Çocukluğum, Beşiktaş’ın ‘o muhteşem yıllarına’ denk gelir. Üç sene üst üste (ve biri namağlup) şampiyon olduğumuz, Metin-Ali-Feyyazlı, Gordon Milneli, Atom Karınca Rızalı, Takoz Recepli yıllara… Efsanevi 10-0’lık, meşhur Metin-Ali-Feyyaz tezahüratının doğduğu Adana Demirspor maçında da, üç kere geriden gelip Galatasaray’ı ‘devirdiğimiz’, Sergen’in 18 yaşında forma giyip gol attığı şampiyonluk maçında da tribünde olan şanslı nesildendim. ‘Baba Hakkı’lı dönemi kaçırsa da Süleyman Sebalı dönemi kaçırmayanlardan.
Elbette pek çok taraftar ve hemen her çocuk gibi atılan goller, alınan galibiyetler, şampiyonluk turları, sevinçler kalbimi çelmişti ilk önce. O dönemi öncelikle ‘başarılarıyla’ hatırlarım. Ne var ki hikâye burada bitmiyor. ‘Solcu’ babamın (elbette hemen her taraftar gibi Beşiktaşlılığa onun biraz iknaya biraz baskıya dayanan telkinleriyle bulaşmıştım) başarının ‘ötesini’ anlatmaya çalıştığı bir dönemdi de. Futbolcularla fotoğraf çektirmek için gittiğimiz antrenmanda beni ilk önce ‘emekçi’ olarak nitelediği Rıza’nın (Çalımbay) yanına yollamıştı. (Toprak sahada çekildiğimiz o fotoğraf hâlâ sosyal medya hesaplarımda başköşededir, gururla hatırlarım o ânı.) Kadronun hemen hepsinin, hocanın, başkanın mütevazılığından bahseder dururdu, paraya değil emeğe ve dayanışmaya dayandığını anlatırdı o dönemki başarıların. Bunu niye yapardı acaba? Taraftarlığına (dahası fanatikliğine) bir bahane mi bulmaya çalışır, aidiyet hissini koyultacak bir neden olarak mı görürdü? 12 Eylül sonrasının ve Özal yıllarının, solun bastırıldığı, ne olursa olsun para kazanmanın sahiden de birinci amaç haline geldiği o ‘karanlık’ şartlarında doğru ya da yanlış, sığınağı futbolda ve Beşiktaş’ta ararken yine doğru ya da yanlış, gelen başarıların gerisinde dönemi içinde artık çoktan gözden düşmüş bazı değerlerin izini mi sürerdi, bilemiyorum. Hatırlayan bilir, o dönemin Beşiktaş’ının ‘ruhunu’ anlatırken basının sevdiği klişelerden biri de ‘kolej havası’ydı. Beşiktaş’ın o genç kuşağı çoğunlukla ‘okumuş’ çocuklardı. ‘Düzgün’ konuşur, ‘düzgün’ dururlardı dışarıda da. Babam bunu da ısrarla vurgulardı. Alt sınıfa mensup bir ailenin çocuğu olarak tek ‘kurtuluşumu’ okumakta görüyor, futbolla haşır neşir olmanın ‘okumaya’ engel teşkil etmemesi gerektiğini Beşiktaş’ın ünlü futbolcularını örnek göstererek bana ispatlamaya çalışıyordu belki de.
Tabii o zamanlar da her şey mükemmel değildi bir taraftar olarak bizim için. İki ciddi sorunumuz vardı. Birincisi Avrupa’da takım çok başarısızdı. Malum, taraftar ve basın nezdinde Türkiye’de futbol kulüplerinin bir amacı da Avrupa’yı ‘fethe’ çıkmaktır. Bizim ‘fetih’ girişimlerimiz hep akim kalıyordu. Bu konuda en çok da Galatasaray’ın gerisinde kalıyor, üzülüyorduk. (Sonra her alanda gerisinde kaldık zaten.) O dönem Avrupa maceramız başarısızlıklarla doludur, en unutulmazı da malum, ‘Malmö faciasıdır’. (Takoz Recep’in olağanüstü estetik golü hâlâ hafızalardadır, Recep ne yazık ki bu golü kendi kalemize atmıştır!) İkinci can sıkıcı durum da bu başarısızlığın da temel sebeplerinden biri olarak gösterilen yabancı transfer fiyaskosudur. Gerçekten o dönemde Beşiktaş’a gelen yabancı oyuncuların bazıları fıkralara bile konu olmuştur. Bir yıl kiralık gelip giden, tadı damağımızda kalan Ferdinand hariç, iz bırakan, hatırlanan hiçbir yabancı yoktur. Beşiktaş’ın başarıları da bu başarıları getiren kadrosu da ‘yerli ve milli’dir yani.
