Mektupların İzinde Bir Göç Hikâyesi

Sevgili Babacığım… Bugün günlerden cumartesi, saat 9.30. Yeni uykudan kalktım. Geçtiğimiz hafta gececiydim. Bu yüzden biraz uyuyakalmışım. Her zaman olduğu gibi sabah uyanır uyanmaz posta kutusuna bakmak oldu bu sabah da ilk işim. Mektubunuzu alınca çok sevindim. İnsan sevdiklerinden hayırlı bir sıhhat haberi alınca daha bir başka oluyor. Beni hatırlayıp haftada bir de olsa mektup yazmanız beni hoşnut kılıyor. Teşekkür ederim. Sizlerin sağlığı ile teselli bulup cesaret alarak gurbet ellerinde güçlükleri yenmeye çalışıyorum. Sevdiğim kimselerden ayrı olmak, her an bir dakika olsun onları aklımdan çıkaramamak zor. Mektuplar bana en büyük teselli oluyor, bana çalışma gücü veriyor… 26 Mayıs 1973 Einfahrbahn/Neckarsulm Almanya[1]

Türk işçilerin Almanya’ya göçü, 1961 yılında yapılan göçmen işçi alımı anlaşmasıyla başladı. Almanya’ya göre “Misafir İşçi”, “Gastarbeiter” olarak tanımlanan bu işçiler, kısa zamanda ülkeyi imar ettikten sonra kendi ülkelerine dönecek olan geçici emek birimleriydi. Türkiye’de “Gurbetçi”, “Almancı” sıfatlarıyla tanımlanan işçiler de bu konuda Almanlardan farklı düşünmüyorlardı. Yeteri kadar para kazanıp ülkelerine geri dönebilmek ve sılada bıraktıkları sevdiklerine iyi bir yaşam kurabilmek umutlarıyla, anlaşmanın yapıldığı yıl, 6.800 Türk işçisi Sirkeci Tren Garı’ndan yola çıktı.

1960-1970 yılları arasında ülkenin genel ekonomik durumuna bakacak olursak, yüksek işsizlik oranı, düşük eğitim düzeyi ve yoksulluk bu yolculuğu kaçınılmaz kılmıştır. 1960 yılında ülkenin nüfusu 27,7 milyon olup nüfusun %55’ini 15-64 yaş grubu oluşturmaktadır. Yaklaşık %23’ü ilkokul, %4’ü ortaokul-lise, % 0,8’lik bir bölümü de yükseköğretim mezunudur.[2] 1966 yılı Ağustos ayında sekiz büyük il merkezinde açık işsizlik %7,2 olarak tespit edilmiştir.[3]

1970’li yıllara gelindiğinde eğitim seviyesinde çok önemli bir değişiklik olmazken, nüfus 35 milyona ulaşmış, çalışanların ancak %26’sı ücretli olarak istihdam imkânı bulabilmiştir. 835 bini açık, 1 milyonu da gizli işsiz olmak üzere toplam 1,8 milyon kişi, işgücü fazlası olarak iş aramaktadır. 1970’li yıllarda, özellikle 73’lerde aile birleşimi, siyasi sığınma gibi gerekçelerin de itkisiyle, Almanya’daki Türk göçmen nüfusu artmış, gelenlerin pek de misafire benzemediğini gören Almanlar, Türk göçmenlere “Yabancı Hemşeri”, “Auslaendische Mitbürger” demeye başlamıştır. Almanya’da o dönem çalışan yaklaşık 700 bin kişilik “yabancı hemşeriyi” de Türkiye’deki iş gücü fazlasına ilave edersek, gerçek işsiz sayısının yaklaşık 2,5 milyona ulaştığını görürüz. Ülkenin o günkü yetersiz iş imkânları, halkın çaresizce, Almanya’yı “çare” olarak görmesine yol açmıştır.

