“Kürtler Aslında…” Sanki Yoktular

Sosyalist-komünist kadro kırımına varan polis-adliye cenderesi, Kürt meselesinde inkâr siyaseti ve bilhassa 1930’larda halkla kurulan ilişkinin karakteri Kemalizm’i Türkiye sosyalist hareketinin eleştirel menzilinde tutageldi.

Diğer taraftan, Soğuk Savaş döneminde Kemalist hareket veya onunla iç içe CHP’de sosyalist sola ve Kürtlere karşı nispi yumuşama belirirken Türkiye’deki aşırı sağ, üstelik sokak ayağıyla sosyalistlerle Kürtlere aleni düşmanlık siyaseti gülmekten kaçınmadı, hatta bunu varoluş gerekçesi haline getirdi.

Bayram Koca “Kürtler Aslında…”: Uç Sağın Kürtlere Bakışı (İletişim Yayınları, 2021) çalışmasıyla solda da pek üstünde durulmamış, kapıları zorlanmamış bu konuya odaklanarak “uç sağ” tanımıyla çerçevelediği milliyetçi, ırkçı milliyetçi ve radikal İslâmcı, ana akım İslâmcı kesimlerin Kürtlere yaklaşımını irdeliyor:

Bu çalışma genel literatürün aksine doğrudan Kürt meselesine odaklanmak yerine Soğuk Savaş sürecinde uç sağın Kürt meselesine dar söylemini incelemeyi hedefliyor… Bu çerçevede Türkiye’de milliyetçiler (I) seküler Türkçe Turancılar (II) Ana akım milliyetçiler olmak üzere, İslamcılar (III) Ana akım İslâmcılar ve (IV) radikal İslâmcılar olmak üzere ve uç sağ toplam dört kategoriye ayrılmıştır. Ancak bu dört kategori arasında geçişkenlikler ve gri bölgeler olup bu gri bölgelere dikkat edilmeye çalışılmıştır (20-21).[1]

Anılan dönemdeki “uç sağ” mecmuaları inceleyen Bayram Koca Meclis tutanaklarını tarayıp İslâmcı-milliyetçi kimlikleriyle tanınan kimi isimlerle mülakatlar da yaparak tezini içeriklendiriyor. Ancak yazarın kişisel görüşünü dayatmaktan kaçınarak okura meseleyi anlamlandırma payı bırakması, çalıştığı malzemenin kullanıma açık yapısını öne çıkarıyor.

Milliyetçi akım sekülerlik dolayımı, İslâmcı hareketler ise dindarlık vurgusu nedeniyle Soğuk Savaş evvelinde birbirinden hazzetmeyen siyasal adresler. Fakat birdenbire, onları bir araya getiren bir üst çelişki ortaya çıkıverince neredeyse aynı dili kullanmalarına yol açan bir kader birliğine girişiveriyorlar. Bu hınç ortaklığının tümüyle yerel dinamiklere dayandığını söylemek güç. Antikomünizm katalizörü o akımların iç rezonansını artırıyor belli ki.

İlginç olan “beka” kaygısının, önüne “komünist” sıfat getirilen her meseleye tatbik edilme refleksi -ki bu, milliyetçi ve politik İslâmcı terkip on yıllar sonra benzer gerekçelerle, hatta muhayyel korkularla yeniden bir araya gelecektir. Bayram Koca’nın dikkat çektiği bir detay Türkiye’de tarih ile güncel arasında sanılandan çok daha kısa bir mesafe olduğunu düşündürmüyor mu? “Ana akım milliyetçilere göre komünist Kürtçü ‘Türkiye Halkları’ ya da ‘Halklara Özgürlük’ ifadelerini benimserler”. (139)

Söylemeye gerek yok, “halklar” tabiri “Rusların Türkiye’deki ajanlarının” işidir. Rusların yerini arzuya göre Amerikalılar, İngilizler … alabilir. Hiç değilse artık deli saçması denilip geçiliyor bu tür “büyük resim” okumacılara.