Ne var ki yılını hatırlamadığım bir sezon İngiltere’den üç yabancı oyuncu gelir. İsimlerini tam ve doğru aktarabilmek için şu an buraya yazarken internete bakıyorum ama soyadlarını çok iyi hatırlıyorum: Robert McDonald, Ian Wilson, Alan Walsh. McDonald yeni dönemi ‘müjdeleyen’ (yanılmıyorsam Türkiye’de ilk McDonald’s restoranları o dönem açılmıştı) soyismi dışında hatırlanmaz. Ligde hiç oynamamış bile olabilir. Yani yine büyük bir fiyaskodur. Wilson, yine, Beşiktaş’ın rakiplerine ‘gol olup yağdığı’ sezon (10-0 Adana Demirspor maçı da o sezondur) Fenerbahçe’yi Kadıköy’de 5-1 yendiğimiz maçta attığı kafa golüyle hatırlanır. Başka da bir iz bırakmamıştır, çok forma da giymemiştir zaten. Bu üçlüden geldiğinde en az beklenti duyulanı Alan Walsh’tur. Dahası yaşından dolayı dalga konusu da olmuştur. “Seba’nın asker arkadaşı” derler yaşıyla alay etmek için. Ne var ki içlerinde en çok hatırlananı o olacaktır. Eşsiz profesyonelliği yanında, sol kanattan yaptığı harika ‘muz’ ortaları çokça konuşulur. Walsh öyle ya da böyle taraftarın gönlünde belli bir yer edinir. Fakat yaşıyla ilgili spekülasyonlar bitmez. En övüldüğü anlarda bile yaşından ötürü cümle bir ‘ama’yla devam eder. Nitekim bir süre sonra ülkesine geri döner.
Ya sonra? Sonrası ‘biz büyüdük ve kirlendi dünya’. Önce Gordon Milne arkasından teneke çalınarak gönderilir. ‘Kolej havası’ dağılır, futbolcular gider ya da ‘emekli’ olur. Eski başarılar gelmez olur. Devir Mehmet Ağarların, Haluk Ulusoyların, tartışmalı bir hakem kararından sonra eleştiri getiren rakip yabancı teknik direktör için, “Bir yabancı benim ülkemde beni ne hadle eleştiriyor,” diyen ‘imparatorların’ devridir. O devirde büyüyen Beşiktaşlılar da başarısızlıklara katlanamaz, en hafifi, “Ahmet Dursun Seba gitsin” olan tezahüratlarla, hakaretlerle istifaya zorlarlar anlattığım o büyülü dönemin en büyük mimarını, tüm Beşiktaşlıların ‘manevi’ babasını.
Bu arada gelen yabancı futbolcuların ‘kalitesinde’ belli bir düzelme olmuştur. Zlatko Yankov gibi, Marcus Münch gibi takıma önemli katkılar veren, saygı uyandıran değerli bazı isimler gelip gitmiştir. 2000’li yıllar ise Beşiktaş için daha da karanlıktır. 100. yıl şampiyonluğu hariç (“Sergen attı şampiyonluk geldi”) dişe dokunur hemen hiçbir başarı yoktur. 8-0’lık Liverpool ‘hezimeti’ bu dönemde yaşanır. Ama başarının olduğu gibi başarısızlığın da ‘ötesi’ var. Sadece neticeler değildir insanı yaralayan. Yıldırım Demirörenlerin, Sinan Enginlerin kulüpte cirit attığı, Alaattin Çakıcılara kulüp üzerinden çıkar sağlandığı bir dönemdir bu. Biraz ‘muhafazakâr’ bir tavır olacak ama, gerçek bir yozlaşma dönemidir Beşiktaş için.
2013 senesine geldiğimizde kulüp büyük maddi sorunlarla da boğuşmaktadır. Yine bir Türk futbolu klişesi, ‘yeniden yapılanma’ şarttır. Türk kamuoyunda bir milli maçta Terim’le yaşadığı polemik, küpesi ve gitar çalmasıyla tanınan Slaven Bilic gelir takımın başına. Ve gelir gelmez ısrarla bir oyuncunun transfer edilmesini ister. Hollanda’dan, PSV Eindhoven’dan, 30 yaşını geçmiş, Kanadalı bir futbolcu. Nereden baksan dudak bükülesi bir transfer girişimidir. Sanki genç oyunculara çok destek veriyormuşuz, ilk hatalarında onları linç etmiyormuşuz gibi ‘yaşlı’ futbolcuya tahammülü yoktur taraftarın. 30 yaşından büyük futbolcu mu alınırmış yurtdışından? Üstelik Kanadalı! Kanada’dan futbolcu mu çıkarmış!
