Beni gerçekte olduğum kişi olmaktan alıkoyan derin bir sıkıntıdan geçiyorum. Son birkaç ayda içimi kara bir bulut kapladı ve bir şeylere bakışımı değiştirdi. Hayatım boyunca parçası olduğum dünya artık muhtemelen benim için doğru yer değil. Kendimi daha fazla bunun içinde göremiyorum. Kesinlikle değiştim, ama dünya da sandığımdan hızlı dönüyor.
Cesare Prandelli
İrlandalı şair William Butler Yeats, olgunluk döneminde yazdığı “Bizans’a Yolculuk” (“Sailing to Byzantium”) adlı şiirinde kendini yaşadığı ülkeye ait hissetmediğini, oradaki hayatın akışına ayak uyduramadığını ve bu yüzden de kendi ruhuna daha uygun bulduğu “kutsal Bizans şehrine” geldiğini anlatır. Kalıpları ve eskiyi yıkmaya çalışan çağdaşı Ezra Pound’un aksine, Yeats’in hem şiirlerinde hem de kendi duygu dünyasında geçmişin güzelliğine ve saflığına bir özlem vardır.
Günümüz futboluna dair bir yazıya Yeats gibi birazcık “antika” bir yazardan bahsederek giriş yapmak garip gelebilir ancak son dönemde dünya futbolunda yaşanan bazı gelişmeler futbolseverlerin içinde Yeats’in taşıdığına benzer hislerin oluşmasına yol açıyor. Özellikle belirtmeye gerek kalmaksızın konunun Avrupa Süper Ligi projesine geleceğini tahmin etmişsinizdir. Yaşadığınız yerden sıkılınca konum değiştirerek meseleyi kısmen de olsa çözebiliyorsunuz. Fakat gönül verdiğiniz kulüp sizi hayal kırıklığına uğratınca, hatta daha da kötüsü, küçüklüğünüzden beri sizi heyecanlandıran oyunun kendisinden çok getirilerinden konuşulmaya başlanınca bununla nasıl başa çıkabilirsiniz? Oyundan uzaklaşmalı mıyız? Oyunu “çağa ayak uydurmaya” mı zorlamalıyız? Avrupa futbolunun en başarılı kulüplerinin taraftarları bu sorulara geçtiğimiz günlerde kendi üsluplarıyla yanıt vermiş oldu.
Real Madrid Başkanı Florentino Perez her ne kadar çağımızı ve çağımızın gençlerini çok iyi anladığını iddia etse de, on iki kulübün güzel ve adil oyuna yönelik darbe girişimi yine Perez’in çok iyi anladığını sandığı gençlerin de dahil olduğu kitleler tarafından protesto edilerek neredeyse kırk sekiz saat içerisinde bastırıldı. On iki kulübün sahipleri ve yönetimlerinin Avrupa Süper Ligi projesinin yaratacağı heyecan dalgasına dair öngörüleri o kadar boş çıktı ki durum onların adına tam anlamıyla bir epik faciaya dönüştü. Peki, bu kadar köklü kulüpleri ve onların devasa bütçelerini yöneten kişiler nasıl oldu da bu kadar büyük bir yanılgıya kapıldı? Bunu anlamak için meselenin temeline inmek gerekiyor, hem de kelimenin tam anlamıyla en temeline.
Futbol günümüzde en popüler spor haline geldiyse sebebi halkın sporu olması. Onu halkın sporu yapansa ulaşılabilirliği. Yalnızca futbol topuna sahip olmak oyunu oynamak için yeterlidir. Pota, file, raket, sopa gerekmez. Topun sahibi olmak bile gerekmez. Birinin topu vardır ve sizinle paylaşır. Dostluklar gelişir. Kurallar profesyonel düzeyde uygulanamıyorsa çözüm üretilir. Üç korner bir penaltı oluverir. Hakem yoksa vicdan vardır, faulü yapan el uzatıp arkadaşını kaldırır. Adil oyun hissi kalplerde büyüyüp serpilir. “Siz böyle çok güçlü oldunuz” diyerek hak arayışı başlar. “Adamınız gol der” ve hak edene hakkını vermeyi öğrendiğini gösterir. Rahmetli Metin Kurt’un deyimiyle “borsada değil arsada” olunca güzel oyun yaşamımızı da güzelleştirir. Çocukken patlak plastik topla bile oynamaya devam ederiz çünkü futbol kusursuzluğu arayan bir oyun değildir. Tam tersine, hayatın kendisi gibi kusurlarla doludur ve biz hayatın içinde kendimizle barışık olduğumuz gibi, futbolla da tüm eksik gediğine rağmen barışık yaşamaya devam ederiz.