Sevgili Babacığım… Sizden bir istirhamım olacak. Burada öğrendiğime göre İpraş’ın ek tesis inşaatı amonyum tesisleri yapılmaya başlamış. Dört seneliğine işçi alıyorlarmış. Şartları da çok güzelmiş. 15-20 liraya kadar saat ücreti veriyorlarmış. Ayda net 3.000-4.000 lira arası para oluyor ki bu iş olursa sizlerden ayrı kalmaya değmez. Dört senede durumumuzu düzeltmiş oluruz. Orası olursa dönerim. O zaman siz de, ben de ayrılık özlemi çekmeyiz. Bu durumla bir an önce ilgilenseniz iyi olur zira şimdi işçi alıyorlarmış duyduğuma göre.

Almanya İş Dairesi’nce kurulan irtibat bürolarında genç, güçlü ve sağlıklı şartlara sahip işçilerin seçilerek Almanya’ya gönderilmesi, işçileri gurbet elde zor işlerin beklediğinin ilk habercisiydi. Friedrich Heckmann isimli Alman sosyolog, göçmenlerin çalışma koşullarına ilişkin şu tespitlerde bulunmuştur: Yabancı çalışanların büyük bir bölümü kalitesiz, meslek gerektirmeyen işlerde vasıfsız olarak çalışmaktadır (%80’i imalat sanayiinde). Bu işler bedensel ya da zihinsel olarak zor, kaza oranı yüksek işlerdir. Almanlar tarafından tercih edilmeyen, az kazançlı, düşük sosyal statülü, kötü şartlara sahip bu işler bir süre sonra işçilerin sağlıklarını da olumsuz etkilemiştir. İşveren açısından bakıldığında bu durum, işleyen düzeni etkilemez. Çünkü sağlığı bozulup ülkelerine geri gönderilenlerin yerine yenilerini bulmak zor olmadığı gibi sigorta, emeklilik, sendika gibi yüklerden de Alman ekonomisini kurtarmaktadır.

Babacığım… Bant işinden ayrılalı beri rahatım. Gerçi banda mal yetiştiriyoruz ama aşağı bodrum katta çalıştığımız için karışan görüşenimiz yok. Muayyen bir akort miktarını tamamladıktan sonra istirahat etme imkânı bulabiliyoruz. Beş Türk, iki Alman, bir de Yunanlı beraber çalışıyoruz. Üst kısımda bant işi çekilmez bir hal aldı. Bir dakika dur otur yok. Her vardiya 250 otomobil, iki vardiyada günde 500 otomobil çıkarıyoruz. Bilhassa Türkleri ağır işlerde eziyorlar. Bu yüzden 600-700’e yakın işçi çıkışını verdi. Fakat ne var ki bir o kadar işçi de Türkiye’den getiriyorlar. On gün önce 250 kişilik yeni bir işçi kafilesi Türkiye’den, bilhassa doğu bölgelerinden, hamaliye işi yapabilecek kimseler geldi. Daha da Ağustosta 500 kişi gelecekmiş. Bunlar için işçi problem değil. “Ahmet olmazsa Mehmet, Türkiye’de Almanya’ya gelmek için can atan işsiz çok” diyor; hiçbir kimseye kıymet vermiyorlar. Eskilerin değimine göre eskidenmiş yabancı işçiye itibar. İstedikleri kadar adam bulabildikleri için hiçbir şey umurlarında değil bu Alman gâvurlarının. “Nasılsa bizim fabrikanın işi hamaliye, hamaliyeyi kim olsa yapar,” diyorlar. Nasıl olsa Türkler çalışmaya muhtaç. Gözleri açılana kadar bir sene, iki sene, ne kadar çok faydalanabilirsek faydalanalım deyip yüklüyorlar işi. Ama bizim işçilere müstahak. Zira bizim işçilerde yapamam diye bir şey yok. Yapıyorlar, sonra da yakınıp, ağlaşıyorlar.     

