Son günlerde Türkiye’de Suriyeli mültecilerin, özellikle muhalefet partilerinden politikacılar tarafından siyaseten araçsallaştırılması hız kazandı, kamuoyuna verilen demeçlerde de sık sık mülteciler üzerinden siyasi mesajlar verilmeye başladı. Zaten toplumda da karşılığı olan bu popülist söylem dünyanın pek çok ülkesinde sağ ya da sol siyasetin ana akslarından birini oluşturuyor. Özellikle bir yılı aşkın süredir devam eden pandemi ve buna bağlı olarak ekonomik krizin derinleştiği bu dönemde, geçerli göç politikalarının yerel ve yeni gelen toplumlar arasındaki sorunlara çözüm üretememesi ve kırılganlıkları artırıcı negatif etkiler yapması, bu iki toplumsal kesimin karşılaşma alanlarında huzursuzlukları tetikleyen bir işlev de görüyor. Dünyanın pek çok ülkesinde yerel toplumdaki bu huzursuzluk popülist siyaset tarafından oy devşirikmek için sık sık kullanılıyor ve iktidara gelmek için önemli bir oy potansiyeli oluşturuyor. Dünyadaki örnekler ve son dönemde Türkiye’de yaşananlar yaklaşan seçimlerde mülteci ve göçmenlerin bir propaganda aracı olarak kullanılacağını şimdiden gösteriyor.
Temmuz ayı, Afganistan’daki siyasi sürecin de tetiklediği göç hareketi sonucu, geçmiş yıllara oranla, kalabalık mülteci grupların sınırlarımıza ulaşmasıyla birlikte, mülteci ve göçmen karşıtı dalganın Suriyeli mültecileri de içine alacak şekilde köpürtülmesiyle, ırkçı ayrımcı dillin sosyal medyadan gündelik hayatta, oradan da tüm toplumsal hayata sirayet etmeye başladığı bir ay oldu. Bu ırkçı ayrımcı nefret dilinin alternatif sesleri bastırıp susturmaya ve tahakküm oluşturmaya dönük bir kampanyaya dönüştürülme çabası, alınan fonlar üzerinden mülteci hakları konusunda duyarlı habercilik yapan Medyascope gibi alternatif medyaya karşı yürütülen linç kampanyası, yine göç alında çalışan sivil toplum örgütlerini ve akademisyenleri hedef haline getiren kampanyalar, önümüzdeki iki yılın başta mülteciler ve göçmenler olmak üzere bu konuda duyarlı tüm toplum kesimleri için oldukça zor geçeceğini gösteriyor.
Son bir ayda mülteci ve göçmenlere dönük yürütülen bu dil ve yaşananlar, 2011 yılında bu yana yaşadığımız göç olgusunun ve bu konuda geçerli olan politikaların, koruma programlarının ve de kamu kurumları başta olmak üzere göç alanında çalışan tüm aktörlerin çalışmaları, son bir buçuk yıldır yaşadığımız salgın koşullarını da göz önüne alarak, üzerinde yeniden düşünmek gerektiğini ortaya koymak için bir imkânı da içinde barındırıyor.
Türkiye’de son on yıldır oluşturulmaya çalışılan koruma sistemi ve onun yaratığı sorunlar, toplumsal kutuplaşma, ekonomik kriz, yükselen işsizlik oranları ve Kürt meselesi gibi var olan diğer sorunlarla birleştiğinde, toplumda göçmen ve mülteci karşıtlığının yükselmesine de sebep oluyor. Şu anki iktidarın oluşturup uyguladığı göç politikaları ve mevcut koruma rejimi, bir yandan göçmen ve mülteci toplumu içerisinde kırılganlıkları artırıp yaşamsal sorunları derinleştirirken diğer yandan da yerel toplumun yeni gelenlere karşı hoşnutsuzluklarının arttığı, onların geldikleri ülkelere geri gönderilme, sınırdışı edilme, iş ve konut vermeme, eğitim, sağlık ve benzeri temel haklardan mahrum bırakılması gibi ayrımcı taleplerin daha yüksek sesle dile getirildiği bir sürece işaret ediyor. Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan’ın belediye hizmetlerinde yabancılardan daha fazla ücret alma girişimi bu işin nerelere varacağının bir göstergesiydi. Zaten Türkiye örneğinde olduğu gibi kısa sürede kitlesel göç hareketlerinin olduğu durumlarda, eğer iyi bir göç yönetim sistemine sahip değilseniz ya da bunu oluşturamamışsanız, iki toplumun karşılaşmasının büyük sorunlar doğurduğunu, yeni gelenlere karşı tepkilerin yükseldiğini dünyanın farklı ülkelerindeki deneyimlerde bize gösteriyor.