Soğuk Savaş, kapitalizm-sosyalizm denge döneminin çoğunu kapladı. Türkiye sosyalist hareketi bu dönemin 1960-1980 yılları arasında yükseldi. Milliyetçi ve İslâmcı akımların birer fikir mücadelesi merkezi olmaktan çıkıp sokak hareketine el verecek antikomünist ajitasyonla sol yükselişe karşı konumlanışları, aynı yıllara rastladı. Sol yükselişe konu olan muhitler ve 1971 devrimci hareketlenişinin ardından Anadolu sathına yayılan sol sosyalist düşünceyi benimseyenler, kendilerini “din” ve “milliyet” karşıtı bir konuma hapsetmediler. Dolayısıyla reaksiyona yol açacak toplumsal gerilimin güçlü bir zemini bulunuyordu. Kaldı ki 1971-1980 yılları arasındaki devrimci yükseliş aslında bir sol halkçılıktı.

Antikomünist güdümlenme, haliyle devlet elden gidiyor feveranını mecburi kıldı. Bir önceki dönemde Türkiye siyasi coğrafyasındaki devleti “Turancı” ve “ümmetçi” argümanlarla eleştiren, topa tutan, hatta birbirini tehdit addeden iki akımın müşterek ortak düşman edinecek fanatizmlerini orada sınamaya başlaması Türkiye’deki siyaset kültürünün yatak değiştirmesini de tetikledi.

“Kürtler Aslında…”da sıkça karşımıza çıkan “Komünist Kürtçüler” var bir de. O halde onlara iki defa düşman olmak lazım gelir. “Komünist Kürtçüler” bir niteleme değil, av hazırlığını akla getiren ve nüfusun bir bölümünü diğer bölümüne hedef gösteren kategorik ithamdır. Pek çok ulusal ve toplumsal boğazlaşmanın alıcı kuş siyaseti bu tür ithamlarla kanlandı geride kalan zamanlarda. Temel hak ve özgürlüklerden müstakil ulus-devlet hedefine dek çok sesli tartışmalar yürüten Kürtlere karşı “uç sağın Kürt meselesini ülkenin bekasını tehdit eden sorun olarak ele aldığını, Kürtçüleri komünistlerle ilişkilendirdiğini ve bu minvalde bu meselenin komünizmle mücadele metotlarıyla ele aldığını” öne süren Bayram Koca’nın komünizmle mücadelenin metotlarına işaret etmesi dikkate değer. Zira gayet beynelmilel metotlardan istifade eden iki akımın sosyalizm-kapitalizm denge döneminde sosyalizme karşı kapitalizmi, daha somut olarak ABD’yi ehven-i şer bulduğunu biliyoruz.

Diğer taraftan “Kürtçüler” ifadesine kategorik mesafemi belirtmeliyim. Bu gayet “dışarıdan” adlandırma negatif bir içerik taşıyor. Türkçüler kendilerini böyle adlandırdı ama “Kürtçülüğün” çağrışımları “Türkçülüğün” çağrışımlarıyla aynı değil. Kürt meselesi etrafında bir araya gelenlerin kendilerine “Kürtçüyüz” demeleri de pek olası değil. “Kürtçüler” ifadesine en çok da iddianamelerde karşılaştığımızı belirtmek isterim. Gerçi o da çoktan beridir yerini “bölücülüğe” bırakmış durumda. Irkçı milliyetçiler Kürtlük ve Kürtler karşısında başı sonu belli bir dışlayıcılığı kuşandı: Kürtler Kürt’tür, Doğu Anadolu tembel Kürtler yüzünden geri kalmıştır ve Kürt meselesi Türklerin bekası için tehdittir (251).