Takımınız sahaya çıkar ve siz o gün, bir sonraki maç, ondan da sonraki maç gol atıp atamayacağını bilemezsiniz. Hayatın kendisi gibi, futbolda da sonuç almanın garantisi yoktur. Bu yüzdendir ki futbolda üretilen sayıdan alınan hazzı başka bir sporda bulamazsınız. Bir Galatasaray taraftarı olarak, Kadıköy’de Fenerbahçe karşısında üst üste mağlubiyetler aldığımız dönemlerdeki maçlarda “Hadi yiyelim bir gol de şu gol yeme stresi gitsin üzerimizden” diye içimden geçirdiğimi bile hatırlarım. Özetle; futbolun pek çoğumuzun hayatındaki iniş çıkışlardan, duygu karmaşalarından, azlık çokluktan muaf olduğunu söylemek imkânsızdır. Futbol hikâyelerle doludur ve hikâyeler hem futbolu hem hayatı renklendirir.
Güzel ve adil oyuna darbe vurmak isteyen tüccar tayfasının da anlamaktan uzak olduğu tam olarak bu durumdur. Ayakta kalmak için varını yoğunu ortaya koymak, dipteyken zirveye çıkmak, zirveden dibe düşmek, ufacık bir an bile olsa ömür boyu unutulmayacak bir mutluluk yaşamakla hem hayatta hem futbolda karşılaşılabilir ve bu, hayatla futbolu birbirine daha da yakın kılar. 2010’da Bursaspor şampiyon olduğunda, başka takımların taraftarı da olsa ve hatta Bursa şehriyle hiçbir alakaları olmasa da bu başarı pek çok futbolseverin içinde bir hoşluk yaratmadı mı? O hikâyeye tanıklık etmek, olmaz denilenin oluşunu adım adım izlemek, özellikle de her daim bunun hayalini kuran taraftarları düşününce, hep hatırlanacak bir hikâye olarak kalmadı mı? Veya dünyadan bir örnek verecek olursak, Avrupa’nın en güçlü ligi Premier Lig’de son on yılın en unutulmaz hikayesi Leicester City’nin kazandığı şampiyonluk değil mi? Tüm dünyadan pek çok futbolsever belki de daha önce üzerine hiç düşünmedikleri bir kulübün şampiyonluk kupasını kaldırmasını dileyerek onlara destek oldu ve bu başarı her birinin hafızasında müthiş bir hikâye olarak yer etti.
Bursaspor ve Leicester City bir daha asla şampiyon olamayabilir. Zaten mesele de bu değil. Mesele oyunun adilliği ve güzelliğini paramparça etmek uğruna oyunu kuralına göre oynamayı reddederek onu her türlü hikâyeye açık olduğu düzlemden koparıp ondan hemen hemen her gün duyduğumuz bir şey yaratmak: içerik.
Hepimiz küçükken aklımızdan absürt senaryolar geçirmişizdir. “Benim babam senin babanla dövüşse nasıl olur?” gibi şeyleri pek çok çocuk düşünür. Burada anlatmak istediğim şey, Avrupa Süper Ligi projesine girişen kulüplerin bu şekilde çocukça bir yaklaşımda bulunduğu değil. Keşke öyle olsaydı. O zaman tek yapacağımız durumun gülünçlüğüyle alay etmek olurdu. Oysa bu kulüplerin sahipleri ve yöneticilerinin yaptığı, gaddar ve küstah yetişkin zihninden çıkmış saf kötülükten başka bir şey değil. Oyunu ve oyunu sevenleri tanımadıkları gibi, kendilerini kalanlardan soyutlayıp oyunun temel değerlerinin içini boşaltmaya gözleri dönmüşçesine yeltendiler. Üstelik bunu futbolseverleri, özellikle de gençleri, çok iyi gözlemlediklerini öne sürerek yaptılar.