Göçmenlerin orada karşılaştığı sorunlar, ağır yaşam şartları birçok edebiyatçımızın eserlerine konu olmuştur. 1979 yılında Türk işçilerinin en yoğun yaşadığı yerleşim yerlerinden Duisburg’a gidip buraya yerleşen Fakir Baykurt, 1999 yılındaki ölümüne kadar yirmi yıl bu ülkede yaşamış, bu süre boyunca gurbetçileri anlattığı üç roman ve dört öykü kitabı yazmıştır. Bu eserlerde çalışma şartlarının zorluklarını çokça işlenmiştir: “Çift katlı hela kâğıtlarının çiçeklerini basıyorum. Akarbandın başında imanım dinim gevriyor. Kimi zaman ayaklarımda botlar. Beton üstünde, su içinde. Romatizmalarım keman gibi ötüyor. Dikildiğim yerde kıdım kıdım tükenip bitiyorum.”[4]

Kolay gibi görünen işler bile süreklilik taşıdığı ve hep aynı duruş pozisyonunda aralıksız çalışmayı gerektirdiği için yorucudur. Türk göçmenler kazandıkları paranın çok büyük kısmını Türkiye’ye göndermekte, para harcamamak için beslenme ihtiyaçlarına yeteri kadar bütçe ayıramamaktadırlar. Bu yorucu işler, ucuz olduğu için kaldıkları rutubetli konutlar ve beslenme eksiklikleri bir süre sonra çeşitli hastalıkların da sebebi olur.

… En ağır koşullara bizim Türk işçilerini sürüyorlar. Bu son gelen iki yüz elli işçinin on altısı firma doktorunca yapılan muayenede hasta, çürük çıktı. Şimdi Türkiye’ye geri yollanıyorlar. Perişan bir duruma düştüler. Romatizma için tedavilere devam ediyorum. Ama belli olmuyor, bazen iyiysem bazen de ağrılarım oluyor. Fizik tedavim haftada üç güne çıktı. Bu hafta içinde fabrikada bütün işçiler umumi röntgen kontrolünden geçecek. Ben de durumumu öğrenmiş olurum.

Türkiye’de, dönemin meclis başkanı Fuad Sirmen, 25 Ekim 1963 tarihli Milliyet gazetesine Almanya-Köln seyahati sonrası şöyle bir beyan veriyor: “Almanya’daki işçilerimiz az gıda alıp hastalanıyor.” Bu başlık kullanılarak verilen haberde, Türk işçilerin diğer işçilere göre çok çabuk hastalandıklarını, bunun başlıca nedeninin az gıda tüketimi kaynaklı olduğu bilgisi paylaşılmıştır.

John Berger’in denemelerinden birinde belirttiği gibi, tek gayesi kâr ve kesintisiz sermaye birikimi olan (düzen denen) bu tahakküm, bizlere (gurbetçilere) koşuşturmacalı, emniyetsiz, acımasız, açıklanamaz bir yaşam biçimi dayatmaktadır. [5] Bu yaşam biçiminde sermayedar için, gurbetçinin sağlığının ya da hayallerinin pek de bir kıymeti yoktur.

Ülkeden ayrı kalmanın ve bu ağır şartlarda çalışmanın ekonomik getirisi neydi? O dönem Almanya’da asgari geçim şartları nasıldı? İşçiler nerelerde yaşıyor ve ne kadar kira ödüyordu? Memleketlerine ne kadar para gönderiyorlardı? Almanlara ekonomik mucizeyi gerçekleştirmek için yardımcı olan işçiler, Türkiye’ye havale ettikleri paralar yoluyla da toplumsal dengenin korunmasına destek verdiler.

