Fransız Banliyölerindeki İsyanın Dinamikleri

1980’li yıllardan itibaren Fransa’daki büyük şehirlerin etrafını çevreleyen banliyölerde şimdiye kadar gözlemlenmeyen çok farklı dinamikler oluştu. Kendini zaman zaman ayaklanmaya kadar varabilecek güçlü tepkilerle ifade eden bu dinamikler, toplumsal sorunların derinleşmesine paralel olarak yeni boyutlar kazandı. 2023 Haziran sonunda Nahel M. isimli 17 yaşındaki Cezayir kökenli bir gencin kontrol sırasında polis tarafından öldürülmesi ve ölüm sahnesinin video kayıtlarıyla kamuoyuna yansımasından sonra, buna bir de o sırada arabanın içerisinde bulunan Nahel’in arkadaşının açıklamalarının eklenmesiyle Fransa’nın banliyöleri bir kez daha alevlendi. Nanterre’in mahallelerinde başlayan protestolar kısa zamanda ayaklanmaya ve hatta yağma türü eylemlere dönüşerek bir hafta boyunca devam etti. Birçok kamu binasının, işyerinin tahrip edildiği, arabaların yakıldığı[1], polisle banliyö gençlerinin karşılıklı çatıştığı, yüzlerce gencin gözaltına alındığı kontrolden çıkmış beş günlük bir süreç yaşandı. Cumhurbaşkanı Macron’un ve hükümet yetkililerinin panik içerisinde yaptığı çağrılar da uzun bir dönem isyancıları sakinleştirmeye yetmedi.

Dünya ölçeğinde geniş yankı uyandıran ve tartışmalara yol açan bu yeni tür diyebileceğimiz toplumsal hareket, daha ziyade güvenlikçi bir yaklaşımla, sansasyonel boyutlarıyla, yıkıp yakma sahneleriyle ele alındı. Göçmenlerin içinde yaşadıkları topluma karşı bir türlü başkaldırısı, isyanı olarak okundu. Bir toplumun içerisindeki yabancıların ne kadar “tehlikeli” olabileceği konusundaki soru işaretlerini bütün boyutlarıyla yeniden tartışmaya açtı. Bu şekilde, yıllardır Fransız milliyetçilerinin, yabancı karşıtlarının göstermeye çalıştıkları, Fransız toplumunu “tehdit” eden en önemli tehlikenin yabancı sorunu olduğu düşüncesi bir adım daha ileriye taşınmış oldu.  Her ne kadar yabancı kökenli olsalar da isyan eden gençlerin de Fransız toplumunun bir parçası olduğu, dahası toplumsal sorunları en derin yaşayan bir kesimi oluşturduğu bir kenara bırakılarak, unutularak, sanki dışarıdan gelen tehlikeli bir grubun saldırısına uğranıldığı gibi bir algı toplum içerisinde hâkim kılındı. Olguyu anlamaya çalışan sorgulayıcı yaklaşımlar ise, terörizme karşı müsamahalı davranma olarak damgalanarak toplumdan tecrit edilmeye çalışılıyor. Kısacası, banliyölerde gelişen bu isyan hareketine karşı çok geniş bir “savunma cephesi” oluşturulmuş, bir süre önce emeklilik yaşının uzatılmasına karşı oluşan güçlü toplumsal tepkiler bile unutturularak, toplumun tek sorununun yabancılar olduğu hâkim söylem seviyesine yükseltilmiştir.

1990’lı yıllardan beri Fransız banliyöleri üzerine çalışan bir araştırmacı olarak, bu makalede, haziran sonu ortaya çıkan gençlik ayaklanmasına biraz daha farklı bir açıdan, Fransız toplumu içeresinde biriken ve banliyölerde daha derin bir biçimde kök salan sosyal sorunlar ve bu sosyal sorunlarla kente ve göçmenliğe dair sorunların bir kesişme noktası olarak ele alan bir çerçevede yaklaşmaya çalışacağım. Bu çalışma, uzun yıllardır Paris banliyölerinde yaptığım gözlemler ve görüşmelerden elde edilen verilerden kalkarak biçimlendirilecektir. Ayrıca, olaylar sırasında ve sonrasında banliyölerde çalışan ve isyancılarla direk ilişkisi olan eğitimci ve animatörlerle yaptığım görüşmeler de değerlendirmede önemli bir yer tutacak.

Sosyal ve mekânsal sorunlar banliyölerde nasıl birikti?

Banliyölerin bugünkü içinde bulunduğu durumu anlayabilmek için, öncelikle, birçok sorunun kavşağı haline gelen bu mekânların oluşum sürecine bir göz atmak gerekiyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan barınma ihtiyacına cevap bulabilmek için yapılan toplu sosyal konutlar bu sürecin başlangıcıdır diyebiliriz. Paris, Lyon, Lille, Marsilya gibi şehirlerin çeperlerine yapılan on binlerce konut, şehrin sıkışıklığını gidermenin yanında, barınma konusunda önemli bir çözüm olmuştu. Alt ve orta sınıflardan gelen yüz binlerce Fransız, o zaman çok modern olarak kabul gören geniş apartmanlara yerleşerek, ilk defa, banyosu ve sıcak suyu olan konforun tadını çıkarmayı hayal ederek banliyölere gelmişlerdi. 1970’li yılların sonuna kadar bu umut azalma eğilimi göstererek devam etmişti. Keza, geniş ve konforlu apartmanlarda huzurlu bir yaşam kurmayı hayal eden genç Fransız çiftler hiç beklemedikleri bir durumla karşı karşıya kalmışlardı. Beklenmedik durumdan kastım, yeni yerleşilen bu mekânların şehirde olması gereken özellikleri barındırmamasıydı. Şehrin dışında, şehri şehir yapan bağlantı mekânlarının ve sosyalleşme alanlarının olmayışı, çok hacimli konut yığınlarını, onların içerisindeki konforlu apartmanların avantajlarını birden ortadan kaldırıyordu. Banliyölerdeki konutlara yerleşen Fransızlar çok geçmeden, buraların, uzun süreli yaşam için elverişli alanlar olmadığını fark ederek başka çözüm arayışlarına girdiler. Önce orta kesimden gelenler, daha sonra da sırayla memur ve işçiler yaşam kalitesinin daha uygun olduğunu düşündükleri yerlere doğru taşınmaya başladılar. Bu dönem aynı zamanda, Fransa’da ev sahibi olmak için kredi imkânlarının yeni devreye girdiği zamana rastlıyordu.