Futbol devasa bir endüstri. Yukarıda anlattıklarım da futbol-futbolsever ilişkisini romantize etmek için değil, oyunla aramızdaki bağın neden ve ne şekilde geliştiğini ifade etmek içindi. Bu bağ organik şekilde gelişir fakat hiçbirimiz profesyonel futboldan sokak futbolundaki saflığı ve çocuksuluğu beklemeyiz. Tam tersine; taraftarlar kulüplerinin daha da çok gelir elde etmesinden, sponsorluk anlaşmaları imzalamasından, küresel pazarlara açılmasından büyük oranda memnundur. Kulüplerin mali açıdan iyi yönetilmesinde, başarılı ticari hamleler yapmasında adaletsizlik olarak addedilebilecek bir durum yoktur.
Tabii ki tüm bunlar kulüplerin büyüme şansının eşit olduğu bir ortam için geçerli. Aslına bakılırsa, şu anki Şampiyonlar Ligi formatı da bu eşitlik kriterini pek karşılamıyor. Adı Şampiyonlar Ligi ancak İspanya Ligi dördüncüsü Sırbistan, Macaristan, Polonya gibi ülkelerin şampiyonunun önünde görülüyor. Bu ülkelerin takımları Şampiyonlar Ligi gelirlerinden düzenli olarak mahrum bırakılıp sonra mucizevi şekilde güçlenerek bir şekilde oralarda kendilerine yer bulmaları bekleniyor. Güçlü liglerin takımları bu şekilde pastayı kendilerine ayırıp üzerindeki çileği paylaşmaları için diğerlerinin önüne bırakıyor. Kulüplerin arasındaki mali uçurumlar bu şekilde başladığı gibi, günümüzde şikâyet ettikleri yayın gelirleri ve sponsor desteğine dair problemler de aslında kısmen buradan çıkıyor. Avrupa Süper Ligi fikrini ortaya atan kulüplerin gerekçelerinden biri, bir örnek verecek olursak, Real Madrid’in Dinamo Kiev deplasmanında oynayacağı bir maça televizyon izleyicisi ilgisinin az olması, dolayısıyla bunun da yayın ve sponsor gelirlerine yansıyor olması. Ancak Dinamo Kiev’in zirveye oynamasının çok zor olduğu bir düzeni yaratıp sonra da Dinamo Kiev’le maçımızı kimse izlemiyor diye şikâyet etmek en hafif tabirle şımarıklık olarak adlandırılabilir. Üstelik bu ticari şımarıklığın yanında son dönemlerde saha içine yönelik de benzer yaklaşımlar ortaya çıkmıştı. Bu kulüplerden “Biz Messi’yi, Ronaldo’yu, De Bruyne’yi Moskova’nın karında sahaya sürmek zorunda mıyız?” şeklinde homurtular duyuluyordu.
Durum böyle olunca ve aslında oyundaki eşitsizliğe ve elitizme tepkinin çok daha önceleri ortaya çıkması gerekirken hiçbir gelişme olmayınca, bu on iki şımarık kulüp diledikleri gibi at koşturabileceklerine ikna oldu ve çileği de kendileri almaya karar verdiler. Bunu da, Florentino Perez’in açıklamalarında görülebileceği üzere, kendilerini futbolun geleceğini kurtaracak kahramanlar şeklinde konumlandırarak yapmaya giriştiler. Perez’e göre gençler günümüz futboluna ilgi duymuyordu. Bunun birinci sebebi de takımların arasındaki güç farklılıklarıydı. Real Madrid’in 90 dakika boyunca kapanan bir takımı açmaya çalışması ilgi çekmiyordu. Bunun yerine kapanmayıp karşılık verecek bir rakip olsa daha ilgi çekici olurdu. Öne sürülen bir başka gerekçeyse sosyal medya, Youtube gibi platformlarda hızlıca içerik tüketmeye alışmış, sıkılınca başka içeriğe atlayan gençlerin 90 dakikalık oyuna tahammülleri olmadığıydı.