Bugün olan bitenlere bakıldığında bu sürecin buraya evrilmesinin sebeplerini teşhis etmek için son on yıllık ulusal göç politikalarına ve koruma sistemine eleştirel bir gözle bakmanın yanı sıra, bu on yıllık süre boyunca küresel göç politikaları, özellikle de AB’nin bu konudaki politikalarına bakmak gerekiyor.
İlk olarak, hükümet, 28 Nisan 2011’de ilk gelen mülteci gruplarıyla uygulamaya başladığı açık kapı politikası dışında, Suriyeli mülteciler konusunda neredeyse hiçbir konuda toplumu bilgilendirmede şeffaf davranmadı. AB ve diğer temel dış politika konularında mültecileri masada pazarlık kozu olarak tutma ve bir tehdit aracı olarak kullanması dışında sanki bu ülkede dört milyona yaklaşan Suriyeli mülteci yokmuş gibi davrandı. Oysa başta sınır bölgesindeki iller olmak üzere tüm Anadolu coğrafyasına dağılmış mülteciler vardı ve olabildiğince gündelik hayatın içindelerdi. Bugün Antep, Kilis, Urfa, Hatay ve Mardin gibi illerde neredeyse sokaktaki her beş kişiden biri mülteci ve gündelik hayatın her yerinde varlar, yani görünürler; insanlara yok demekle yok olmuyorlar. Tüm bu süreç boyunca toplumu bilgilendirmeyen, bu konuda şeffaf davranmayan ve var olanı yok sayan bu siyaset, her gün birbirleriyle karşılaşan, birbirlerinin dilini anlamayan iki toplumun karşılaşma alanlarında stresi artıran enerji birikimine sebep oldu. Göçmen ve mültecilerle ilgili olumsuz şehir efsaneleri hızla yaygınlaştı. Sosyal medya ve diğer mecralarda üretilen mülteci korkusu sokağa da sirayet etti, iki toplumun bir araya geldiği gönüllü temas alanlarını olabildiğince daralttı. Hastane, okul, kamu kurumları gibi temas alanlarında ise yeni gelenlerin haklarını kullanmaya engel olduğunu, sırasını aldığını, ona öncelik verildiğini düşünüp ondan uzak duruldu. Yeni gelen ise kendisinin istenmediğini bildiği için var olan sisteme paralel sistemler kurdu; kendi dükkânı, kendi kafesi, kendi sağlık ağı, kendi işyerlerini kurdu ve bunlara hizmet veren kendi tedarik zincirini oluşturdu. Siyasetin kutuplaştırdığı ve aslında seküler, dindar, muhafazakâr, Sünni, Alevi, gayrimüslim, Kürt, Türk onlarca gruptan oluşan Türkiye toplumu, bugün artık neredeyse birbirine dokunmayan, paralel hayatlar süren yeni bir toplumsal gruba, yani mülteci ve göçmen toplumuna da sahip oldu.
