“İsa’nın Güncesi”nde Metaforlar, Hayat ve Anlam

İsa’nın Güncesi ile Melih Cevdet Anday, Camus’nun Yabancı romanındakine benzer bir tematik göndermeyle insanlık durumunun karmaşıklığını, topluma/bireye dayatılan saçmalık sınırındaki totaliter uygulamaları ve genel olarak varoluşun saçmalığını ele alır. 1974 yılı Melih Cevdet Anday’ın İsa’nın Güncesi adlı romanının yayımlandığı yıldır. Türkiye toplumu, daha on yıl önce yaşadığı bir askerî darbenin (1960) travmasını atlatamadan 9 Mart 1971 darbe teşebbüsünün dehşetine sürüklenirken Anday, totaliter yönetimlerce topluma karşı işlenen sistematik suçlara karşı derin bir isyan duygusu yaşamış olmalı ki alegorik bir yöntemle de olsa bu tür absürtlük sınırında dikta yöntemleri uygulayan iktidarlara karşı böyle apokaliptik bir atmosferin olduğu bir roman yazar. Anday, yalnızca isyan ediyor olmamalı, bir taraftan da aklın/mantığın kaybedilmiş gibi göründüğü bu militer dikta uygulamalarının karşısında derin bir anlamsızlık duygusu da yaşıyor olmalı. Nihayetinde sol aydınlanmacı düşüncenin muhalif bir düşünürü/sanatçısı olan Anday, başat bir aktivist olmasa da toplumun Batıcı bir perspektifle aydınlanması, bilinçlenmesi, modern ve çağdaş bir düşüncenin yerleşmesi ve insan hak ve özgürlüklerinin tam sağlanması için belli bir mücadeleye de öncülük etmiş, bu mücadelede yerini almış bir sanatçıdır. Darbe sürecinde, olup biten her şeyin, bir çeşit saçmalık/anlamsızlık olduğu hissini derinden hisseden Anday, varoluşçu felsefenin perspektifinden kurguladığı bu roman ile mevcudu, estetiğin olanaklarıyla sabitler, tarihe not düşer. Bu yönüyle İsa’nın Güncesi romanı, Gizli Emir’de önbildirici olarak bildirilen geleceğin apokaliptik yönetimlerince toplumun/bireyin maruz bırakıldığı baskının, zorbalığın, saçmalık sınırındaki keyfî uygulamaların başarılı bir sanatsal sunumunu metaforik bir yöntemle ele alır.

M.C. Anday Aylaklar romanına değin müstear isim kullanarak yazdığı çok sayıda romanda daha çabuk tüketilir, popüler, ortalama okurun ilgi ve algısına açık temaları işler. Bu romanlarda ne kurguda ne de dil düzeyinde bir metafor/alegori çabası yoktur. Dolayısıyla anlamsal olarak olaya dayalı, tek katmanlı, ilgi çekici, sürükleyici, anlamına kolay nüfuz edilen romanlardır bunlar. Aylaklar romanı onun roman sanatına yaklaşımında bir milat sayılabilir. Kendi adını kullanarak yazdığı bu roman ile daha derin anlamlar, alegoriler, metaforlar içeren ve anlamsal olarak daha donanımlı bir okur düzeyini hedefleyen yeni bir kulvara giriş yapar. Anday, Aylaklar romanında, varoluşçu “saçma ve özgürlük” motiflerine giriş mahiyetinde bazı kahramanlar ve birtakım olaylar üzerinden anlamsal işaretler sunmuştu. Gizli Emir’de ise İsa’nın Güncesi’nde sunacağı distopik yönetim ve uygulamalara ilişkin önkurgusal bir taslak hazırlar. AYOT rejimi üzerinden toplumun sindirilmesi, bireyin korku ve kaygı altında değersizleştirilmesi izleğinin işlendiği bu roman, Anday’ın anlatı sistemindeki radikal dönüşümün işaretlerini de taşır. Gizli Emir’deki apokaliptik atmosferin içerdiği motiflere, İsa’nın Güncesi’nde post-modern algı ve değer sisteminin izlekleri sayabileceğimiz değer yitimi, hakikatsizlik, saçmalık, idealsizlik ve anlamsızlık nüansları da eklenir. Anday Gizli Emir’deki AYOT dikta rejiminin işletim aparatlarının bir kısmını İsa’nın Güncesi’ndeki dünyaya da taşır. G. Orwel’in 1984 romanında kurguladığı distopik dünyadakine benzer; kim oldukları, yetkiyi kimden/nereden ve nasıl aldıkları bilinmeyen bir mafyatik iktidar gücünün, kendini açık etmeden görevlileri eliyle topluma/bireye yaşattıkları/dayattıkları akıl dışı, mantıksız, saçmalık düzeyindeki uygulamalardır, her iki romanın izlekleri. Bu yönüyle Gizli Emir ve İsa’nın Güncesi birbirlerinin devamı gibi de değerlendirilebilirler.