Hem eskiden banliyölerde oturan kişilerle yaptığım görüşmelerde hem de yapılan çok sayıda çalışmada buralardan hızla uzaklaşmanın en önemli nedeni, kentten kopukluk ve gündelik hayatın kalitesini sağlayan mekânların olmamasıdır. Geniş arazilerin ortasına kondurulmuş büyük beton yığınları tek başına kent olmaya yetmiyordu. Çocukların, gençlerin ve bütün insanların kentten beklediği en önemli özellik, onun buluşulacak, eğlenilecek, kültürel gelişimi kolaylaştıracak mekânları sağlamasıdır. Oysa banliyöler baştan beri bu özellikleri taşımaktan hayli uzaktı. Hatta konutların yapılış biçimi itibarıyla da şehrin en temel özelliği olan sokaklar bile ortadan kaldırılmış, sadece binalar arasında ara boşluklar bırakılmıştı. Şehir olma özelliğini taşımayan, şehrin dışında kurulan bu yeni yerleşim yerlerinin potansiyel olarak çok büyük sorunları barındırdığı Henri Lefebvre (1970) tarafından çok açık bir şekilde dile getirilmişti.

Banliyölerdeki toplu sosyal konutlardan kaçış süreci, aynı zamanda, aile birleşimi kanunuyla yoğunlaşan Mağripli göçmenlerin konut ihtiyacının aciliyet kazanmasıyla kesişiyordu. Fransızların boşalttığı toplu sosyal konutlar Magripli göçmenler için ideal bir yerleşim alanı olarak kabullenildi. 1980’li yıllara gelindiğinde, banliyöler göçmenlerin mekânı olarak tanınma konusunda epeyce mesafe kaydetmişti. Ama, birinci kuşak göçmenlerin beklentileri ve zorluklara karşı gösterdikleri dayanıklılık, Fransızlar için katlanılması mümkün olmayan mekânları bir avantaj olarak kabullenmeyi birlikte getiriyordu. Daha çok memlekete dönük bir yaşam tarzını benimseyen birinci kuşak göçmenler, gündelik yaşamın çeşitliliği konusundaki istek ve arzuları bir kenara bırakarak, var olanla yetinmeyi ve itiraz etmeden yaşamayı öğrendiler. Sayad’ın (2014) altını çizdiği gibi, öbür tarafta var olmak için bu taraftaki yaşamlarını feda eden göçmenler, kendilerini her iki tarafta da olmama (çifte yokluk) gibi bir durumun içerisinde buldular. Herkesin de bildiği gibi göçmenlerin dönüş stratejileri zamanla sessiz sedasız kalıcılaşmaya, yerleşmeye doğru evrildi. Öbür tarafta (kendi memleketlerinde) var olmalarının giderek zorlaştığını fark eden birinci kuşak, yönünü bu tarafa (Fransa) döndüğünde, yani yaşamını burada kurmak zorunda olduğunu hissetmeye başladığında, içinde bulundukları gerçekliklerle yüz yüze geldiler. Gözlerini açtıklarında, daha önce görmekten kaçındıkları birçok olguyu kabullenmeye başladılar. Kendi memleketine yönelik olarak kurulan bir yaşam stratejisinin maliyetini birden önlerinde buldular.

Birinci kuşak göçmenlerin yaşlandıklarını fark etmeleri, toplumda yayılan işsizliğin ilk olarak gelip kendilerini vurmasıyla oldu. İşsizliğin banliyölerde toplumun diğer kesimlerinden çok daha hızlı bir oranda artışı, çoğunlukla göçmenlerden oluşan banliyö halkının mekânlar arasında hareket edebilme yeteneğini daha da azalttı. İşsiz kalanlar, hareket kabiliyetini yitirdiklerinden dolayı banliyölerin kopuk mekânlarına sıkışıp kalmaktan başka bir çıkış yolu bulamadılar. Keza, banliyölerden şehir merkezine geliş işsiz kalan insanlar için oldukça masraflı ve planlamayı gerektiren bir faaliyete dönüştü. Bu sadece işini kaybedenler için değil, onların yakınları için de geçerli bir durum. Oysa, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan toplumsal organizasyon biçimi, bütün bireylerin farklı mekânlar arasındaki hareketliliğini öne çıkarıyordu. Mekânların parçalanması olgusu ancak mobiliteyle bir denge bulabilirdi. Farklı mekânlar arasındaki hareketliliği sayesinde sosyalleşmesini sağlama olanağı yakalayan birey figürü toplumsal norm haline gelirken, hareket kabiliyeti gösteremeyen bireyler toplumsal ilişkilerin dışına itilme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyorlardı. İşyeriyle oturulan yer arasındaki mesafenin açılması bu parçalanmanın temel nedeniydi. Mekânların parçalanması, gündelik yaşamı da parçalıyor, rasyonel bir çerçeve içerisinde hizaya getiriyordu. Banliyölerde yaşayanlar oturdukları yerle merkez arasındaki ilişkileri öncelikle işe gidip gelirken sağlayabiliyorlardı. Bunun da sınırlı olduğunun altını çizmekte fayda var. Hele de işsiz kalındığında, merkezle olan bağlar tamamıyla kopma riskini taşımaya başlıyor.