İlk geldiğinde zayıf, uzun bacaklarıyla alışılagelmiş futbolcu profiline de pek uymuyordur. Zaten yabancı transferinde ‘sabıkalı’ bir camiayızdır, pek büyük beklenti yoktur bu Kanadalı oyuncudan. Âdeta, “bizi rezil etmesin de yeter” diye düşünüyoruzdur. Ne var ki daha ilk maçında etkileyici bir performans gösterir. Uzun bacakları her yere ulaşıyordur, çalışkandır. İyi bir defansif orta saha diye düşünülür. Ama neticede ortalama bir oyuncudur, ‘ekstrası’ yoktur.
Burada, okuyanları sıkma pahasına ‘futbolun’ teknik yönüne dair bir iki kelam edeceğim. Belki de o gelene dek bizde çoğu zaman defansif orta saha deyince akla savunmanın önünden pas alıp dağıtan, rakip atakları orada karşılayan bir oyuncu gelmektedir. O güne dek ülke futbolunda bu mevkide belki de görüp görebileceğimiz en iyi örnek Marco (‘Mehmet’) Aurelio dahi bundan fazlasını yapmamıştır. (Ama tabii ‘bu’ dediğimiz şeyin basit bir şey olmadığını ve Aurelio’nun ‘bu’nun en iyisini yaptığını söylemeli, hakkını teslim etmeli.) Kanadalı Atiba Hutchinson ise farklı tipte bir ‘defansif orta saha’dır. Onu rakip atak yaparken savunmak için kendi ceza sahamızda, biz atak yaparken gol atmak için rakip ceza sahasında görürüz. Bir bizim kaleden top çıkarır, bir rakip kalede gol kovalar. Futbol sahası onun için ‘sınırsız bir dünyadır’. Bunu becerebilmek elbette ‘ciğer’ gerektirir, bunun için çok çalışmak gerekir. Bunları biliyoruz. Fakat aynı zamanda muazzam bir konsantrasyona ihtiyacınız vardır. Sahada olduğun her an kafanın oyunla meşgul olması gerekir.
‘Teknik’ bahsi burada kapatıyorum. Atiba’nın gelişinin ardından birçok başka faktörün de etkisiyle Beşiktaş mazinin başarılarını tekrarlamaya başlar. İki yıl üst üste gelen, biri ‘statsız’ şampiyonluk. Bir ara dönemden sonra bu kez ‘seyircisiz’ şampiyonluk. Üstelik bu kez Avrupa’nın ‘fethinde’ de önemli adımlar atılmıştır. Takım, Şampiyonlar Ligi gruplarından namağlup birinci çıkar ki bu Türkiye futbolunda bir ilktir. Gerçi çağ artık değişmiştir, başarılar kazanılsa da 1990’ların başındaki o efsanevi günlerin tekrarının yaşanması mümkün değildir ama bu yeni dönemin başarılarının hepsinde başrolde olan Atiba Hutchinson, bana ve belki de o günleri yaşamış pek çok ‘gerçek’ taraftara (‘gerçek’ taraftardan kastım kötü zamanlar geçirirken tribünlerde Süleyman Seba’ya küfür etmeyenler, ‘Ahmet Dursun Seba gitsin’ diye bağırmayanlar) o günleri hatırlatıyordur. Niçin mi hatırlatıyordur?
Başarılar kazanılır, yıllar geçerken elbette Atiba da yaşlanıyordur. Zaten ilk geldiğinde yaşı problemdir ama gün geçtikçe bu, daha çok vurgulanmaya başlar. Sağ olsun Beşiktaş yönetimleri de her sezon sonu Atiba’yla sözleşme yenilemek için nazlanır, sezon boyunca verdiği katkılar unutulur, maaşından ne kadar kessek kardır mantığıyla hareket edilir. Atiba ise ‘profesyonel’ futbolcudur, kolay kolay teslim olmaz, istediği parayı almak için pazarlıktan vazgeçmez. ‘Bileğimi kessen siyah beyaz akar’ masallarıyla büyümüş insanlara biraz yadırgatıcı gelir bu durum, aman canım neden uğraştırıyordur, zaten yaşlanmıştır. Hemen her yaz, nur topu gibi bir Atiba sorunumuz olur. İmzaladı mı imzalayacak mı?