Bu durumun bu hale gelmesinde mevcut geçici koruma sisteminin oluşturduğu “geçicilik” statüsünün çok büyük payının olduğunu, uygulanan koruma sisteminin her iki toplumda da belirsizliğe sebep olduğunu bilmemiz gerekiyor çünkü yerel ve yeni gelen toplumlar “misafir” algısından kurtulamadılar, ensar/muhacir ve misafir tanımları gelenlerin bir gün geri dönecekleri inancını beraber getiriyordu. Bu algıyla mülteci toplumu gündelik hayatlarını hep geçicilik üzerine kurguladı. Çocukların eğitime erişimi, güvenceli iş talebi, sağlıklı konutlarda yaşam, beslenme ve sağlığa erişim gibi temel yaşamsal konularda dahi toplumsal bir talep olmadı. Geçicilik algısıyla yaratılan bu kayıtdışı, enformel alan sürekli bir hale geldi. Bu enformel alanda oluşan sorunlar kronikleşti ve derinleşti. Covid-19 salgınıyla birlikte de bu sorunlar sarmalı gittikçe derinleşen sorunlar yaratı. Mevcut koruma sistemi ve bu sistemin paydaşları olan kamu kurumları, insani yardım örgüleri ve sivil toplum kurumları bu sorunlarla başa çıkmaya çalışsa da hem koruma sisteminden kaynaklı sorunlar hem siyasi iktidarın politikaları, hem de özellikle insani yardım örgütlerinin bu meseleyi kendi tabirleriyle sektörleştirip ticarileştirmeleri sorunları daha da katmerleşirdi.
Örneğin, Suriyeli mültecilerin vatandaşlık prosedürlerinin şeffaflıktan yoksun olması ve vatandaşlığa alınma kriterlerinin belirsizliği, kimin nasıl ve neye göre vatandaş yapıldığına dair bilinmezlik, hem mülteci toplumu içerisinde bir belirsizliğe hem de bir güvensizliğe sebep oluyor. Özellikle orta sınıf mültecilerin kendilerinin ve çocuklarının geleceklerin dair kaygılarını artırıyor ve onları Batılı ülkelere gitmek için arayışlara itiyor. Bu durum insan ticareti ve kaçakçılık ağlarının mülteciler içinde yaygınlaşmasına sebep oluyor. Diğer yandan vatandaşlık verilme prosedürleri ve sayılar şeffaf ve görünür olmadığı için de yerel toplum tarafından sürekli dile getiriliyor ve sanki yüz binlerce, hatta milyonlarca kişiye vatandaşlık verilmiş algısı oluşuyor. Oysa AB ülkelerinde olduğu gibi kimin nasıl ve hangi prosedürlerden geçtikten sonra vatandaş olabileceği açıkça ilan edilse hem mültecilerin önlerinde görebildikleri bir yol olacak hem de yerel toplum üyeleri sürecin yasal bir mevzuatla ilerlediğini bilip şehir efsanelerine itibar etmeyecekler.
Mevcut koruma rejiminin neredeyse tamamen yardım odaklı olması, toplumsal uyum ve entegrasyon stratejisinden yoksun programlardan oluşması ve bu programların, içinde sırf göz boyamak için toplumsal uyum etkinlikleri adı altında hiçbir etkisi olmayan, uyuma hizmet eden perspektiften yoksun parça bölük etkinlikler dışında bir şey içermemesi sebebiyle de sorunlar kendi içinde büyümeye ve katmerleşmeye başladı. Diğer yandan yardım eksenli koruma sitemi, bir yandan mağdurluğu derinleştiren bir hal alırken diğer yandan, ne yazık ki, mülteci toplumu içerisindeki küçük bir kesimi profesyonel yararlanıcılar haline getirdi (zaten dönülüp bakıldığında, Türkiye’deki sosyal destek ve yardımlar da aynı şekilde yapılıyordu ve belirli bir kesime hizmet eder bir sistem oluşmuştu. Belki de bu yüzden göç alanındaki insani yardımın bu hali alması garipsenmedi). Bu, mülteci toplulukları içindeki yaygın ağlar aracılığıyla toplumun küçük bir kesiminin yardım dağıtan kamu kurumları, insani yardım örgüleri ve sivil toplum kurumları çeperlerinde birikmesine sebep oldu. Bu durum sayı bazlı projeler yürüten kurumlar için de büyük bir konfor oluşturdu. Proje için taahhüt ettikleri sayılar onlar sahaya çıkmadan kapılarına geliyor ve onlar projelerini başarıyla bitiriyorlardı. Oysa kendilerini çevreleyen o profesyonel yaralanıcı çemberinin dışındaki büyük mülteci topluluklarına erişim neredeyse imkânsız hale geliyordu. Geride kalanlar ya oluşan o gri/enformel alanda kendi başlarının çaresine baktılar ya da derin yoksulluk içine itildiler. Covid-19 pandemisi dönemi geçerli koruma sisteminin sınandığı bir dönem de oldu. Bugün dahi salgının sosyoekonomik olarak altüst ettiği toplumsal durumun farkında olmadan, ellerindeki eski ihtiyaç analizi datalarıyla pek çok kurum, konforlu ev/ofislerde koruma hizmetleri vermeye çalışıyor.