İkinci nokta, banliyölerde yaşayan göçmen çocuklarının eğitimiyle ilgili. Tabii çerçeveyi biraz daha genişleterek banliyölerde yaşayan bütün çocukların eğitim sorununun özgünlüğü hakkında birkaç noktanın altını çizmek gerekecek. Banliyölerin şehir özelliklerini taşımaktan uzak kopuk mekânlar olduğunu söyledim. Buna, eğitim-mekân ilişkisini de katarak, eğitimin sadece okullarda geçirilen zamanla ilgili olmadığını, okul dışında geçirilen zamanın da bu sürecin önemli bir bileşeni olduğunu eklemeliyiz. Şehrin kültürel, bilgiye ait birikimleri bütün çeşitliliğiyle aktarma özelliği taşıyan ara mekânlara sahip olduğunu da düşünürsek, şehir mekânı olma özelliği taşımayan yerleşim alanlarının sosyalleşme süreçleri üzerindeki etkilerini daha iyi tahmin edebiliriz. Çünkü, çocuk veya yetişkin, çevre ilişkilerinde, kültürel ve sosyalleştirici mekânlarda kendi eğitimlerinin tamamlayıcı unsurlarını bulurlar. Birikmiş bilgiden ve kültürel zenginliklerden ancak bu mekânlar aracılığıyla faydalanılabilir. Enformel alanda kendiliğinden veya yarı organize mekânlarda aktarılan bu bilgiler veya davranış kodları resmî olarak belirlenmiş eğitim mekânlarının olmazsa olmazıdır. Evet, banliyölerdeki çocuklar ve gençler okul imkânlarından faydalanıyorlar, ancak okul dışında geçirdikleri zaman diğer bilgi kaynaklarını ve kültürel birikimi harekete geçiremiyorsa, okul sürecindeki öğrenme dinamiği tek başına beklenen sosyalleşme alanını oluşturmakta yetersiz kalıyor. Yaptığımız bir araştırmada, Clichy sous bois denilen banliyö kentindeki çocuklara boş zamanlarında yaptıkları faaliyetlerle ilgili sorular sorduk. Görüştüğümüz çocukların yüzde doksanı “mahallede dolaşıyorum”, “bir şey yapmıyorum”, “her zaman arkadaşlarla birlikteyiz” veya “birlikte futbol oynuyoruz” gibi cevaplar verdi. Aynı soruları, Orsay isimli, daha çok orta ve üst sınıfların yaşadığı şehirdeki çocuklara sorduğumuzda, çocukların yüzde doksanı “gitar çalıyorum”, “tiyatro atölyesine gidiyorum”, “dans kursuna gidiyorum”, “spor yapıyorum” gibi cevaplar verdiler. Bu karşılaştırmadan kısaca çıkardığımız şey, banliyölerde yaşayan çocukların okul dışında geçirdikleri zaman içerisinde öğrendikleri, her ne kadar kendine özgü bir sosyalleşmeye yol açsa da toplum içerisinde hâkim olan normların dışında geliştiği için hem okul içi ilişkilerde hem de diğer toplumsal alanlarda uyumsuz bir sürecin başlangıcı olabileceğidir. Daha çok mahalle içerisinde oluşan özgün bir kültürden beslenen bu çocuklar, başından beri, toplum içerisinde hâkim olan normların dışında kalarak, herkes gibi bir yer edinme konusunda engelli duruma düşüyorlar. Kalkış noktasının farklılığından gelen bu durum, çocukların yakasını gençlik döneminde ve daha sonra da bir türlü bırakmıyor. Normal bir iş bulma ve hayatını kurma umudunu kaybeden banliyö gençleri, normların içerisinde evrilerek var olan imkânlardan faydalanma kapasitesini gösterenlere karşı giderek biriken bir nefret duygusu geliştirme eğilimine giriyorlar. Durumlarının farkına vararak, kendilerini sınırlı bir alana hapseden, engelli duruma getiren sistemi sorgulamaya başlıyorlar. Onlara bu kötü koşulları layık gören herkese karşı bir dil geliştiriyorlar.[2] Gençlerin sorgulama eğilimi, sadece kendi deneyimleriyle sınırlı kaldığından, karşı olma hali her ne kadar politik bir potansiyel taşısa da, politik alanı etkilese de kendisi bir türlü bu alanın içerisine yerleşemiyor veya yerleşecek kanalları bulamıyor.

