldo, futbolun zirvesine yükselirken Quaresma’nın performansı inişli çıkışlıydı hep. “Olağanüstü” yeteneklerini “yeterince” kullanmayanlar sınıfına sokabiliriz sanırım onu. Türkiye’de bu klasmanın en bilindik örneği Sergen Yalçın’dır desek yine yanlış olmaz herhalde. Yeteneğin yeterince kullanılmamasının pek çok sebebi olabilir elbet. Genellikle disiplinli, özverili çalışmamak bunun başat nedeni olarak gösterilir. Örneğin Sergen Yalçın için bu yorum yapılır çoğunlukla, kendisi de her defasında alışıldık “large”lığıyla bunu teyit eder zaten. Quaresma’nın sebebi neydi peki? Çalışmamak, disiplinsizlik bir neden olabilir belki, bu konuda pek bilgim yok doğrusu. Ama ben başka bir faktör daha olduğunu düşünüyorum.

Modern toplumu en iyi analiz eden sosyologlardan Max Weber, o en bilinen ifadesiyle dünyanın “büyüsü”nün bozulduğunu iddia eder. Rasyonalitenin demirden kafesinden kaçış yoktur. Rasyonalite elbette insanın eylemlerini ezelden beri belirleyen faktörlerden biridir ama modern toplumda büyüyüp gelişen rasyonalite araçsal olandır, yani esası verimlilik olan bir düşünme biçimi. Weber bu rasyonaliteyi bürokraside, hukukta, ekonomide, hatta dinde görür. Trajik olan ise neredeyse sığınacak bir liman kalmamıştır. Her zaman büyülü olduğuna inanılan sanat bile artık bu özelliğini kaybetmiştir. Nitekim Frankfurt Okulu temsilcileri dikkatlerini daha çok buraya çekerler, sanata ve daha da genel olarak kültüre.

Quaresma üzerine yazılan bir yazıda bu bölümün ne gereği olduğu düşünülebilir? Anlatayım. Aklıma yine çocukluğumdan bir örnek geliyor. 1960’lar ve 1970’lerde fırtınalar estiren Brezilya milli takımı 1990’lara gelindiğinde eski görkeminden çok şey yitirmişti. Son Dünya Kupası’nı kazanmalarının üzerinden yıllar geçmişti, “Sambacılar” formalarıyla, tribündeki taraftarlarıyla ve en önemlisi birbirinden yetenekli futbolcularıyla kupaların en özel rengiydi, ama gelgelelim ortada başarı kalmamıştı. Nihayet bu gidişata bir son vermeye karar veren teknik direktör Carlos Alberto Parreira Brezilya milli takımına yeni bir hüviyet kazandırdı. Bu yeni hüviyetiyle, herhalde dünya kupaları tarihinin en sıkıcı turnuvası olan 1994 Dünya Kupası’nı, belki de kupalar tarihinin en sıkıcı finalinde İtalya’yı penaltılarla yenerek, yine dünya kupaları tarihinin en sıkıcı Brezilya’sı (Romario’yu dışarıda tutarsak) kazanmıştı. Turnuva öncesi Pele’nin Parreira’ya eleştirilerini hatırlıyorum, asla takımın bu yeni hüviyetini sevmemişti ve başarısız olacağını düşünüyordu. Onun favorisi Kolombiya’ydı. Oysa Kolombiya ilk iki maçını kaybedip gruplardan bile çıkamamış, “rüzgârın oğlu” Faustino Aspirilla kös kös evine dönmüştü. (Maalesef yine trajik bir örneği hatırlamak zorundayım. Kolombiya elenince mafya tarafından öldürülen Kolombiyalı defans oyuncusu Andres Escobar’ı.) Pele’yi haksız, Parreira’yı haklı çıkartan sebep futbolun da büyüsünün bozulmuş olduğu gerçeği miydi? Brezilya’nın uçsuz bucaksız plajlarında, yoksul mahalle aralarında oynanan futbolun devrinin geçtiğini Pele göremiyor muydu? (Gerçi Pele’nin futbolu bıraktıktan sonraki kariyeri bir başka “trajedidir”, onun yeri burası değil)

Ricardo Quaresma Beşiktaş’a ilk geldiğinde bu kadar olağanüstü bir yeteneğin nasıl olup da Türkiye’ye yolunun düştüğünü ciddi ciddi merak ediyordum. Hatta başlarda bir iki defa sakatlanınca arkadaşımla bu konuyu konuşmuş, herhalde kronik sakattır diye düşünmüştük. Oysa Quaresma geldiği sezonun ilk devresi hariç çok da sakatlanmadı. Yine de Beşiktaş’ta yeterince verimli oldu mu diye sorsak, her Beşiktaşlının gönül rahatlığıyla evet diyeceğini sanmıyorum. Buna rağmen o Beşiktaş tarihinin belki de en sevilen futbolcularından biri oldu. Peki bunun sırrı neydi?