Özellikle yardımlar konusunda hem hükümetin hem de koruma bileşenlerinin yerel topluma karşı şeffaf davranmaması, bu yardımların ihtiyacı olan yerel topluluktaki bireyleri kapsamaması toplumsal uyumu bozan etkenlerden bir diğeri olarak karşımıza çıkıyor. Aynı binada, aynı sokakta ya da mahallede yaşayan her iki toplumdan yoksulların karşılaştıkları alanlarda birine yardım verilip diğerine verilmemesi, onların yardımların neredeyse dışında tutulması gerilimi artıran bir diğer sebep oluyor. Aynı sokakta bir arada yaşayan aileler geleneksel yardımlaşma ile birbirlerine destek olurken, bir gün gelen insani yardım personellerinin sadece yeni gelene destek vereceğini söylemesi nedeniyle, belki de bir gün önce bir tas çorbasını paylaştığı komşusunun yardımı almaya hakkı olduğunu ama kendisinin de onun gibi yoksul olduğunu, bunun adaletsiz olduğunu görüp komşusunu istemez oluyor. Bu gerilimi ortadan kaldıracak, yardım ve desteklerin yerel toplum içinde ihtiyacı olanları da kapsayacak şekilde toplumsal uyumu ve birlikte yaşamı destekleyecek bir anlayışla yapılması için yeni düzenlemelere ihtiyaç var. Bunun için, Ürdün ve diğer örneklerde olduğu gibi kısa dönemli stratejiler hazırlanıp hükümetin fon ve yardımları veren kurumları ikna ederek, yardımların ihtiyacı olanlara erişiminin sağlama güvencesi vermesi ve şeffaf, denetlenebilir mekanizmalar oluşturması gerekmektedir.
Mevcut koruma sisteminin yaratığı sorunlar elbette sadece bunlar değil. Koruma prosedürlerinin işleyişi ve sebep olduğu sorunların tek tek irdelenmesi, özellikle kırılganlığı artıran yönlerinin ayıklanması gerekiyor. Mevcut sistemden kaynaklı sağlığa ve eğitime erişim, çalışma izni, hareket kısıtlamaları ve benzeri sorunlar mülteci toplumunu kayıtdışı alanlara itiyor ve bu durum onları yaşadıkları şehirlerde belli bölgelerde toplanmalarını, yani gettolaşmayı teşvik ediyor.
Ayrıca geçerli koruma sistemi içerisindeki uygulamalar mülteci toplumu içinde kırılganlıkları artıran, ayrımcılık üreten bir işlev de görüyor. Topluluk içindeki kırılgan kesimlerin hizmetlere erişiminde ciddi zorluklar oluşturup onları geride bırakıyor. Engelliler, yaşlılar, etnik ve politik gruplar (örneğin Dom ve Abdal toplulukları) mevcut prosedürler, bu alanda çalışan kurum ve kişilerin ayrımcılık algıları ve sistemden kaynaklı pek çok sebepten dolayı hizmetlere erişimde çok büyük sorunlar yaşıyorlar. Bu hizmetlere erişim prosedürlerinin açık ve kolay erişilebilir olmaması, bu hizmeti veren aktörlerin hantallığı hizmetlere erişimi zorlaştırıp onların kayıtdışı alanlara, aracılara yönelmelerine sebep oluyor.