Kürtlerin varlığını kabullenmeleriyle avunmalı mıyız acaba? Ana akım milliyetçilere kalırsa Kürtler özbeöz Türk’tür. Cumhuriyet tarihinin epey bir zaman aralığında bu tespit devlet görüşünü çerçeveledi. 12 Eylül döneminde “Kürtler Türk’tür” vecizesine iyice abanıldı. 2000’lerde bile, mesela ana akım milliyetçi gelenekten gelen Abdulhaluk Çay hâlâ, tabii ki “bilimsel olarak” Kürtlerin Türk olduğunu ispatlamaya çalışıyordu (270). Kürtler Türk olduğuna göre Kürt meselesi diye bir mesele olamazdı, ortadaki sorun terör sorunuydu, dış güçlerin işiydi -ki Türkiye’de “Ermeni”siz bir dış tehdit imkânsızdı. Bu o kadar öyleydi ki A. Öcalan Kürt (dolayısıyla Türk) değil, “Artin” isimli bir Ermeni’ydi, Kürtçe (dolayısıyla Türkçenin Kürtçe lehçesini) bilmiyordu. Basında, seneler boyunca bölücülerin Kürtçe bilmediği o kadar tekrarlandı ki Kürt hareketi sonunda bütün iç işleyişini ve gündelik konuşmalarını Kürtçe odaklı gerçekleştirmeye/görmeye başladı. Ana akım milliyetçilerimiz farkında varmadan Kürtçenin yayılmasına vesile oldular.

Ana akım milliyetçiler 2010’larda bir tür yumuşak geçişle “bin yıllık kardeşlik” fonunu kullanarak Kürtlerin Türk olmadıklarını mecburen kabullenirken o güne kadarki edebiyatı çöpe atıp “iyi Kürtler-hain Kürtler” ikiliğini öne çıkarmaya çabaladı. Ama Kürt meselesi şiddetlendikçe zorlanan ana akım milliyetçiler, yeni şartlara göre pozisyon almak mecburiyetinde kaldılar. Artık yıldırma, bastırma gibi amaçlar terk edilmiş, bütün gaye meselenin daha dallanmasını, budaklanmasını engelleme emeline hapsedilmiş görünüyor. Diğer taraftan ana akım milliyetçiliğin varlığı ırkçı milliyetçi ekolün toplumsal taban bulmasını, hiç değilse bu bahiste, önlüyor. 2000’lerde Ermeni tehcirini, savaş yıllarının Varlık Vergisi’ni, 6-7 Eylül ortamını, Maraş katliamı günlerini özleyen ve sermaye transformasyonu iştahını belli eden bir ırkçı zümre 1990’ların savaş ortamında Kürtlerin mecburi göçle yerleştiği kimi kentlerde gösterilere kalkıştığında halkın teveccühünü kazanamadı. Yabancı nefretine ve korkusuna çok uzak olmayan Türkiye nüfusu Kürtleri “yabancı” olarak kodlanıyordu. Ana akım milliyetçilerin “iyi Kürt-bölücü Kürt” ayrımı daha makul geliyordu o cenahın potansiyel seçmenlerine de.

İslâmcıların iki bileşeni de Kürtleri tanıyordu ama ana akım onları Türk-İslâm milliyetçiliğinin unsuru sayıp ekonomik kalkınma yoluyla meselenin halledileceğine inanırken bünyesinde birçok Kürt’ü barındıran radikal kanat ulus-devlet yerine sınırları geniş bir ümmet ortaklığı öneriyordu. Elbette İslâmcıların çoğu Kürt meselesini İslâm devleti/birliği için tehdit saydı. Halihazırda bu tutumları sürüyor. Milliyetçi cenahta eser miktarda Kürt varken İslâmcı cenahta, daha özelde radikal İslâmcılar arasında hayli fazla sayıda Kürt vardı ve “Kürtlük” onlar açısından o kadar da ihmal edilebilir değildi. Diğer yandan, doğrudan Kürt ulusal mücadelesini, Kur’an’dan ve hadislerden “delil” getirerek savunanlar da zuhur etti -bunlar da varlığını hâlâ sürdürüyor.