Sezon başlayınca Atiba yine sahadadır. O, ‘profesyonelliğini’ sadece sözleşme imzalarken masada hatırlayanlardan değildir. Oynadığı her maç, süre aldığı her dakika giydiği formanın hakkını verir. Beşiktaş’a ‘özel’ bir sempatisi var mıdır, sanmıyorum. Varsa bile başka formayı giydiğinde aynısını yapacağından kimsenin kuşkusu olduğunu düşünüyorum. Buna rağmen ona sevgi, saygı duyan tribünlerde homurdanmalar artmaktadır. İlk kötü oynadığı maçtan sonra yaşı hatırlatılır. ‘Seba’nın asker arkadaşı’ Walsh’tan otuz sene sonra, Beşiktaş formasını artık Atiba “Dede” terletiyordur. Aşağılamayla hayranlık karışımı kendisine takılan bu lakap (Atiba ‘Dede’den iki-üç yaş büyüğüm ve sahada onun performansına hayran kaldığımda onu bu lakabıyla anıyorum) yaşıyla ilgili algıların, gösterdiği performansın önüne geçtiğinin kanıtıdır âdeta. Tekrarlıyorum, sanki genç oyunculara çok değer veriyor, onlara büyük fırsatlar ve imkânlar sunuyormuşuz gibi Atiba’nın artık yaşlandığı, yerini kendinden gençlere bırakması gerektiği sıklıkla vurgulanır. İyi performans gösterdiği bir maçın ardından bile ‘Evet ama…’ yorumu yapılır.
Bu yazıyı yazmaya oturduğumda hakkında yapılan yorumlara bir göz atmak istedim, Ekşi Sözlük’e baktım. Bir kullanıcı, ‘Son yıllarda Beşiktaş'ta yokları oynuyor. Antrenörlüğe mi atılacak, Arap-Çin piyasasından 1-2 milyon daha mı cukkalayacak, ne yapacak bilmiyorum ama…’ ifadesini kullanıyor hakkında. Atiba için seçtiği sözcük: ‘cukkalamak’. Bu konuda bir yorum yapmak istemiyorum, belirtip geçiyorum. Fakat sonrasında iki farklı kullanıcının yorumunu da baktım. 1 Mayıs’ta yazmışlar ve Atiba’nın 1 Mayıs işçi ve emekçi bayramını kutlamışlar. Çağımızın endüstriyel futbol çağı olduğunun, futbolcuların ne kadar büyük paralar kazandığının farkındayım elbette. Bu yorumu yazanların da farkında olduğuna kuşku duymamız için bir sebep yok. Buna rağmen böyle bir günde akıllarına Atiba’nın gelmesinde bir ‘hikmet’ aramak gerekmez mi? İşçi, emekçi bayramı kutlanacak bir futbolcu düşünüldüğünde Atiba’dan başkasının isminin zikredilmesi mümkün mü?
Sezon bitiyor, yaz dönemine giriliyor. Maalesef tahminim Atiba’nın kalıp kalmayacağı yine çokça tartışılacak. Dilerim ve umarım onu son bir sezon ‘kutsal’ siyah-beyaz formamızı giyerken görme şansına erişiriz. Bize yeniden 1990’ların başını, Metin-Ali-Feyyaz’ı, Rıza ‘Efendi’yi (2005’te Beşiktaş’ı teknik direktörüyken bir Fenerbahçe maçında Kadıköy’de açılan ‘Rıza Efendi İki Ekmek Bir Süt’ pankartı ne çok şey anlatır aslında), ‘Şifo’ Mehmet’i, Kadir’i, Ulvi’yi, Gordon Milne’yi ve elbette Trabzon’dan şampiyonluktan dönerken uçakta rakip oyunculara ayıp olmasın diye futbolcuların sevinmesine izin vermeyen, ölümünün ardından tüm statlarda olduğu gibi Trabzon’da da (bu vesileyle büyük Trabzonspor’u şampiyonluğundan dolayı tebrik edelim) sevgiyle, saygıyla anılan Süleyman Seba’yı; ezcümle çocukluğumuzun takımını ve söylemeden geçemeyeceğim, elbette babamın elini tutarak gittiğim statları, maçları hatırlatan büyük futbolcu, büyük karakter Atiba Hutchinson’a binlerce kez teşekkür ediyorum. İyi ki buraya geldi, bu ‘kutsal’ formayı giydi. Hadi, başından beri yapıyorum ama, sonunda da bir ‘taraftarlık’ yapayım ve ekleyeyim: Zaten ona Türkiye’de en çok Beşiktaş forması yakışırdı. Var olsun!