Metaforik bir kurgu evreni

Anlatıda dil, bir form olarak ele alındığında, metaforsuz bir anlatıda her dilsel form bir tek içerik taşırken, metaforlu kullanımın sağladığı imkânla bir dilsel form, birden fazla içerikle anlamlandırılabilir. Bu, metaforun dile sağladığı bir kullanım olanağıdır. Gerçi George Lakoff ve Mark Johnson, yazdıkları Metaforlar: Hayat, Anlam ve Dil kitabında dilin her şekilde metaforik olduğunu söylerler ama biz yine de metaforun yaygın olarak bilinen kullanımına göre düşünerek Anday’ın, romanında ne tür metaforlarla sembolizmini kurmaya çalıştığını anlamaya çalışmalıyız. Metaforun, Yunanca “meta: öte ve phrein: taşımak” sözcüklerinden oluştuğu bilinir. Metaforu, “anlamı öteye taşımak, bir yerden bir yere götürmek” bağlamında düşündüğümüzde Anday’ın, İsa’nın Güncesi anlatısında, dilin lafzi anlamı ile figüratif anlamı arasındaki salınımda, okurunu hangi düşünsel ve estetik anlam dünyasına taşımak istediğini bulmanın o kadar kolay olmayabileceğini de bilmek gerekiyor. İsa’nın Güncesi romanı, dilin anlamsal kullanımı yönüyle metaforik olmanın yanı sıra olay formlarının kurgusal mimarisinin de metaforik/sembolik olması yönüyle açık ve kapalı olmak üzere anlamsal katmanlardan oluşan kompakt bir eserdir. Anday mimari yapıyı ve anlamı oluştururken, olayların basit ve anlaşılır örgüsünü anlamsal katmanın yüzeyinde tutarken, alt katmanlara da bu fenomenlere ve onları bildiren dilsel formlara yüklenen çağrışımsal/sembolik anlamları işler. Böylece dilsel bir anlatı formuna birden fazla anlam kazandırarak onun hermetizmini de sağlamış olur.

Yazar, romanın başkarakteri için seçtiği “İsa” isminden başlayarak, anlatının maddi ve soyut mimarisini metaforik çağrışım ve sembollerle örüntüler. Eserde, İsa’nın sorgulanma nedeni, biçimi, sorgunun dili ve mantığı; onu sorgulayanların takındığı tavır ve çalıştığı kurumların tuhaf-saçma isimleri; İsa’nın bu manasız sorguya karşı geliştirdiği tepki; insanlara ve olaylara karşı genel tutumu; anlatı olayları süresince yağmurun hiç durmadan yağıyor olması; İsa’nın kendisi ve diğer herkesi hayvanlara benzetmesi gibi birçok öğeyi bu sözünü ettiğimiz sembolizmin işaretleri olarak düşünmek gerekir. Fakat belirtmek gerekiyor ki Anday, sadece İsa’nın Güncesi’nde değil, 1970 sonrası dönem romanlarında ve şiirlerinde de metaforu/sembolleri, sanatsal üretimi için çok yaygın bir biçimde kullanır. Bu bağlamda onun, metaforun sağladığı yaratıcı, yoğun, çok katmanlı, zengin, şaşırtıcı ve ayartıcı imkândan yararlanmak istediğini de düşünebiliriz. Bunu bir anlatım olanağı olarak hem işlevsel hem de anlamlı buluyor olmalı. Gökhan Yavuz Demir, George Lakoff ve Mark Johnson’dan çevirdiği Metaforlar: Hayat, Anlam ve Dil kitabının önsözünde metaforlar için şöyle der: “İnsan, içinde yaşadığı gerçekliği ancak metaforlar vasıtasıyla ve metaforik olarak inşa edebilir. Metaforlar hayatı, kendimizi ve ‘öteki’ni anlamanın yegâne yoludur. Metaforlar, dünya diye adlandırdığımız şeyi, onu açığa çıkararak ve gizleyerek bize sunar. Hayatı ve dili mucizevi kılan metaforlardır” (Minotor Kitap, 2022, s. 11). Anday’ın da 1970 sonrası hem roman hem şiir sanatında metafora yaklaşımının, Gökhan Yavuz Demir’in anlamlandırdığı doğrultuda olduğunu, gerçeği anlamanın en iyi yolunun metaforlar kullanmak olduğunu düşündüğünü varsayabiliriz. İlaveten Anday’ın metaforu salt bir süs öğesi olarak tercih etmediğini, anlatılarının içerdiği yoğun düşünsel-felsefi bağlamları da ancak metafor marifetiyle işlevsel kıldığını belirtmek gerekiyor. Bu nedenle onun şiir ve düz anlatılarında her metaforik öğe hem linguistik bir sanatsal işaret taşır hem de derin ve çağrışımsal anlam dokusu için kullanışlı bir araca dönüşür. Onun metaforları, açık anlamı gizleyici bir rol üstlenseler de diğer taraftan da gizli anlamı açık etmeye yararlar. Anday, anlam açıklığından yana olmasa da anlamı salt bir bilinmezlik/gizem/belirsizlik yaratmak için kapalı kurmayı da tercih etmez. Onun kurduğu anlamsal yapının kapalılığı, okurun algı ve bilgisinin yeterlik düzeyiyle ilgilidir. Bu anlamda Anday, anlama ulaşmada okurun da sanatçı kadar yoğun bir emek içinde olmasını, kolaycılığa kaçmamasını savunur.