Çok yönlü kopukluk toplumla olan ilişkiyi daraltıyor

Fransız banliyölerinin en önemli özelliğinin terk edilmişlik hali olduğunu söyleyebiliriz. Banliyölerin tek başına bırakılmışlık halinin kontrollü bir şekilde olduğunu da eklemeliyiz. Bu kopma halinin, şehrin en temel unsuru olan çok yönlü ilişki ağlarını besleyecek mekânların kendini yeniden üretme sürecinin ilerlemesini imkânsızlaştıracağı da gözlemleyebildiğimiz bir durum. Her ne kadar toplu sosyal konutların ağırlıklı olduğu bölgelerde okul hizmetleri ve çok sınırlı ticari yerler olsa da çok sayıda aktiviteyi bir arada barındıran, insanların gündelik hayatını zenginleştirecek, buluşmalarını kolaylaştıracak çok yönlü kamusal ve yarı kamusal mekânların olmayışı banliyö kentlerini kopuk bir alana dönüştürüyor. Şehre ilişkin bütün tartışmalarda buluşma, eğlence ve kültürel mekânların önemi vurgulanır. Mekânlar arasındaki bağlantıların sosyal ilişkiler üzerindeki etkileri de tartışılması gereken en önemli konular arasındadır. Bir kentin başka kentlerden kopuk olması anlaşılır bir şeydir, ancak kentin canlılığını sağlayacak, insan ilişkilerini düzenleyecek, gündelik pratiğin kalitesini artıracak bir merkezin olmayışı kenti kent olmaktan uzaklaştırır. Bu durumu, yarattığı tehlikeleri, Henri Lefebvre (2009) banliyölerin (bu haliyle) yeni şekillenmeye başladığı 1960-1970’li yıllarda “kentsiz kentleşme” kavramıyla açıklıyor. Bir başka biçimde söylersek, kenti oluşturacak çok sayıda insan banliyölerde bir arada yaşamaya başlıyor, böylece, buralar şu veya bu şekilde toplu barınma yeri haline geliyor, ama sadece insan ve ev sayısının çokluğu bu mekânların şehir özelliklerine kavuşmasına yetmiyor. Banliyölerin esas hastalığı bu yığılmanın kente dair özellikleri barındırmamasıdır. Binlerce apartmanı yığın halinde bir araya toplayan bu sosyal konutlar, konuttan dışarı çıkan insanların gündelik faaliyetlerini düzenleyici, birbirleriyle olan sosyal, kültürel veya eğitimsel ilişkileri besleyici mekânlardan yoksun olduğundan bir türlü dengeyi bulamıyor. Banliyönün sosyal konut ağırlıklı kentleri, bir yandan, büyük şehirlerin merkezinden uzak olmanın dezavantajlarına sahipken, öte yandan da kendi şehir merkezlerinin olmayışı veya çok cılız oluşunun gündelik yaşamı zehirleyen olumsuz etkilerini çok derinden hissediyorlar. İmkânı olan insanların bu bölgelerden hızla uzaklaşması buraları imkânsızların zorunlu ikamet mekânlarına dönüştürmesi de büyük ölçüde bundan olsa gerek. Elbette, imkânı olan veya imkâna kavuşan göçmenler de bu bölgeleri terk edenler arasındadır; terk edemeyenlerin arasında Fransız kökenli vatandaşların bulunduğu gibi. Bu anlamda, François Dubet ve Didier Lapeyronnie’nin[3] sosyal konutların yoğun olduğu banliyö şehirlerini “sürgün yerleri” olarak adlandırmaları banliyö gerçeğini anlamak açısından oldukça anlamlıdır.

Banliyö şehirlerinin büyük şehir merkezlerinden kopukluğu ve kendi merkezlerinden de yoksun oluşları, haliyle o bölgelerde yaşayan insanları şehir özelliği olmayan mekânlara mahkûm ediyor. Bu çoklu mekânsal kopukluk beraberinde sosyal kopukluk durumunu da ortaya çıkarıyor. Gelir seviyesi düşük, daha çok alt meslek gruplarına ait olan bireyler bu bölgelerde yaşamlarını kurmaya çalışırlarken kendilerine özgü bir sosyal var olma halini de inşa ediyorlar. Bu var olma hali, toplum içerisinde hâkim olan normların dışında oluşan, farklı bir durum. Çünkü bireylerin sosyalleşmesini besleyen kaynaklar çok farklı. Fransız toplumunda, sosyalleşmenin en önemli ayaklarından biri olan ve giderek çok daha fazla ağırlık kazanan eğlence ve kültürel alanlar sosyal konutların damgasını vurduğu banliyö kentlerinde ya hiç yok ya da çok cılız. Âdeta kuru beton yığınları arasına hapsolmuş insanların, oralarda yeni toplumsallık halleri icat etmesi durumuyla karşı karşıyayız. İcat edilen yaşam biçimini besleyen en belirleyici faktörler arasında göçmenlerin geleneksel ve dinsel eğilimlerinin banliyö şartlarına göre uyarlanma biçimini görüyoruz. Toplumun genel dinamiklerinden uzak kalan bu bölgeler, kendilerinde bulunan kültürel, dinsel ve başka kaynaklara yaslanarak yaşamlarına bir anlam vermeye çalışıyorlar. Zira, genel toplumsal yapının işleyişinin, bireylerin kendi yaşamlarını anlamlandırmaları konusunda gereken unsurları üretmekte sıkıntı çektiği de altı çizilmesi gereken noktalardan biri.[4] Banliyölerde yaşayanların anlam arayışı, bir yandan göçmenlerin birlikte taşıdığı İslâm ve geleneksel Mağrip kültüründen gelen habitusun banliyö koşullardaki bileşimini harekete geçirirken, diğer yandan da sömürgeci karşıtlığıyla, Fransa’nın toplumsal deneyiminde yer etmiş olan ayaklanma geleneğinin bileşimine uzanabiliyor.[5]  

Sosyal anlamda oluşan kopuşun zihinsel izlerinin şekillenmesi de anlaşılabilecek bir durumdur. Simmel’in (2005) kent bireyinde gözlemlediği rasyonel davranma biçimi banliyölerin karmaşık ortamında çok daha değişik bir davranış ve sosyalleşme haline gelebiliyor. Her kentli bireyden kentliye özgü bir davranış biçimi beklenirken, banliyö kültürüyle yetişenlerin kestirilemeyen bir tutum içerisinde olabileceği de kabullenilmeye başladı. Hâkim kuralların dışında tutunmaya çalışanların bu kuralları zorlaması, sorgulaması ve hatta karşıt davranış biçimleri geliştirme deneyimleri, toplumsal yaratıcılığın olduğu kadar toplumsal çöküşün de potansiyelini karmaşık bir şekilde kendi bünyesinde barındırıyor. Zaman zaman ortaya çıkan ayaklanmalar da bu her iki eğilimi birden taşıyabiliyor.