İhtiyacı olanlara erişim konusundaki yetersizlik, ihtiyaç analizlerinin yerel koşullarla uyumsuzluğu, koruma aktörlerinin sahaya çıkıp ihtiyacı olana erişmek yerine kapıya gelene ya da adamı olana hizmet verme konforunu tercih etmeleri, hizmetlere erişimin önündeki diğer engelleri oluşturuyor. Mevcut koruma sistemi ve uygulamalarıyla ilgili sorunların sadece bu yazılanlardan ibaret olmadığı, daha pek çok lokal alanda aksaklıklar ve sorunlar olduğunu bu alanda çalışan herkes biliyor. Bu sebeple, 2014’ten bu yana uygulanan “Geçici Koruma Sistemi”nin dünyada kısa vadeli göç hareketleri için oluşturulan bir sistem olduğu, kısa dönemler için kurulan sistemlerin süreklileşmelerinin pek çok soruna sebep olacağı düşünüldüğünde, on yılı aşkın süredir bu ülkede yaşayan milyonlarca insanın yardıma odaklı bu sistemle yaşayamayacağı ortada ve bunun için geçici koruma sisteminin hızla değiştirilmeye ve yerine, toplumsal uyum eksenli çoğulcu bir yaşamı hedef alan yeni bir statüye ihtiyaç olduğunu, iktidar ve muhalefet politikacıları başta olmak üzere herkesin kabul etmesi gerekiyor.
Küresel Göç Politikaları ve AB
Son on yılda ülkemizde yürütülen göç politikasının ve bunun sebep olduğu problemlerin hem yerel toplum hem de yeni gelenlere etkilerini yukarıda kısaca özetledim. Şimdi küresel göç politikalarına ve özellikle de 2010 yılında başlayan, Ortadoğu’daki halk ayaklanmalarının yaratığı göç dalgasının bu politikaları nasıl etkilediğine bakmak gerekir.
Göç konusundaki uluslararası legal çerçevenin oluşması, İkinci Dünya Savaşı sonrasında başta Yahudiler olmak üzere vatansız hale gelen bireylerin korunması ve haklara sahip olması için 1951 Mülteci Sözleşmesi’nin imzalanmasıyla başlar. Bu sözleşme, bir sosyal gruba aitlik, din, milliyet, etnik kimlik, cinsiyet gibi kimliklerinden dolayı, bireyleri devlet ya da devlet dışı aktörlerden kaynaklanan zulüm ve zulme uğrama riskine karşı korumayı güvence altına alır ve geri göndermeme ilkesini kabul eder.
Bu sözleşme ve bundan sonraki mültecilere yönelik sözleşme, mutabakat ve protokoller mülteci haklarını güvence altına alacak şekilde detaylandırılıp genişletilmiş ve dünya çapında yerinden edilmiş kişilerin karmaşıklaşan ihtiyaçlarına kapsamlı çözümler bulmak güvenli bir uluslararası ve buna entegre ulusal koruma sistemlerinin oluşturulması için sürekli kendini güçlendirmeyi hedeflemiştir. Bu çerçeve koruma sistemi, tüm göçmenlerin insan olmaktan kaynaklı haklarının korunması, risk altında olanların hayatlarının kurtarılması, yaşadıkları yerlerde insani yardım sağlanması, temel hizmetler olan, eğitim, sağlık, barınma, çalışma ve istihdam gibi hizmetlere erişimleri ve ırkçılık, yabancı düşmanlığı, ayrımcılığa maruz kalmamaları için alınacak önlemleri kapsamaktadır.
Dünya 21. yüzyıla neoliberal ekonomilerin art arda yaşadığı ve giderek periyodik hale gelen ekonomik krizlerle girdi. Diğer yandan yaşanan küresel iklim değişikliği kırsalların boşalması, başta tarımsal üretim olmak üzere üretimin düşmesi ve neoliberal sistemden kaynaklı pek çok etmen krizleri giderek derinleştirdi. Küresel güney ve doğudaki ülkelerde süregelen anti-demokratik rejimlerin bu krizleri göğüsleyecek ekonomik güçleri zaten yoktu ve geniş halk yığınları işsizliğe ve buna bağlı olarak yoksulluğa itildi, özellikle Ortadoğu, Afrika ve Güney Amerika’da toplumun geniş bir kesimi mülksüzleşti ve yoksullaştı. Bu toplumsal huzursuzluk, pek çok yerde çatışma ve iç savaşlara evirildi ve küresel doğu ve güneyden kuzey yarım küreye doğru göç hareketleri hızlandı.