İki cephesiyle beraber milliyetçilerin sırrını çabuk dökerek tehdit kıvamını kolayca alabilen seslenişinin, Kürtlerde karşılık bulması olası değildi. Kısa sürede “komando”laştılar. İslâmcılarsa Kürtleri asimile etme hedefinde buluştular. Bayram Koca’nın çalışmasında bu hedefe bağlı dilin çeşitlemelerini görüyoruz. Ne var ki amacına varamadı o dil. Çünkü bir yandan Kürt’ü İslâm ortak geçmişi ve Selahaddin Eyyubi ile pohpohlarken bir yandan ona “bir bilen” olarak İslâm’ı âdeta yeniden tebliğ etmek, eğreti duruyordu.

Osmanlı döneminde Kürt medrese geleneği kurumsaldı. Kürt din adamları yoksullardan seçilirdi. Genellikle siyaset bağlarının dışındalardı. Bütün mesaileri ve yaşamları din-eğitim odaklı olduğu oranda dini daha geniş yorumlama imkânları, daha halkçı uygulamalara cevap verme eğilimleriyle çoğu zaman çakışıyordu. Gayet katı bir itikadi modellemesi olan Şafii mezhebinin hüküm sürdüğü bir coğrafyada, geleneksel İslâm’da sapkın sayılan tasavvufa alan açıp tasavvufa temas eden tarikatları doğuran, gövdelendiren din adamı “sosyolojisi”, gezgin melelerle Anadolu’ya yayıldı. Dönüp bakalım, Türkiye’deki pek çok medrese ve tarikat okulunun eğitiminde Kürt melelerin-müderrislerin ciddi katkısı vardır.

Hal böyleyken bir tür oryantalizmle İslâm adına söz alıp Kürtlere dinden bahsetmek ve bu arada devleti kutsamak, oralarda hafiflik ya da maskaralık olarak görüldü, etkileşimin yollarını tıkadı. İslâmcılar, bu yolda, ellerinde İncil ile “yeni kıta”ya yollanan misyoner kolonyalistlerin durumuna düştüler. Alınan oylar, çoğu zaman yerel ilişkilerin hatırındaydı. Sivilleşerek eşit ilişki kurmak yerine devletin öz örgütlenmesine dönen organizasyonların serencamı epey ibret öyküsünü barındırıyor bana kalırsa.

Türk sağının provokasyona ezeli yatkınlığına “Kürtler Aslında…” sayfalarında dolaşırken tanıklık etmek (cami bombalayan komünist Kürtçüler, lisede Türk bayrağı yırtan Kürtçüler, depremde yıkılan evlerden çıkan roketatarlar ve hatta “tank”…) kaçınılmaz. Bu komünizmle mücadele yöntemlerinin bütün sağa derece farklarıyla tesir ettiği rahatlıkla söylenebilir.

Ruslar 1941 öncesinde de dönem dönem dış mihrak olarak kodlanmış olmakla birlikte Soğuk Savaş sürecinde Batılı devletlerle ittifak yapan Türkiye, zaman zaman Batılı devletleri hedef gösterse de esas olarak Rusları dış mihrak olarak belirlemiştir. Ayrıca sadece uç sağ değil, resmî, devlet söyleminde de Ruslar, Türkiye’yi karıştırmak isteyen “dış mihraklar” olarak ilan edilmiştir (27).

NATO’ya giriş ile Seferberlik Tetkik Kurulu’nun ihdası, süregelen akışı değiştiren iki önemli kırılmadır. Gayet mutedil başlayan Demokrat Parti sağcılığı kısa sürede yeni duruma uyum sağlayacaktı. Dişlerinin kamaştığı yazılarından anlaşılabilen Nihal Atsız ve Necip Fazıl Kısakürek’in şakirtleriyle muhipleri bu ortamda giderek yayılan bir ajitasyona başladı. Bayram Koca’nın çalışma kapsamında incelediği otuz beş dergi ve gazeteden aktardıklarını okuyunca akla gelen ilk soru (bütün bu yazıların alıcı kitlesi kimdir?) karşılığını buluyor.