Oysa futbol her türlü fantezinin gerçek olduğu içerikler havuzunun bir oyuncağı değil, kuralları olan bir oyundur. Yalnızca kurallar içerisinde yazılan hikâyeler kalıcı olabilir ve hep hatırlanır. Futbolu atıştırmalık haline getirmek oyunu kurtarmaz, aksine onu sıradanlaştırıp oyunun toplumsal gücünü devre dışı bırakır. “Gençler en büyük müşterimizdir, müşteri de velinimetimizdir” diyerek futbola can suyu vermek mümkün değildir. Bahsedilen gençlerin bu sözde süper formatlara bayılacaklarının bir garantisi olmadığı gibi, futbol sadece yeni neslin arzularına göre de şekillendirilemez. Hayatlarını futbol tutkusuyla geçirmiş milyonlarca yetişkini ve oyunun onların hayatında kapladığı yeri tamamen göz ardı etmek, futbolu halihazırda yeterince sorun yaratan endüstriyellikle ilintili bir oyun oluşundan çıkarıp salt bir endüstriye çevirmek anlamına gelir.
Şu bir gerçek ki Perez’in gençlere dair yorumu tamamen yanlıştır demek kendimizi kandırmak olur. Evet, yeni nesil öncekiler kadar futbolla iç içe büyümüyor ve benzer tutkuya her biri sahip değil. Önceki nesiller süper kahramanların ölmek pahasına da olsa adaleti sağlamak için yaşadıklarını öğrendi. Adaleti sağlayabildikleri için süper olurlardı, birbirlerini yenebildikleri için değil. Süper kahramanlar “Yaşadığım şehirde suç oranı çok yüksek, başka bir yere taşınayım” demezlerdi. Yeni nesil ise Avengers serisi gibi filmler sayesinde süper kahramanların el ele verip dünyayı kurtarmasını seyrediyor. Hatta daha da ilginç şekilde, Superman ve Batman’in karşı karşıya geldiğini görebiliyoruz. Florentino Perez ve yancıları bu durumdan esinlenmiş olacaklar ki kendilerinin de gençlere benzer bir seyirlik sunabileceklerine ikna olmuşlar.
Halbuki tek tüketimlik fantezi ürünü yapımları asırlık canlı kanlı kulüplerin rekabetiyle aynı kefeye koymak oyuna ilgi duymayanın aslında kim olduğu sorusunu ortaya koyuyor. Barcelona, örneğin Getafe veya Dinamo Zagreb ile oynadığı maçların; Milan ise, örneğin Sassuolo veya Braga ile oynadığı maçların daha ilgi çekici olmasını istiyorsa, işe bu kulüplerin kendileriyle rekabet etmesine engel olan ayrıcalıklarından vazgeçerek başlayabilirler. Avrupa Süper Ligi’ne katılmayı reddeden Bayern Münih bu konuda bir örnek oluşturabilir. Bayern Münih de en nihayetinde endüstriyel futbol ortamından nasibini alan ve farklı konularda eleştirilecek pek çok yanı olan bir kulüp. Ancak Bayern Münih kendisine gelen Bundesliga yayın havuzundan çıkması ve bunun karşılığında maçlarının yayınlanması için daha fazla naklen yayın geliri elde etmesine yönelik teklifleri diğer takımların yayın gelirlerinin çok düşeceğini, bunun da Bundesliga’nın kalitesine ve Alman futboluna zarar vereceğini göz önüne alarak reddetti.