Kent politikalarının çaresizliği

Banliyölerdeki bu gidişatın farkına varan siyasal iktidarlar, toplu sosyal konutların ağırlıklı olduğu bölgelere müdahale etmek için 1982 yılından itibaren şehir politikaları (Politique de la ville) olarak adlandırılan özgün politikalar geliştirdiler. F. Mitterand döneminin ilk yıllarında banliyö gençliğinin istihdamı, suçların artışı sorunu ve katılımcılık gibi alanlarda özel araştırmalar yapılarak banliyölere yerleşmekte olan sosyal “hastalıkları” iyileştirme yönünde tedbirler aldılar. Suça karşı her bölgede sivil toplum kuruluşlarını ve kurum temsilcilerini de kapsayan ortak müdahale komisyonları oluşturdular (CCDP), yoksul kesimden gelen gençlerin istihdamını kolaylaştırıcı sosyal hizmet uzmanlarından oluşan yeni bir kurum (Mission local) hayata geçirildi, mahalle halkıyla kurumlar arasındaki uçurumu azaltmak için de katılımcı komiteler (comité participatif) oluşturmayı zorunlu hale getirdiler.  Aynı raporlara dayanarak, mekânsal gelişim (développement local) üzerine ayrı bir metot uygulamaya koymaya çalıştılar. Kurumların dikey davranış biçimlerinden yatay bir yaklaşım pratiğine geçmeyi, katılımcılığı ve bütün yerel aktörleri kapsayıcı ortak eylemlilik alanları açmayı kamu politikalarının ana ekseni haline getirmeyi hedeflediler. Böylece, hem gençlerin eğitim ve istihdam sorununun çözüleceği, hem mahallelerde gelişmeye başlayan şiddet ve çetecilik hareketlerine çare bulunacağı, hem de mahalle halkının katılımı sağlanarak politik kopukluğun giderileceği düşünülüyordu.

Bu politikaları hayata geçirmek için milyarlarca euroluk yatırımlar yapıldı. Mahallelerdeki toplum merkezleri ve gençlik evleri güçlendirildi veya yenileri açıldı. On binlerce eğitimci ve sosyal çalışma uzmanı bu mahallelere gönderilmek üzere yetiştirildi. Banliyölere uygun olacağı düşünülen sosyal çalışma ve eğitim alanı içeresinde sayabileceğimiz birçok meslek ortaya çıktı. Eğitim alanındaki eksikliklerin giderilmesi için banliyölerdeki okulların öğrenci sayıları azaltıldı. Üniversitelerde banliyölerde uygulanacak yeni şehir politikaları ve meslekler üzerine bölümler açıldı. Banliyölerde uygulanmaya çalışılan bu yeni yaklaşımlar ve pratikler farklılaşarak ama özünü koruyarak günümüze kadar devam etti.

Bütün bu girişimlere ve yatırımlara rağmen banliyölerdeki sorunların ağırlaşarak devam ettiğini görüyoruz. Gençlerin istihdam sorununun çözümlenmediğini, aksine giderek daha da kronik hale geldiğini gözlemliyoruz. Hiç diploma alamadan okulu terk eden, hiçbir mesleğe yönlendirilmeden boşta gezen ve hiçbir vasfı olmayan gençlerin oranının daha da yükseldiğini görüyoruz. Bütün sorunların çözümünün sosyal çalışma ve eğitim uzmanlarından beklendiği, âdeta onların çözmesi gerektiği gibi bir anlayışın hâkim hale geldiğini de gözlemleyebiliyoruz. Ama onların etki alanlarının da sınırlı olduğu, kapalı bir sistem içerisinde güçlü bir dönüşüm dinamiği yaratmanın zorlukları zamanla açıkça ortaya çıktı. Buna rağmen, kamu politikalarını oluşturanların ve yerel yönetimlerin yeni çözümler üretme konusunda yetersiz kaldığını, hatta isteksiz olduğunu bizzat kendi araştırmalarımızda ortaya koyduk. Bu noktanın anlaşılabilmesi için ister istemez Fransa’da uygulanan sosyal politikalara ve sistemin işleyiş biçimine de bakmak gerekir. Neden bu kadar imkânın, çabanın devreye sokulmasına rağmen banliyölerdeki sorunlar ağırlaşarak var olmaya devam ediyor? Yıllardır yaptığım çalışmalarda bu sorunun yönlendiriciliği önemini korudu. Mekân sorunuyla toplumsal sorun arasındaki ilişki anlaşılmadan banliyölerin çıkmaz sokağı da anlaşılamaz. Şüphesiz ekonominin işleyiş tarzı ve sosyal politikaların etkili olabilme olasılığı arasındaki bağ da önem kazanıyor. Bireylerin gündelik olarak birçok mekân arasında mekik dokuyarak kendi sosyalleşme süreçlerini oluşturduklarını düşünürsek ve bunun da bir maliyetinin olduğunu varsayarsak, imkânı olmayan bireylerin kent mekânlarındaki hareket alanlarının çok sınırlı kalacağını da görebiliriz. Sosyal konutların yoğunlukta olduğu banliyö kentlerinde oturanların da alt sınıflardan geldiklerini dikkate alırsak hareket etme imkânlarının sınırlanacağı anlaşılabilir. Bir yandan da kent merkezlerine yakın veya kent özelliği taşıyan mekânlara tutunamayan bireylerin de sürekli banliyölere doğru sürüldüğünü (gentrification) düşünürsek konunun anlaşılması daha kolay olabilir. Yani normal ilişki ağları içerisinde tutunamayan, ekonomik olarak çaresiz kalan bireyler sürekli olarak kenarlara doğru itildiğinden, banliyölerdeki sorunların çözümü imkânsızlaşıyor. Çünkü banliyölere gelmekle, yoksullar toplumsal ilişkilerin dışına itilerek “gereksizler” kategorisine dahil ediliyorlar ve oradan çıkış da zaman geçtikçe daha da zorlaşıyor. Toplumun içerisinde olan yoksul veya göçmenle toplumun dışında tutularak yönetilen yoksul ve göçmen arasındaki farklılık mekânların bağlantılılığıyla veya kopukluğuyla çok yakından ilgili. Toplumsal ilişkilerin zenginliği içerisinde yoksul bireylerin tutunma yerleri daha fazla olur, hatta toplumun diğer kesimleriyle dayanışma dinamikleri oluşturmaları da mümkün olabilir. Siyasal kanallara girme noktaları ve eğitim imkânları da onlara bir perspektif açabilir. Ama kapalı bir alana kısılan yoksulun kapandan kurtuluşu neredeyse imkânsızlaşabilir. Oluşturulan kent politikaları, bütün iyi niyetlere rağmen banliyöleri kentin merkezine bağlayamadı. Kuşaklar boyu, kimsenin yaşamak istemediği mekânlarda tutunmaya çalışan yoksul banliyö sakinleri bu durumdan çıkış için hâlâ çaba harcıyor. Eğer gençler hâlâ ayaklanma cesaretini gösterebiliyorlarsa, bütün olumsuzluklara rağmen direnç gösterebiliyorlarsa bunu “gereksizleştirme” yaklaşımına karşı bir var olma mücadelesi olarak görebiliriz. Ferhad Khosrokhavar (2015) banliyö gençliğinin şiddete yönelimini, içinde bulundukları koşullardaki umutsuzluğun bir işareti olarak değerlendiriyor.