İsa’nın Güncesi’nde anlamsal doku ve hukuki düzen

Camus, 1936 gibi erken bir tarihte, Yabancı’yı muştularken bir "felsefi eserin" teması olarak "saçmalık“tan bahsetmişti ve aynı yıl şunu da eklemişti: "Filozof olmak istiyorsan roman yaz." Oysa Anday, 1965’te yayımlanan Aylaklar’ da, 1970’te yayımlanan Gizli Emir’de, 1974’te yayımlanan İsa’nın Güncesi romanında, 1975’te yayımlanan Raziye’de ve 1970 sonrası şiirlerinde felsefi izleklere çokça yer verse de bir filozof olma isteğini hiç dile getirmemişti. Ancak adı geçen romanlarında ve belli bir dönem sonrası şiirlerinde felsefi düşünüşe bu kadar çok yer vermesi, filozof unvanını talep etmese de onun, felsefi tefekkürü bir varoluş edimi, bir direniş biçimi ve sanatsal bir yöntem olarak seçmiş olduğunu göstermektedir. Toplumsal-siyasal sorunlara, tarihsel olay ve olgulara mensubu olduğu aydınlanmacı sol ideolojik düşüncenin yaygın dili ve perspektifinden bakmaması, farklı bir biçimde daha alegorik-simgesel, metaforik bir bakış ve tarz edinmesi onu yazın tarihimizin özgün-özerk bir öznesi yapar. Anday, dönemin hâkim dilini, jargonunu ve terminolojisini reddedip onu yetersiz bularak sanata ve toplumsal sorunlara, düşün ve felsefenin perspektifinden bakmayı seçer. Toplumsal sorunlar da, muhalif olma da kadim geçmişin, aydınlanmanın zengin düşün birikiminden ve felsefenin üstün düşünme kabiliyetinden yararlanılarak daha kavranılır olur ve bu yöntemle sanata aktarılır diye düşünüyor olmalı ki beli bir dönem sonrası (1970) sanat çizgisi tümüyle değişmiş, “düşün-felsefe” odaklı ilerlemiştir.

Anday, İsa’nın Güncesi’ne değin çok sayıda roman kaleme alır. Ancak İsa’nın Güncesi, Raziye romanıyla birlikte onun roman yazarlığının zirvesini oluşturur. Böyle düşünmemizin nedeni, felsefi izlekler içeren romanların; kurgusal yapısının, semantik ve linguistik niteliğinin, karakter yaratımının, olay ve düşünce öğelerinin estetiği ihmal etmeden, hakkıyla yerine getirilmesinin zorluğuyla ilgilidir. Bizde değil ama Batı romanında felsefi roman yazmanın Camus, Sartre, Borges, Marcel Proust gibi filozof yazarların başvurduğu ve cüret ettiği bir yol olması, Anday’ı, bu cesareti ve yeteneği yönüyle de kendi edebiyat dünyamızda özel ve takdir edilesi kılar. Onun bu çabasına A.H. Tanpınar, Bilge Karasu, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay ve başkaca çok az yazarın belli düzeylerde katkı sunduğunu belirtmek gerekiyor. Anday, felsefi-düşün izlekli roman yazmaya, bu yolda bir iddia ve bildiri taşıyarak, bunu açık ederek kalkışmaz. Herhangi bir felsefi disipline angaje olduğunu bildirmediği gibi bilinen bir felsefi düşünceyi sanat yapıtları yoluyla işlemeyi gaye edindiğini de ileri sürmez. Onun romanlarında dilin, anlamın ve kurgunun oluşmasında felsefi-düşün şifrelerinin kullanıldığını saptamak, değerlendirmek, yorumlamak ve analiz etmek okura ve eleştirmenlere bırakılmıştır. Anday, romanlarını sembol ve metaforlarla kurgularken bilinçli olarak hermetizme alan açar, okurlarını hemen okuyup tüketecekleri olaylarla değil, üzerinde yıllarca ve defalarca tefekkür edecekleri bir anlamsal derinlikle meşgul etmek ister.