Aslında buradaki sorun bu on iki kulübün meselelere bu şekilde yaklaşamıyor olması değil, yaklaşmıyor olması. Avrupa Süper Ligi bu oyunu kalpten seven kişilerin aklından çıkacak bir fikir değil. Bu proje, oyunu yalnızca bir araç olarak gören açgözlülerin işi olabilirdi. Nitekim projenin arkasındaki gerekçeleri duymaya başladıkça durumun tam da bu şekilde olduğu anlaşıldı. Adil ve güzel oyun fikrini tahribata uğratıp sonra da oyuna ilgi duymayan gençleri bahane ederek deyim yerindeyse “Oynayamıyorum, yerim dar” dediler ve milyonların buna inanmasını beklediler.
Fakat oyuna karşı ilgiyi ve tutkuyu azaltan güçsüz ve sıkıcı olarak gördükleri takımlar değil, bizzat kendileriydi. Üstelik bundan etkilenen yalnızca gençler de değil. Yetişkin futbolseverlerin içinde de oyundan eskisi gibi memnun olmayan sayısız kişi bulunabilir. Futbolun geldiği nokta, oyuna hayatını adamış kişileri bile bunalıma ve uzaklaşmaya itebiliyor. Hatırlayanlar olacaktır, bir süre önce Fiorentina Teknik Direktörü Cesare Prandelli bir mektup yayımlayarak görevinden istifa etti. Deneyimli teknik direktör mektubunda ikinci kez göreve geldiği Fiorentina’da çalışmak için başlangıçta duyduğu coşkuyu ve şevki kaybettiğini anlatırken yazdıkları içinde özellikle şu ifadeler çok dikkat çekici:
Hayatım boyunca parçası olduğum dünya artık muhtemelen benim için doğru yer değil. Kendimi daha fazla bunun içinde göremiyorum. Kesinlikle değiştim, ama dünya da sandığımdan hızlı dönüyor.
Teknik direktörlük kariyerine de son verdiğini açıklayan Prandelli 63 yaşında. Neredeyse yarım asırlık bir zaman dilimini futbolla iç içe geçirdi ve büyük bir heyecanla işbaşı yaptığı Fiorentina’da geçirdiği birkaç ay, mektubunda da belirttiği gibi, “içini kara bulutların kaplamasına” yol açtı. Görünüşe göre Prandelli modern ve endüstriyel futbolun hızına daha fazla ayak uyduramadığının farkına vardı ve hayatını adadığı oyunda artık diyecek bir sözü olmadığı düşüncesi kendisini derin bir bunalıma sürükledi. Prandelli muhtemelen bu hisleri yaşayan ne ilk ne de son futbol insanı. Burada Perez ve ahbaplarına şu soruyu sormak gerekiyor: Hayatı futbol olan insanları bile oyunun içinde tutamazken, nasıl oyuna ilgisi gelişmemiş insanları oyuna âşık edebileceğinizi düşünüyorsunuz?
Başladığımız yere geri dönelim. Yeats’in şiiri şu meşhur cümleyle başlar: “İhtiyarlara göre değil bu ülke (That is no country for old men).” Bunu futbola uyarlayacak olursak, sevdiğimiz oyun ne gençlere ne de yaşlılara hitap edebileceği bir noktaya doğru sürüklenirken kodamanların tek derdinin, The Godfather serisinin ikinci filmindeki meşhur sahnede olduğu gibi pastayı bölüşmek olduğunu görüyoruz. Neyseki futbola kalpten bağlı insanlar şimdilik bu gözü dönmüş azınlığın hevesini kursağında bırakmayı başardı. Yeniden harekete geçmeyeceklerinin garantisi yok. Hatta büyük ihtimalle yeniden şanslarını deneyeceklerdir. Bizlerin, yani futbolseverlerin yapması gereken ise adil ve güzel oyun talebinden asla vazgeçmemek. Oyun adil ve güzel olduğunda elitistlerin iddia ettiği sözde sorunlar da ortadan kalkacak ve oyun hem gençlerin hem de yetişkinlerin hayatına dokunmaya devam edecektir.