Banliyölerde biriken nefretin sosyal içeriği ve kamu temsilcileriyle olan sürekli gerginlik ve çatışma hali

27 Haziran’da banliyölerde yeniden alevlenen isyan hareketi 1980’li yıllarda başlayan kentsel sınıfsal ve etnik temelli bölünmenin yeni bir boyutunu ortaya koydu. Halbuki, o zamandan beri alınan kararların, yatırımların ve çabaların bu bölgeleri toplumsal-mekânsal ağların içeresine çekmesi beklenirdi. Zaten birçok sosyal bilimcinin ve o bölgelerde çalışan eğitimcinin anlamakta zorlandıkları da bu çelişkili durum değil mi? Son olaylarla ilgili yaptığı değerlendirmede banliyöler üzerine yaptığı araştırmalarla tanınan sosyal bilimcilerden Michel Kokoreff’in[6] belirttiği bir nokta özellikle dikkat çekiciydi. Kokoreff, 1980’lerden itibaren geliştirilen şehir politikalarının “daha kötü bir ayrışmayı önlediğinin, ancak etnik yoğunlaşmayı azaltma ve sosyal çeşitliliği teşvik etme gibi beklenen etkileri yaratmadığı”nın altını çiziyordu. Banliyö sorununun zaman zaman depreşerek bütün toplumu bu kadar derinden sarsması, aynı zamanda, onun toplumsal yapının işleyişine dair çelişkilerin bir dışavurumu olmasından kaynaklandığı da söylenebilir. Bu durumu açıklamak için iki nokta öne çıkar. Birincisi, banliyö olgusu sadece göçmenlerin birikim yeri olarak ele alınamaz. İkincisi de çıkış için köklü adımlar atma potansiyeli hem siyasal hem de ekonomik ve sosyal anlamda çok zayıf.