Yazar, İsa’nın Güncesi’ni yazmaya kalkışmadan önce bu tür alegorik distopya kurma tecrübesini yine ustalıkla kurguladığı Gizli Emir üzerinden geliştirir. Orada yarattığı sürreal dünya, İsa’nın Güncesi’ndeki fantastik modüler-sembolist dünyaya öntaslak oluşturur. Yazarın, yarattığı ana karakter İsa’nın kişiliğinde ortaya çıkacak olan varoluşçu “absürt, yabancılaşma ve hiçlik” temaları için olay seriminin dışında bir de bu temaları içeren düşünce serimi çalışması yapmış olduğunu da varsayabiliriz. Ayrıca İsa’nın Güncesi’nde anlatının, bakış açıları üzerinde oynamamıza imkân veren birinci şahıs ağzından oluşmasıyla, anlatıda olayın hemen başlangıcında, “Olay bir Çarşamba günü başladı, işyerimdeki yeni çalışma odamda. Bu odaya beni, olayın başladığı günden bir gün önce, salı günü öğleye doğru getirmişlerdi," diyen anlatıcı kahramanın, kendisini gizli bir “üçüncü kişi"nin gözüyle de izlemesinin ve sanki bütün olanları dışarıdan gözlemliyormuş gibi ifade ediyor olmasının oluşturduğu anlam farkını yaratmanın da Anday’ın bir hüneri olduğunu belirtmek gerekir. Bunu, Maurice Blanchot'nun 1942'de Yabancı’nın Meursault’su için belirttiği, "Kendisiyle ilişkide sanki bir başkası onu görmüş ve konuşmuştur," durumuna benzetebiliriz. Bu farkın, hikâyenin gidişatı tarafından hızla reddedilen, ancak yine de tüm hikâyenin karaktere odaklanmasına izin veren bir özgünlük içerdiğini de anlıyoruz. Başlangıçta adsız olan kahramana sonradan eşi tarafından verilen “İsa” isminin de henüz hikâyeyi okumadan önce bile karaktere bir imajı empoze ettiğini, ancak bunun olaylar okunduktan sonra geliştirilebildiğini; bu adın dilde, kültürde ve algıda yarattığı farklılığın çağrışımsal gücünden yararlanıldığını söyleyebiliriz. Nitekim başkarakterin de hikâyenin bir yerinde karısı tarafından kendisine verilen İsa isminin çağrışımsal teolojik yönüne odaklandığını, kendisini peygamber İsa ile karşılaştırdığını görürüz. Bu analojinin bir yerinde şöyle der:

Bir aydınlığa varabilirim umudu ile kutsal kitapları da ruh bilim kitaplarını da karıştırdım ama doyurucu bir bilgi edinemedim, bir sonuca varamadım. Ancak o küçük araştırma bende yeni bir merak alanı olarak yavaş yavaş yerleşti. Bunları sırası geldiğinde anlatacağım. Burada şuncasını söyleyeyim, bana takılan bu ‘İsa’ adına alıştım, en azından. Zamanla İsa Peygamber’le aramızda benzerlik bile bulmaya başladım (İsa’nın Güncesi, Everest, 2021, s. 70).

Peygamber İsa’nın kendi teolojik yolculuğunda, giderek, üstlendiği rol ile kendi gerçekliği arasındaki anlamsal ve organik bağı yitirip kendine, otobiyografik kökenine, çevresine yabancılaşması gibi Anday’ın İsa’sı da içinde olduğu dünyaya yabancıdır, oraya fırlatılmış gibidir ve bu nedenle kendine, eylemlerine ve çevresine ilişkin anlamlandırmayı doğru ve mantıklı biçimde yapamaz. Sartre, Anday’ın İsa’sınınkine benzer bir yabancılaşmayı Camus’nun Yabancı romanındaki kahramanı Meursault için düşünür. Meursault’un bilincinin “şeylere karşı şeffaf, anlamlara karşı opak” bir pencere gibi olduğunu söyler. Anday’ın İsa’sı da şeyleri en ince ayrıntılarına kadar görmede, olayları sıralamada mahirdir ancak onlara anlamlar verme çabasında kötürümdür, hatta bu çabaya çoğu kez hiç girmez. Sadece bakar ve görüntü olarak kaydeder, bu görüntüleri belli bir anlam bağıyla bütünlüklü bir hikâye içine doğru ve sıralı bir biçimde yerleştiremez. Yani yaptıklarını, gözlemlediklerini ya da hissettiklerini yorumlamaz, bilincine taşımaz, öylece ortada bırakır: ”Geçenlerde eşim, ‘ben ölüyorum, sen ne yapıyorsun?’ diye sordu. ‘Ben de öldürülmeyi bekliyorum.’ dedim. Söylediğim doğru ama bundan bir korku duymuyorum,” (İsa’nın Güncesi, s. 4) diyen İsa, olay ve olguları tanımsız, bağlamsız, içeriksiz kılar; ardındakini irdelemeden fenomenolojik yüzeyde bırakır. Fakat anlatı, birinci kişinin ağzından oluşmasına rağmen hikâye bildiricinin yorum yapmaz, yabancı tavrı, okuyucu açısından bazı handikaplara yol açar. Nitekim pek çok birinci şahıs anlatımlı romanla karşılaştırıldığında paradoksal olarak hem "ben"in kullanılması, hem de bu “ben” in tam “ben” olamaması, yani karakterin kendisine yabancılaşma düzeyini de aşan bir “kendinde olmama”sı hali nedeniyle okuyucunun her türlü empatiyi ve özdeşleşmeyi kurması engellenir. Bu nedenle okur da ona yabancı kalır, onu yorumlamakta zorluk çeker.