Kuzeye yönelen kitlesel göç hareketleri, 1951 Mülteci Sözleşmesi’nin mültecilere sağladığı hakların yasal güvencesinden de güç alıyordu. Ama ne bu ülkelerin halkları ne de bu ülkeleri yönetenler bu duruma hazırlıklıydı. Hazırlıksız yakalanmanın ilk şokunu atlatanlar sınırlarına doğru yürüyen göçmen kafilelerinin geçişlerini önlemek için acil olarak sınır güvenliği tedbirleri aldılar. Çünkü, bu ülkelerde yaşanan ekonomik krizlerle yoksullaşan orta sınıfların huzursuzluğu, göçmen/mülteci karşıtı dalganın giderek güçlenmesi, yabancı/göçmen karşıtı söylemlerle oylarına talip olan popülist politikacıların hızla hükümete ya da yönetim kademelerine gelmelerinin de önünü açıyor ve buna olanak sunuyordu. Amerika Birleşik Devletleri, Macaristan, Polonya, Danimarka gibi ülkelerde sağdan ve soldan popülist partiler bu göçmen karşıtı dalgayı arkalarına alarak iktidara geldiler.
Son dönemde Avrupa ülkelerinde de bu dalganın güçlenmesiyle özellikle AB üyesi ülkeler sınır güvenliği ve sınırların korunması konusunda sıkı önlemler almaya başladılar. Avrupa Birliği’ne yakın göç güzergâhları üzerinde olan Türkiye, Libya gibi sınır ülkelerinin göçü kendi sınırlarında durdurmaları için onlara parasal destek ve koruma desteği vermeyi hızlandırdılar. Bu dışsallaştırma eksenli, çıkara dayalı yeni göç politikası insan haklarına, bireyi korumayı güvence altına alan eski politikaların aşınmasına neden oldu. Alison Mountz’un[1] “sığınmanın ölümü” olarak nitelendirdiği bu süreç güvenliğe dayalı yeni sınır politikaları ve alıkoyma sistemleriyle ulus ötesi caydırıcılık rejimlerinin geliştirilmesine hız verdi. Bugün artık, ABD, Avustralya gibi ülkeler ulus ötesi adaları sığınmacıları tutacakları hapishaneler haline getiriyor. Yeni geliştirilen caydırıcılık rejimi sığınmayı suç ile bağlantılandırıyor, güvenlik politikasının sıkılaştırılması ölümleri artırıyor.
Örneğin AB’nin sınır muhafaza sitemi artık sadece sınırları korumaya değil, mültecileri geriye doğru itip ıraklaştırmayı da içeriyor. ABD’nin Karayip Adaları’nda yaratmaya başladığı “güvenli cennet politikalarının” benzerini, AB 2016’da yapılan protokolle Türkiye’de yaratmaya çalışıyor ve göçü önleyici çalışmaları hızlandırıyor. Türkiye’nin 2016 yılından sonra Suriye içinde oluşturduğu güvenli bölgeler de bu politikalar yönünde atılmış adımlar olarak değerlendirilebilir.
Küresel kuzey ülkelerinin mülteci ve göçmenleri kendi ülkelerinin dışında tutma istekleri, göç güzergâhı üzerinde olan Türkiye, Libya, Tunus, Kolombiya gibi ülkeler açısından mültecileri pazarlık unsuruna dönüştürüp araçsallaştırıyor ve bunun en büyük yükünü mülteciler ve yerel toplumlar çekiyor. Mültecilerin pazarlık unsuru olmaktan kurtarılıp göç hareketinin küresel bir olgu olduğunu kabul etmek ve küresel ölçekte insan haklarını esas alan bir temelde çözüm anlayışının gelişmesi gerekiyor.