Dönemin yaygın üç kitle iletişim yolu radyo, televizyon ve gazete-dergi... Ucu faşizme de açılan ve sağın asıl performansını gazete-dergilerde görüyoruz. Kimisi kırk bin tirajına ulaşan bu yayınlar, dönemin sol-sosyalist yayınlarının yüz binlere vardığı düşünülürse, Kürtlerle konuşuyor gibi görünse de aslında sol-sosyalizm karşıtı Türk nüfusu muhatap alıyor. Bir de diğer ulusal topluluklar, Kürt karşıtlığı dolayımı kullanılarak devletin saçaklarından ayrılmamaları için uyarılmış oluyor. Bilenler hatırlayacaktır, Soğuk Savaş ortamında sola yönelen Adige-Çerkes topluluklar suikasta varan metotlarla engellenmeye çalışılmıştı.

Aşırı sağın yayın faaliyetinin ağırlıklı olarak bir devlet görevi hissiyatıyla icra edildiğini söyleyebiliriz. Irkçı milliyetçi ekolün devletin bekası için baba katili olan Mete Han mitolojisi hasebiyle devlet tapıncını köpürtmesi bir ölçüde tutarlı. Tuhaf olan, lâ ilâhe illallah’ı şiar edinen bir siyasal damarda devlet tapıncının tartışma yaratmaması. Bu bana, politik İslâm ekolünün Türkiye’de hiçbir zaman “sivil” bir dönemi olmadığını düşündürüyor. Kürt ve sol karşıtlığındaki fanatizme meyyalliği, yanı sıra farklı yorumlara kapalı dogmatik yüzeyselliği, bir ölçüde böyle açıklanabilir sanırım.

Bütün bunlara geride kalmış konjonktürel konumlanmalar gözüyle bakılabilir mi? Bayram Koca’nın önümüze serdiği detaylar “evet” demeyi imkânsız kılıyor. Üstelik Türkiye’de siyasal sağın uç kesimleri önünde yaş aldıkça çelebileşen insan sayısı pek az. Son yıllarda bir kez daha sosyalistlere nefretiyle gündeme gelen İsmail Kahraman gibi isimlerin 1969’daki haliyle 2010’lardaki Meclis pratiği benzer bir hamlığı bölüşüyor örneğin (207). Hakeza Sadi Somuncuoğlu’nun (125), kendisini Bugün’deki “Kalkın Ey Ehli Vatan” çığırtısından anlayabileceğimiz M. Şevket Eygi’nin bütün o yılları boş geçirdiğini, “Komünist Kürtçüler” ajitasyonundan imtina ettiğini düşünmek safdillik olur. Kadir Mısıroğlu ise daha debdebeli bir kurguyla el yükseltir.

Halka iyice genişlediğinde, sendikalardan ana akım gazetelere, CHP’den TİP’e herkes “Komünist Kürtçülere” türlü biçimlerde destek vermekle yaftalanır. Aksini ispat etmekle yükümlendirilirler. Sözgelimi Türkçü-Turancı kesimin hedef aldığı kendi halindeki Yeni Akış dergisini M. İhsan Arslan da “Doğunun geri kalmışlığını suiistimal” ile suçlayacak, çok sık rastladığımız “Ben de Kürdüm” munisliğiyle söz alırken Yeni Akış’ın amacının “Kürt kardeşlerimizi komünist yapmak” olduğunu öne sürecektir; “Kürt kardeşlerimiz” ifadesinin onları dışarlıklı bir yere koyduğunu fark etmeden...

Bütün bunlar bir yana, yalnızca eğlenmek için bile okunabilir “Kürtler Aslında…” Kişilerin ve çevrelerin serüvenini bir de bu verilerin refakatinde i­zlemek, tasavvufun kadim ilkelerinden olan “umma ki küsmeyesin” vecizesini yeniden hatırlatacaktır muhtemelen.

 

[1] Kitaptan alıntılarda sayfa numaralarını bu şekilde parantez içinde vereceğim.