Anday, İsa’nın Güncesi’nin anlamsal inşasında yapmak istediği şeyi on dört bölüm halinde yapılandırırken okurun anlatıyı iki metin halinde okumasını da tasarlar. Metnin birinci anlamsal katmanında İsa’yı bir günlüğe kaydettiği anılar biçiminde gündelik yaşamını, çalışmalarını, işe gidip gelmelerini, sokak ve caddelerde çıktığı gezintilerini, meyhanelerde içmelerini, karısıyla yaşadığı gergin ilişkisini, sevgilisine ve bacanağına uğramalarını tüm olağan yönleriyle bize anlatırken tanırız; metnin ikinci katmanında, İsa’nın kendisine yöneltilen suç isnatları, sorgulanmaları ve savunmalarıyla içine düştüğü gerçeküstü, mantıksız, tanımsız döngü içinde bütün çevresiyle birlikte yaşama büsbütün yabancılaşarak bir hiçlik uçurumuna savrulurken izleriz. Bu yöntem, bir taraftan romanın kronolojik olay seriminin bir kozmik zaman içindeki inşasını gerçekleştirmek için olanak tanımış, bir taraftan da aynı olayların ardında saklı düşüncenin derinliğini iletmek için daha karmaşık, sembolik-metaforik dokunun anlamsal zemininin üretilmesine imkân yaratmış oluyor. Ancak bu anlamsal yapı, aynı zamanda İsa’nın bir iradi özne olarak belirmesini de, olay örgüsünün kronolojik düzlemde anlamlı akışını da engellemiştir. İsa, olan biten iyi-kötü her şeyi eşitleyip yazgısının tüm zorlamalarına tam bir kayıtsızlık ve tepkisizlikle karşılık verince özneleşme akamete uğrar ve aynı zamanda tam olarak bir hikâye de başlayıp bitmiş olmaz. İsa’nın hayatını anlama kavuşturacak “trajik kırılma” da bir türlü geçekleşmez. Bu da Anday’ın anlatıyı, varoluşçu mantıksızlık, “absürt”lük bağlamının sınırları içinde tutmak istediği anlamına gelir: ”Ama düşüncelerde de konuşmalarda da mantık aramamak benim çok eski bir alışkanlığımdır” (s. 137). Anday’ın İsa’nın Güncesi’nde diktatöryel yönetimlerin klasik baskıcı uygulamalarından daha başka, post-modern totaliterliğin topluma ve bireye dayatacağı günümüz modellerini anımsatan uygulamaları öngördüğü de söylenebilir. Post-modern rejimlerin bireyi yörüngesiz, anlamsız, amaçsız ve hakikatsiz bırakan dayatmalarına benzer durumlar İsa’nın Güncesi’nde yaşanır. Nitekim burada Kafka’nın Dava romanının kahramanı Josef K.’nın başına gelen türde bir fiilî durumun İsa’nın başına da geldiğini görürüz. Josef K. tüm roman boyunca kendini anlamsız, sonuçsuz, mantıksız ve “hukuksuz bir hukuki” problemin içinde bulur ve süreklileşen bir sorgu altında tutulmanın kurbanı olur. Benzer bir durumun Anday’ın kahramanı İsa için de geçerli olduğunu görmekteyiz. İsa’nın hiçbir amaç taşımıyormuş gibi görünen ve sonu gelmeyen bir sorgunun içinde benliği hiçleştirilir, varlığı geçersizleştirilir ve dolayısıyla “sorgulama edimi”nin kendisi ya da “özel hukuki düzen”in işleyişi “özne”ye dönüşür, birey ise araçsallaştırılır, giderek hiçleşir.