Sonuç Yerine
Türkiye’de son bir aydır yaşananlar, iktidar ve muhalefetteki siyasi aktörlerin göç politikalarını ve söylemlerini değiştirip etkileyebilecek, insan haklarını temel alan bir sivil söylemin oluşması için çaba sarf edecek sivil seslere daha fazla ihtiyacın olduğu gösterdi. Yabancı düşmanlığının, mülteci karşıtlığının toplumda daha da yükselmeye başladığı, popülist politikacıların bunu siyaseten kullandığı bu dönemde, evrensel insan haklarını temel alacak, yerelden doğru bilgiyi toplayacak, topluma doğrudan seslenecek, topluma sesini duyuracak, bu konuda duyarlı mevcut iletişim kanallarını daha aktif kullanacak bir sivil bir anlayış gerekliliği ortada. Dünyada bu alanda çalışan iyi komşular, hoş geldin ve benzeri vatandaş hareketlerinin deneyimlerinden yaralanarak bulunduğumuz yerellerde çoğulcu bir yaşamı hedefleyen bir anlayışa ihtiyacımız var.
Bunun için, ülkeyi yönetenlerin ve yönetmeye aday olanların yeni bir göç politikasına ve sosyal uyum-entegrasyon politikalarını uygulayacak kurum ve yöneticilerin ortak bir uyum eksenli stratejiye karar vermeleri gerekiyor. Bu yeni sistem ve politika, tüm göçmenlerin insan olmaktan kaynaklı haklarının korunduğu, risk altında olanların hayatlarının kurtarıldığı, yaşadıkları yerlerde insani yardım sağlandığı, eğitim, sağlık, barınma, çalışma ve istihdam gibi temel hizmetlere erişimlerinin garanti altına alındığı ve ırkçılık, yabancı düşmanlığı, ayrımcılığa maruz kalmamaları için alınacak önlemleri kapsamalıdır.
Muhalefet siyasetçilerinin mülteci ve göçmenleri hedef alan, sanki sorunun kaynağı onlarmış gibi ırkçı nefreti onlara yönlendiren beyanlardan sakınmaları, mevcut koruma sisteminden kaynaklı sorunların oluşturduğu toplumsal problemler üzerinden siyaset yapmaktansa gelecekte bu sorunları nasıl gidereceklerine dair toplumu açık, şeffaf bir şekilde bilgilendirmeleri, toplumun farklı kesimlerini bir araya getirecek toplumsal uyum eksenli çoğulcu yaşam politikaları oluşturup topluma bir göç stratejisiyle gitmeleri gerekiyor.
Suriyeli mülteciler özelinde söylersek, Suriye’de barışın sağlandığı, insanların gelecekleri için kaygı duymadıkları ve insan onuruna yaraşır koşullar oluşursa, elbette geri dönenler olacaktır ama unutulmamalıdır ki bu herkesin döneceği anlamına asla gelmeyecektir çünkü son on yılda burada kurulan yeni yaşamlar onların gidişine engel olacaktır; tıpkı altmış yıl önce Almanya’ya giden Türkiyeli göçmen işçilerin geri dönmemeleri gibi.
Bunun için son on yıllık deneyimler ve mevcut göç politikalarını ve uygulamalarını tartışmaya açacak, mevcut koruma rejiminin sebep olduğu problemler ve sorunları hem yerel halk hem de yeni gelenler açısından ele alacak bir tartışma ve müzakere sürecinin yaratılmasına ihtiyaç var. Yerellerde iki toplumun gönüllü bir araya geliş ve temas noktalarının yaratılması ve güçlendirilmesine, önyargı ve düşmanlıkları ortadan kaldıracak çoğulcu bir birlikte yaşamın hedeflendiği yeni bir dile ihtiyaç var.
[1] Mountz, Alison (2020). The Death of Asylum: Hidden Geographies of the Enforcement Archipelago, University of Minnesota Press.