Önce birinci noktayı biraz açmaya çalışayım. İlk bakışta, banliyölerde olup bitenleri yabancıların yoğun olarak birikmesinden kaynaklanıyormuş gibi düşünmek mümkündür. Keza, yabancı kökenli vatandaşların çoğunlukta ve görünür olması bu sonucu çıkarmayı kolaylaştırıyor. Ancak biraz daha yakından baktığımızda, yabancı kökenli yoksullarla Fransız yoksulların banliyölerde iç içe yaşadığını görürüz. Yani ortak özellik yoksulların, merkeze daha yakın yerlerde tutunamayanların bir arada kümelenmesidir. Burada, yeri gelmişken banliyölerin Fransa’daki birikmiş toplumsal sorunun kendini açığa vurduğu alanlardan en önemlilerinden birisi olduğunu belirtmekte fayda var. Yukarıda altını çizdiğimiz, çok boyutlu (mekânsal, sosyal, simgesel ve ekonomik) kopukluklardan dolayı banliyölere sıkışanların buralardan kurtulma ihtimalinin zayıflığı, sorunun giderek ağırlaşmasının nedenlerinden biridir. Yeni doğan bir çocuğun banliyöde yetişkin bir bireye dönüşmesi sürecinde geçirdiği evreleri göz önünde bulundurursak bu çıkışsızlığın boyutu daha iyi anlaşılabilir. Çocukluktan beri hayatını toplu sosyal konutların arasında dünyaya açılma fırsatı bulamadan geçiren, toplumun zengin çeşitliliğinden uzakta bir var olma hali oluşturan bireyin, toplumun kendisinden beklediği davranış biçimlerini oluşturması beklenemez. Her ne kadar okul sıralarında geçse de mahalle kültürünün yarattığı iklimden bir türlü kurtulamayan banliyödeki birey toplumun içerisine girmeye çalıştığında, diğerlerinden farklı olduğu hem diğerleri tarafından hem de kendisi tarafından hemen fark ediliyor. Ayrı dünyalara ait olmanın getirdiği uyumsuzluk, banliyö bireyinin toplumda bir yer edinmesinin önünde en belirgin engel olarak dikiliyor. Biz biliyoruz ki, içinde bulunduğumuz toplumda, çocukluktan itibaren herkes kendisine uygun bir yer bulmak için amansız bir mücadeleye giriyor. Donanımlı olmak, iyi bir eğitimden geçmek, herhangi bir alanda uzmanlaşmak, en azından bir yabancı dil öğrenmek bu yarışta bireylerin dayandığı unsurlar. Donanımın içerisine eğitimin yanında kültürel birikimin girdiği de aşikâr. Banliyölerde yetişen çocuklarda bu birikime ulaşma imkânları çok kısıtlı olduğundan, mahallede oluşan kültürel ortamın sağladığı olanaklarla yetinmenin dışında başka bir seçenek kalmıyor. Mahalle kültürünü besleyen kaynakların da çok sınırlı ve kapalı bir ortamda birikmesi kaçınılmaz olarak bireyleri banliyö mekânlarına mahkûm ediyor. Bazı gençler farklı stratejiler geliştirerek bu durumdan kurtulmayı başarabilseler de büyük çoğunluk terk edilmiş ve değersiz olarak görünen bu mekânlarda varlığını sürdürmek zorunda kalıyor. Kurumsal ilişkiler çerçevesinde tüketim toplumunun tam anlamıyla içine giremeyen (çünkü bu normal bir iş bulmayı ve gelir sahibi olmayı gerektiriyor) banliyö gençleri kendilerine özgü enformel ticaret alanları yaratmaya çalışarak legal olmayan yollardan kendilerine bir var olma alanı açmaya çalışıyorlar. Esrar ticareti etrafında oluşan çeteleşmeler ve mahallelerdeki meydanları, evlerin giriş yerlerini kontrol etme girişimleri bu sürecin bir parçası olarak görülmelidir. Kamuyu temsil eden herkese karşı biriken kin ve mahalle alanlarını kamu temsilcilerine karşı koruma refleksi de mahallelerin gündelik hayatının bir parçası durumunda. Polisle olan mücadelenin eksenini ise mahalleyi kimin kontrol edeceği meselesi oluşturuyor. Sosyal hizmet görevlilerinin ve eğitimcilerin de aynı sıkıntıları yaşadığını, gençler tarafında protesto edildiklerini, hatta kovulduklarını biliyoruz. Görüştüğümüz gençlerden biri “Bizi buraya terk edenler, duvarlar arasında bırakanlar göz boyamak için birkaç tane eğitimci veya animatör gönderiyorlar, bizi böyle uyutamazlar,” diye özetliyordu içinde bulundukları durumu. Banliyöde karşılaştığımız başka bir genç de “Eğer biz şiddete başvurmazsak, herkes bizi unutacak, unutulmamak için bize bunu yapanlara biz de aynısını yapıyoruz,” diye özetliyordu kamuyu temsil edenlere karşı oluşan tepkileri. Normal kamusal alan olma özelliklerini kaybetmiş olan banliyölerin gündelik hayatını belirleyen ve sürekli karşı karşıya olan en önemli iki aktör örgütlü genç grupları ve polistir. Yine görüştüğümüz başka bir genç şöyle söylüyor: “İş bulma imkânım sıfır gibi, diplomam yok, bir meslek edinemedim, mahallede aylak aylak dolaşıp duruyorum (je galére), bu durumdan kurtulmam, bir ev kurmam çok zor, işin özü kaybedeceğim bir şey yok. Zaten yabancı çocuğu olduğum için bir değerim de yok toplum için. Onun için de risk almak benim için sorun olmuyor.” Oysa bir mekânın kamusal alan olarak kalabilmesi için oradaki ilişkileri düzenleyen çok sayıda aktörün sürekli devrede ve bir arada olması gerekir. Banliyölerde sürekli varlığını koruyan bu gergin ortamın zaman zaman sürtüşmeye ve çatışmaya dönüştüğü de buraları az çok bilenler için sürpriz değil.

Tanınma sorunu ve temsil kanallarının kapalı oluşu

Bir yandan toplumdan atılmışların veya topluma tutunamayanların birikim mekânları olarak görülen banliyölerde oturmanın ne kadar maliyetli olduğunu ortaya koymaya çalışırken, bir yandan da burada oturan bireylerin tepkilerinin anlamını kavramaya çalışıyoruz. Bu analiz çerçevesinde ortaya çıkan noktalardan biri de toplumun içerisine girememenin getirdiği dışlanmışlık hali veya tanınmama durumudur. Gençlerin ifadelerinden de anlaşılacağı gibi “beni tanımayanları ben de tanımıyorum” gibi bir tutum ortaya çıkıyor. Tanınmanın göstergeleri ise kabullenmeyi gerektiren davranış biçimlerinin bütünüdür. Ayrım yapmadan işe alma, kültürel ve sosyal faaliyetlerin olduğu mekânları açma, şehrin bütün zenginliklerine ulaşımı mümkün hale getirme, eğitim imkânlarından diğerleri gibi yararlanabilme olanaklarını oluşturma gibi göstergeleri kabullenmenin işaretleri olarak sayabiliriz. Banliyölerdeki yaşam biçimi tamamen kapalı bir devrede cereyan ettiği için, banliyödekilerin ötekilerle karşılaşma imkânları da yok denecek kadar sınırlı. Zaten karşılaşma imkânlarının olduğu bu sınırlı alanlar da çabukça çatışmalı alanlara dönüşüyor. Tanınmanın temel unsurunun karşılaşma ve bir bağ kurma olduğunu düşünürsek, banliyöde yaşayanların diğerlerini tanıma imkânı olmadığından onlarla bağ kurma fırsatını yakalamaları, haliyle tanınmaları da mümkün olmuyor. Banliyö bölgelerinin tehlikeli yerler olarak toplum hafızasında yıllardır yer etmesi de bu kopukluğa katkı sağlıyor. Bu bölünmüşlük ve zıtlık bağlamında oluşan güvensizlik ve korku ortamında ortak inisiyatifler geliştirmenin de pek mümkün olamayacağı düşünülürse banliyölerde yaşayanların tanınma beklentisinin karşılık bulması imkânsız gibi. Bu kadar sorunu barındıran kent mekânlarında yaşayanların önünde iki seçenek kalıyor. Ya bu koşulları kabul ederek, ona uyum sağlayarak yaşamak, ki bu da yavaş yavaş çürümeyi gündeme getirecektir ya da içinde bulunulan koşullara ve onu besleyen kurumlara karşı isyan etmek. Banliyölerde bu iki eğilimi de gözlemleyebiliyoruz. Mahalle içerisinde çeteler arasında oluşan hakimiyet savaşları ve uyuşturucu ticaretinin yaygınlaşması çürüme eğilimlerini ve gettolaşmayı güçlendirirken, kurumlara karşı oluşan tepkiler ve isyanlar bir çıkış arayışına işaret ediyor. Bu noktada, gençlerin kalkışmalarının, her ne kadar şiddeti ilahlaştırarak bir amaç mertebesine yükseltme eğilimi taşısa da politik bir içeriğe sahip olduğunu söyleyebiliriz. Tanınma koşullarının sıfıra yakın olduğu bu koşullarda, ortaya çıkan şiddeti öne çıkaran bu davranış biçiminin tanınma arzusunun diriliğiyle yakından alakalı olduğunu da belirtmekte fayda var.