Kafka'nın Dava’sı, genel olarak otoriter bürokratik sistemin bir kurbanını tasvir eden bir eser olarak yorumlanır: Masum olduğu en baştan ısrarla belirtilen kurban, nedeni bir türlü anlaşılamayan baskın-aceleci bir kararla, hukukilik görüntüsü verilen bir uygulamayla gözaltına alınır ve idamına kadar gidecek bir suçlamayla baş başa bırakılır. Dava sürecinde kimse onun masumiyetinden şüphelenmez ama suçlanması ve yargılanması da garipsenmez, olağan kabul edilir. Sorun da burada başlar, çünkü bu durum, suçlu veya en azından suçlu olduğundan şüphelenilen birinin kendini aklaması çabası olarak yaşansaydı, bu prosedür anlaşılır olacaktı oysa suçsuz olduğu baştan bildirilen birinin, masum olduğunu ispatlamaya çalışması biçiminde işleyen hukuki prosedür anlaşılır değildir. Fakat Dava ve İsa’nın Güncesi’nde karşımıza çıkarılan hukuki sistemin sırrı ve anlamı da burada gizlidir. Sorgulanan kişi ile işlediği söylenen suçu arasında “masumiyet” yanlış bir soru olup bilerek öne çıkarılır. Nitekim bu tür sorgulama ve yargılamanın gündeme getirdiği sorunun adaleti sağlamak, masumiyeti ilan etmek değil, sistemce işaret edilenin apriori olarak suçlu olarak kayıt altına alınması sorunu olduğunu görüyoruz. İsa’nın Güncesi’nde ve Dava’da birey için en baştan suçlu olmak, masum olmamak anlatının merkezine yerleştirilir. Nitekim sorgucular İsa’ya kendi hukuki usullerine göre suçluluğun, suçu üstlenmenin önce geldiğini bildirirler: “Okuyun. Ne yazacaksanız yazın, ben arada bir gelip bakarım, biten varsa alırım. Yalnız şunu unutmayın, suçlamaları reddetmek usullere aykırıdır; önce kabul edeceksiniz, sonra açıklayacaksınız, en sonunda da eğer isterseniz masum olduğunuzu söyleyeceksiniz” (s. 216). Suç üstlenildikten sonra, masum olduğunu söylemenin saçmalığının, kurulmak istenen hukuki sistemin temel paradigmasıyla ilgili semboller taşıdığı açıktır. Her iki yazarın, bu “özel hukuk”u, suçlu birine değil de masum bir insana uygulanan prosedürü örnekleyerek vermeleri, gündeme taşımak istedikleri baskıcı sistemin bürokratik barbarlığını kınamak, onu görünür hale getirmek ve bu uygulamaları bilinç durumuna taşımak için olmalı.

Bir makine gibi tasarlanan totaliter sistemlerin, kuruluş amacını da aşan mekanik işleyişinin, kurucularıyla birlikte herkesi araçsallaştırması sorunudur görünür kılınmak istenen. Bu mesele üzerinde Hannah Arendt'in de düşündüğü gibi, yazarların romanın temel sorunu yaptıkları şey,  "kahramanın masum bir şekilde içine düştüğü sinsi bir bürokratik makinenin işleyişi"ni göstermektir. Sinsi, ölümcül bir makine olarak düşünülen bu tür otoriter sistemlerin, egemenliği altına aldığı birey ve toplumu yok etme mekaniğinin nasıl işlediği ve burada hukukun nasıl araçsallaştırıldığı söz konusu edilir. Arendt'e göre Dava bize, görevi devletin ve yargı aygıtının sinsi işleyişini, gizli çılgınlıklarını, yıkıcı yapılarını ortaya çıkarmak olacak bir kahramanı gösterir. Bu durum, İsa’nın Güncesi’nde de İsa’nın yaşadıkları üzerinden gösterilir. Bir yanda sıradan insanlar tarafından yönetiliyormuş gibi gösterilen fakat işyerlerinin saçma adları gibi (Gaz Sobaları Ortaklığı, İthal ambarları ve Uluslararası Elektronik Birliği Kurumu) boş işlerle uğraşan, akıl dışı bir bürokratik sistemle işleyen ve daha çok bir derin devlet örgütlenmesine benzer kriminal-despotik bir yapı vardır. Diğer yandan da bu kurumun yine saçma sapan suç isnatlarına karşı kendini savunmaya çalışan bir bireyin masumiyetinin, yine bu sistem kurucuları tarafından en baştan sınırlandırıldığı bir apokaliptik dünyanın mekanik işleyişi vardır. Okura gösterilmek istenen de bu delilik ve absürtlük sınırındaki sistemin doğasının temel dinamiğinin neye dayandırıldığıdır.