Quaresma’yi izlerken ilk dikkatimi çeken onun hep olağanüstü şeyler yapmaya olan iştahıydı. Bir videosu yapılsa “normal” gollerinin, “ortalama” asistlerinin, olağanüstü olanlardan daha az olduğunu görürüz diye sanıyorum. Çok kısa bir aramayla “90’a taktığı” şutlarına, rakiplerini “ipe dizerek” attığı çalımlara, artık neredeyse onunla özdeşleşen “trivela”larına, “rabona”larına defalarca rastlayabiliriz. O sadece bunları yapabilen bir yetenek değildi, o bunları yapmak için ekstra çaba sarf ediyordu. Dikkatimi çeken bir başka şey her topun başına geçmek, bütün kornerleri, frikikleri, penaltıları kullanmak istemesi oldu. Elbette hemen her yetenekli futbolcu yeteneklerinin farkında olduğu için güçlü egolara sahiptir ve yeşil sahadaki her şeyin kendi hakkı olduğuna inanır. Mahallemizdeki o yetenekli ağabeylerimizden biliriz. Ellerinden gelse topu kaleden alıp herkesi çalımlayarak gol atmaya çalışırlardı. Hatta kimi zaman rakip penaltı kazandığında kaleye geçmeye de talip olmazlar mıydı? (Nedense bu durumda kaleci değiştiği için iki penaltı atılırdı, mahalle futbolunun nedensiz kuralları.) Quaresma’yı izlerken yüreğim ağzımda acaba kaleye de mi geçecek diye düşündüğüm olmuştur. O her şeyi yapmak isteyen ama hiçbir zaman lider olmayı arzulamayan futbolculardan(dı). Çünkü lider olmak takım için düşünmektir ve neticede belli bir profesyonelliği gerektirir. Oysa Quaresma basbayağı futbolu kendi için, kendi zevki için oynuyordu. Bunun tipik göstergesi, bir kanat oyuncusu olarak hiç evrilmemesidir diyebilir miyiz? Yukarıda bahsettim, C. Ronaldo da başta kendisi gibiydi. Kenarda bekler, çalımlar atıp orta yaparak oynardı. Sonra bir makineye döndüğü söylenirken sadece fiziksel gelişimi kastedilmiyor; o sürekli skor üreten, bunun için her an gol bölgesinde olan bir karaktere büründü. O da Quaresma gibi her topun başına geçiyor. Ama onun frikiklerini düşünelim. Pek çok kez golle neticelense de, burun karışımı vurduğu şekilsiz, estetik yoksunu şutlarını. Ronaldo modern futbolun hakikatini keşfetmişti belki de. İstatistik peşine düşmüştü. Araçsal aklı hatırlayalım. Mühim olan niceliktir, sayılardır. Ronaldo futbolun zirvesine yükselirken, eski alışkanlıklarını tamamen bıraktı. Onu taç çizgisinde top beklerken göremeyiz artık. Çok gerekmedikçe rakiplerini “ipe dizmeye” kalkışmaz, netice vermeyecekse estetik hareketlere yeltenmez.

Ronaldo’daki değişimi Ferguson etkisine bağlayabilir miyiz? Muhakkak. Peki Quaresma da Mourinho, Hiddink gibi modern futbolu gayet iyi bilen büyük hocalarla çalışmadı mı? Oysa o 17 yaşında Sporting Lizbon formasıyla Porto karşısında forma giydiği ilk maçta ne yapıyorsa en son Beşiktaş’tan ayrılırken de aynı şeyi yapıyordu yeşil sahada. Bunun öğrenmemeden ziyade öğrenmeyi reddetme olduğunu düşünüyorum. Bu tip oyunculara bazen hocaları eleştirmek için “Sana ayrıca bir top verelim, sen onunla oyna,” derler. Quaresma’nın bu öneriyi reddedeceğini hiç sanmıyorum.