Temsil sorununun tam anlaşılabilmesi için banliyölerde devleti ve siyasal akımları temsil eden aktörlerin durumunu da açıklamak gerekir. Kısacası devlet ve yerel yönetimler banliyölerdeki toplu sosyal konutların ağırlıklı olduğu mahalleleri kontrol edebilmek için bir yandan sosyal çalışmacılar, eğitimciler ve animatörleri devrede tutuyorlar, bir yandan da polisin müdahale gücünü kullanıyorlar (Poyraz, 2015). Burada siyasal akımların ve partilerin temsilcilerini çok fazla göremiyoruz. İlk dönemlerde (80’li yıllar ve öncesi) komünist ve sosyalist partinin örgütlü olduğu banliyöler zamanla tümüyle terk edildi. En son siyasal temsil durumunu banliyölerde yaşayanlar “SOS racisme” isimli ayrımcılığa ve dışlanmaya karşı gelişen hareketle tanıdılar. Ondan sonra sol hareketlerin yoksul kesimlerden kopuş ve bürokratikleşme sürecinin hızlandığını görüyoruz. Sivil toplum kuruluşlarının varlığı da çok sınırlı durumda. Oysa banliyö gençliği çok açık bir şekilde kendilerini dar bir alana sıkıştıran bu kapalı sistemde çıkışın kanallarını sürekli zorluyor. Son zamanlarda Jean-Luc Mélenchon’un başında bulunduğu NUPES (Sosyal ve Ekolojik Yeni Halk Birliği) hareketinin banliyölerdeki sorunlarla yakından ilgilenmeye başlaması bir başlangıç olarak görülebilir. Ancak, banliyölere terk edilen Fransız yoksulların büyük bir kısmının yabancı karşıtı Fransız milliyetçilerini desteklediği de bir gerçek olarak önümüzde duruyor. Ayrıca, yüksek okul mezunu bazı banliyö gençlerinin politik alana ilgi duyması, hatta yerel yönetimlerde gözükmeye başlamaları da bir ışık olarak kabul edilebilir.


[1] Ayaklanma sırasında meydana gelen yıkma-dökmeyle ilgili olarak sigorta şirketlerine 11.300 başvurunun olduğu, en az 650 milyon euroya mal olan bu zararın büyük ölçüde kamu binalarını ve ticari yerleri ilgilendirdiği biliniyor. 2005 yılındaki ayaklanma sırasında ortaya çıkan zararların en büyük bölümü otomobil tahribiyle ilgiliydi, 2023 Haziran sonu patlak veren olayların esas hedefi ise kamu binaları ve ticari yerler (%90) oldu (Le Monde gazetesi, 10 Temmuz 2023). 

[2] Didier Lapeyronnie bunu karşı toplum olarak adlandırıyor: “Contre- monde. İmitation, opposition, exclusion”, Les annales de la recherche urbaine, 1999. n° 83-84, s. 53-58.

[3] Dubet François ve Didier Lapeyronnie, Les quartiers d’exil, Edition du Seul, 1994.

[4] Bu konuda, Cornelius Castoriadis’in la monté de l’insignifiance (Anlamsızlığın yükselişi) isimli kitabı oldukça aydınlatıcı bilgiler veriyor.

[5] Banliyölerde yaşayan genç kızların ve kadınların özgürlük alanlarının daralması üzerine yaptığımız bir araştırmada, gençlerin gündelik yaşamlarında ve kurumlarla ilişkilerinde bu dört alan arasında gidip geldiklerini gözlemledik.

[6] BBC News Türkçe, 5 Temmuz 2023.


Kaynakça

Michel Kokoreff, BBC News Türkçe, 5 Temmuz 2023.

Dubet François ve Didier Lapeyronnie, Les quartiers d’exil, Edition du Seul, 1994.

Cornelius Castoriadis, La monte de l’insignifiance, Sciences humaines, 2007.

Ferhad Khosrokhavar, Radicalisation, Clamecy, Edition de la maison des sciences de l’homme, 2014.

Henri Lefebvre, Le droit a la ville, Broché, 2009.

Henrı Lefebvre, La revolutıon urbaine, Edition Gallimard, 1970.

Didier Lapeyronnie, “Contre- monde. İmitation, opposition, exclusion”, Les annales de la recherche urbaine, n° 83-84, 1999, s. 53-58.

Mustafa Poyraz, Intervention sociale et animation. Gestion communautaire ou éducation populaire?, Paris, L’Harmattan, 2015.

Abdelmalek Sayad, La double absence: Des illusions de l’immigré aux soffrances de l’immigré, Sciences humaines, 2014.

Georg Simmel, “Metropol ve zihinsel yaşam”, Georg Simmel, Max Weber, Ferdinand Tönnies ve Don Martindale, Şehir ve Cemiyet içinde, İstanbul, İz Yayınları, 2005.