Bu despotik dünyada, boyun eğme tümden zorla sağlanmıyor, yalnızca sürekli yakıştırılan asılsız suç isnatlarıyla bu suçlamanın İsa’da uyandırdığı artarak ilerleyen bir suçluluk duygusunun yaratılmasıyla sağlanıyor. Bu duygu doğal olarak bu sistemlerin egemenliği altına sokulan hiçbir insanın mutlak anlamda masum olmadığı, potansiyel olarak en baştan suçlu oldukları algısına dayandırılmaktadır. Bu nedenle masumiyet istisna ve sınırlı, suçluluk genel ve esastır.  Nitekim böylece kahramanın masum bir şekilde içine düştüğü kötü niyetli bürokratik makinenin işleyişine, kurbanın suçluluk duygusunun tetiklediği bir içsel yolculuk eşlik eder. Sistemin bizzat parmakla gösterdiği ve seslendiği bu birey, şüphe ve sorgunun hedefi haline getirilerek zaman içinde kendi eylemlerinden şüphe duyacak ve kendini bir suçlu olarak görecek bir duruma getirilir: ”Bu düşünce ile ben de zamanla alıştım suçuma, ne olduğunu bir türlü anlayamadığım suçuma” (s. 17). Görüldüğü üzere bir kasti işaretlenmeyle gösterilen birey (İsa), basit fiziksel bir dönüşümle özne haline getirilmeye çalışılır. İsa için suçlananın bir başkası değil de kendisi olmasının, sorgunun kendisine doğru şekillenmesinin, “bir gösterilen” olmasının yarattığı özneleşmedir bu. Althusser’in “özne-olmanın üretimi yasanın boyun eğdirici çağrısı” yoluyla oluşur dediği türde bir duruma tanık oluruz. Burada da benzer şekilde İsa’ya dayatılan yasanın boyun eğdirici çağrısının gücüne şahit oluyoruz. İsa sorgucuların yasasına yüzünü dönerek onların yasasına tabi olur ve bu yasanın tanımladığı öznellik ve öznelik inşasına maruz kalır. Ancak İsa, onu özne yapacak olan öznellik sürecine henüz tam olarak girmek istememektedir, içsel bir dirençle karşı koyuyor gibidir. O yüzden yasanın onu çağıran talebini tam yerine getirmeyerek kendisini özne olarak oluşturmamaktadır. Sorgulanmasının saçma görünmesinin nedeni de budur. Fakat yine de bu çağrının belli bir aşamaya kadar işe yaradığını, İsa’nın yasanın davetine tam karşı koyamadığını da görmekteyiz. Bu durumu da yine Althusser’in özneleşmekle ilgili hipotezine göre düşünürsek, “herkesin utanacak bir şeyi olduğu gerçeğiyle” karşılaşacağız. Yani herkesin kendisinde, kendisinin de bilmediği bir kusur, işlediği bir suç olabileceği sanısıyla bir şüphenin nesnesi olmayı içsel olarak kabullendiğini düşüneceğiz. Nihayetinde İsa’nın sorgusunda gördüğümüz gibi; olayın başında “Suç ne olabilir?” diye düşündüğümüz durumun giderek yoktan “bir suçlama ve kusur bulma”ya evrilerek yasanın kendisine dönmesiyle istemeden de olsa özneleşen kahramanın, özneleşmekle kalmayıp her türlü kusurdan sorumlu suçlu bir kişiye dönüştüğünü görürüz. O artık ömür boyu sürecek olan sorgulanmayı ve suçlanmayı kanıksamış, içselleştirmiştir. İsa bir sorgu sırasında bindirildiği arabayla gezdirilirken, hemen herkesin de kendisi gibi suçlu ve sorgu altında olduğunu görür ve bunun olağanlığını onaylar.