1994 Brezilya Milli takımı örneğini vermiştim. Pele’nin Parreira’ya en büyük itirazı, Parreira’nın savunma ağırlıklı futbolunaydı. Parreira’nın böyle bir oyunu tercih etmesinin futbolun büyüsünün kaybolduğunun farkına varmasıyla bağlantılı olabileceğini söylemiştim. Modern futbol elbette sadece savunma futbolu değildir. Guardiola’nın, Klopp’un sistemine savunma futbolu demek mümkün mü? Ama her ikisine de makine düzeni diyebiliriz sanırım. Her bir dişlinin muazzam çalıştığı, “bürokratik” bir işleyişi olan, verimlilik esasına göre hareket eden bir sistem. Burada elbette kişisel yeteneklere, bireysel parlayışlara yer var, ama sisteme sadık kalındığı müddetçe. 1980’lerde efsane antrenör Valeri Lobanovski’nin Dinamo Kiev’i için muazzam bir öngörüyle “21. yüzyılın takımı” gibi ifadeler kullanılırdı. O takımın da alametifarikası makine düzeninde işleyen bir sisteme sahip olması değil miydi? Sovyet sosyalizminin “öncü müfrezesi” Dinamo Kiev üzerine konuşunca aklıma yine ister istemez Weber’in sosyalizme yönelik itirazı geliyor. Haklı haksız tartışması bir yana, Weber sosyalizmin bürokrasinin demirden kafesini daha da kalınlaştıracağını söylememiş miydi?

Muazzam bir rasyonalitenin hakim olduğu modern futbolda Quaresma’nin “disiplinsizliği” az çalışmasıyla ilgili değildi, o basbayağı skor için değil, zevk için, hatta rakibini “madara” etmek için oynayan bir nesildendi. Çocukken futbolda en büyük zevkimizin gol atmak değil, rakibe “beşlik” atmak olduğunu hatırlayalım. Herkesi çalımladıktan sonra boş kaleye topu yuvarlamak için yere yattığımızı ve topa o son dokunuşumuzu kafayla yaptığımızı… Bu yüzden çok gol da kaçırmışızdır ama buna değmez miydi sahi?

Quaresma’nın çok sayıda asisti ve golü var, biliyorum. Fakat ben bu bilginin yazımdaki ana fikre karşı bir yanıt olduğunu düşünmüyorum, zira onun gibi yetenekli biri bunun çok daha fazlasını yapabilirdi, ama yapmadı. Sevdiği şekilde, futbolun tadını çıkara çıkara oynamayı tercih etti. Peki yazının sonunda en baştaki soruya dönersek: Ya biz taraftarlar onun hakkında ne düşündük?

Fanatik bir Beşiktaşlı olarak Quaresma’ya hep kızdım. Hiçbir zaman onun beni Beşiktaşlı gözüyle mutlu ettiğini söyleyemem. Hatta sonunda takımdan ayrılması gerektiğini düşünmüştüm. Fakat aklıma Beşiktaş’ın 2015-2106 senesinde yeni açılan stadında, Vodafone’da şampiyonluğunu ilan ettiği maç geliyor. Bir pozisyonda muazzam hareketlerden sonra ceza sahası dışından rabonayla aşırtma bir vuruş yapmıştı. Harika bir şuttu, top doksana gitmişti ama tabii ki gol olmamıştı. Bütün stat büyülenmiş gibi izlemişti o şutu. Sanki gol olsa “büyü” bozulacaktı. Pozisyonun ardından yayılan uğultu yeşil sahalarda olduğu müddetçe Quaresma’ya eşlik etti. Çocuklar sokak aralarında arkadaşlarıyla futbol oynamaya devam etselerdi, eminim yaptıkları sükseli hareketlerden sonra onun adını da haykırırdı. Quaresma’nın şanssızlığı belki de o sokakların yerini bugün güvenlikli sitelerin almış olmasıydı. Buna rağmen o gittiği her takımda hep en sevilen oldu. Aptalca bir hareketle kırmızı kart gördükten sonra bile çocuğu, yaşlısı “Quaresmaaa!” diye bağırmaya devam etti.

Muhteşem Eşkıya filminin son sahnesi aklıma geliyor: Quaresma futbolu bıraktığında, sevdasına kapıldığımız formaların rengini unutup, sadece futbolu seven insanlar olarak lütfen gökyüzüne bakalım. Bir yıldızın kaydığına tanık olacağımızı düşünüyorum.  


[1] Daha sonra Quaresma’nın bu haberleri yalanladığı bilgisi yayıldı.