Suçlu olmak ve sorgulanmak İsa’nın Güncesi’nde yazgısaldır. İnsanın, teolojik tarihinde en baştan bir suçla birlikte anılması ve her zaman suçlu olma potansiyeli taşımakla işaretlenmesi ve dolayısıyla Tanrı tarafından sürekli gözaltında, baskı ve sorguya tabi kılınmasına benzer bir yazgısallıktır, Anday’ın kurguladığı. Bu teolojik bir yazgıdır çünkü Tanrı da kullarını sürekli suçla birlikte düşünür ve sorgu altında tutar, totaliter sistemler de bireyi kontrol altında tutmak için benzer bir şey yapar. Bu teolojik yazgı Hz. İsa’nın kişisel serüveninde de ortaya çıkar. Nitekim onun niyetinden bağımsız olarak eylem ve edimleri, suçlanma/sorgulanma ve ölümüyle sonuçlanmıştı. Anday’ın İsa’sı da dünyevi ama benzer bir yazgıya mahkûm gibidir. Çünkü Anday’ın İsa’sı işlemediği ama âdeta yazgısal olarak ona isnat edilen bir suçun kurbanıdır. Onu sorgulayanlar da teolojik sorgunun Tanrısı gibi, yasadan muaf, her tür sorumluluktan, kusurdan, eksiklikten azadedir. Âdeta ilahi bir statüye sahiptirler. Sadece suçlar ve sorgularlar. Suç, en baştan Tanrı’nın her kulunda olduğu gibi her bireyin ontolojik benliğine içkin olarak düşünüldüğü için, sorgulama bir suçun olup olmadığı üzerinden değil, mutlaka bir suç vardır mantığı üzerinden yapılır. Anday, bu anlamda sıradan insan için yazgının dünyevi veya uhrevi olmasının bir anlam taşımadığını, sonuçları itibarıyla ikisinin de aynı mantığın üretimi olduğunu, aynı amacı taşıdığını düşünür. Fakat İsa, bütün bu çabalara karşı yine de baştan sona özneleşmeye direnir, özne olmaktan imtina eder. Çünkü teolojik yazgıdaki gibi edilgen kılınmış bir öznenin, üst iktidarca her türlü keyfî tasarrufun nesnesi olduğunu, sonuç itibarıyla tam bir özne olamayacağını, buna izin verilmeyeceğini, sistem tarafından en baştan kıskaca alındığını, sistemin sürdürülmesi için araçsallaştırılacağını bilir. Hatta bu yüzden değersizleşmek, silikleşmek, bir nevi hayvan düzeyine düşmek ister, bunun için çaba da gösterir. O yüzden sık sık gördüğü insanları, “Kuş yüzlü bir adamdı bu, hareketleri de bir kuşun kafes içindeki sıçrayışlarını, çırpınışlarını andırıyordu“ (s. 23) satırlarındaki gibi hayvanlara benzetir -ve en sonunda kendini de: ”Tıpkı böyle yağmurda sırılsıklam olduğum bir gün sokakta, benim durumumda bir köpekle karşılaşmıştım. Hayvan durup bana bakmıştı, sonra silkinmişti bana baka baka. Ben de başımı silkelemiştim” (s. 75). İsa, hayvanlara benzemekten de ileri giderek tümüyle hayvanlaşma isteğini de dile getirir: “Biz her zaman biraz hayvanlara benzemeliyiz; onlar gibi üşümeli, açlık korkusu içinde bulunmalı ve açlıkla seks arasında budalaca sallanıp durmalıyız” (s. 151-152).

İsa’nın hayvanlaşma isteğinde, Erich Fromm’un insanın, hem bir hayvan bedeninde yaşayıp hem de kendisinin farkında olan tek canlı olduğunu söylediği durumun bir yansıması var gibidir. E. Fromm, bu ayrıklık ve korku hissi yaratan durumun insanı ucubelik sınırında tuttuğunu ve bundan kurtulmaya çalışan insanın bir birlik arama çabasında olduğunu düşünür. Fromm’a göre insan bunu ya gerileme ya da ilerleme göstererek aşacaktır. Gerilemeden kasıt da insanın farkındalığı ve aklı ortadan kaldırarak yeniden hayvan olmaya çalışmasıdır. İnsan ilerleme yoluyla bu ikiliği/çelişkiyi aşamazsa hayvanlaşarak aşacaktır. İsa’nın durumu tam da bu tanıma uymaktadır. O da baskısı altında kaldığı sorgu sisteminin cebrinden kurtulma yolunda bir ilerleme ve mevcut durumunu aşma bilinç ve iradesine sahip olmayı başaramadığından, geriye dönmeyi, insan olmaktan feragat etmeyi, yeniden hayvan olmayı seçer. Yani hayvan olmak ister ve kendini hayvanlara benzetir. Ayrıca kendisiyle birlikte herkesi hayvana benzetmesinde de hayvanlıkta eşitlenme arzusu yatar. İnsan olmada eşitlenilemiyorsa hayvan olmada eşitlenmek ve bu yolla ucubelik halinden kurtulmak gerekecektir. İsa’nın her gördüğünü bir hayvana benzetmesi ve karısının da ona sık sık hayvan muamelesi yapması, hayvan gibi kokuyormuşçasına onu her gün yıkamadan eve almaması ve bir sevişme sırasında ona doğrudan hayvan demesi -“Yattık, seviştik. Sevişirken karımın yüzüme dik dik bakması tuhafıma gitti, ‘ne bakıyorsun?’ diye sordum, içinden gelerek ‘Hayvan hayvan!’ dedi." (s. 90)- bu geriye dönüşün, hayvan olma isteğinin bir işaretidir.