Birikim'in "İşçi göçünün 60. yılı" dosyasının kapağıPeki, kendi yaşamları nasıldı? Onların yaşamlarına dair bu güç durumlar yine edebiyat yoluyla hayattan sökülüp bize ulaşmıştır: “Arabaların içi solgun yüzlerle dolu. Sapsarı yüzlü erkekler direksiyonda. Kadınlar esniyor. Çocuklar arkada sersemlemiş. Yüklü arabalar, yorgun esmer yüzler. Araba denen bu teneke hücrelerde, insanlıkla bağdaşmayan yorgunluk. Çağımızın en büyük acısının, yaşamını yabancı ülkelerde kazanmak zorunda bırakılmışlık olduğunu görüyorum.”[6]

1960’lı ve 70’li yıllarda göç edenler sosyal ve kültürel anlamda büyük bir yabancılaşma yaşadılar. Yaşadıkları zorlukların en başında barınma sorunu, konut sıkıntısı ve yüksek kiralar geliyordu. Kent merkezlerinin dışına yerleşerek, getto tipi bir hayat tarzını seçmek durumunda kaldılar. Barındıkları evlerin çoğu, Almanlara kiralanması pek de mümkün olmayan, eski, bakımsız ve rutubetli evlerdi. Almanya’da yabancıların nerede ikamet edeceğini 1975 yılına kadar işveren belirliyordu. Endüstrinin yoğun olduğu bölgelerin şehir dışında olması, Türk göçmenlerin gettolarda toplanmasına yol açmış; bu durum, Almanlardan soyutlanmalarına, kültürle bütünleşmelerinde zorluklar yaşamalarına sebep olmuştur. Barınma sorununun hemen ardından gelen zorlu çalışma şartları, ücret eşitsizliği, düşük maaş, Türkiye ile kısıtlı haberleşme imkânı, kültürel çatışma, maruz kaldıkları ayrımcı davranışlar, dil problemi, eğitim eşitsizliği Almanya’daki yaşamı iyice güç kılmıştır.  

… Zira bugünlerde maddi durumum iyi değil. Geçtiğimiz ay 650 mark uçak biletlerine yatırdım. İki gün önce de Kooperatif evi işi için 1.000 mark yolladım. Hayırlısı ile belki bizim de çoluğumuz çocuğumuzla başımızı sokabileceğimiz bir evimiz olur. Bu parayı yollamak için ve borçlarımı ödemek için bankadan 3.000 mark kredi aldım. Bu durumda her ay elime geçen 1.050 mark maaşın 224 markı kredi için kesilecek. 200 mark da ev kirası için ödüyorum. Her ay 100 mark da kooperatif evinin ödemesi için Türkiye’ye göndereceğim. Bu ay da daha parayı almadan maaşı taksim ettim. Siz de bu ay benim gibi dişinizi sıkın biraz. Sizlere de yardım etmek istiyorum, velakin işte paranın gözü kör olmasın, yok, yok, yok…

1980’li yıllara gelindiğinde göç olgusu belirginleşmiş, aile birleşme yasasının etkileri görülmeye başlamış, ülkedeki Türk nüfus artmış ve bu sefer öncelikli sorun; okul çağına gelen çocukların dil ve eğitim sorunu, gençlerin çift kültürlü kimlik problemleri olmuştur.

Salman Akhtar, Göç ve Kimlik adlı kitabında, göç yaşayan çocukların durumunu şu cümleyle çok güzel izah etmiştir. “Ebeveynler gönüllü yahut gönülsüz göçmenler olabilirler ancak çocuklar her zaman sürgündürler. Ayrılmaya da, istedikleri zaman dönmeye de onlar karar veremezler.”

Bu sürgün çocuklar, okul çağlarına erdiklerinde “ötekileştirmenin” farklı bir boyutu ile karşı karşıya kaldılar. Ayrımcı bir nitelik taşıyan Alman eğitim sistemi, erken eleme esasına dayanıyordu. “Grundschule” denen dört yıllık ilk eğitimi alan çocuklar, okul başarılarına göre kendileri için uygun görülen bir ortaokula yönlendirilir. Çıraklık eğitimi olarak düşünebileceğimiz “Haupsthule”, yükseköğrenimi mümkün kılan daha nitelikli bir çıraklık eğitimi veren “Realschule” ve yükseköğrenimin ön koşulu olan “Gymnasium”.[7]

Göçmen işçi çocuklarının devam ettiği okullar genelde çıraklık okullarıydı. Öncesinde hazırlık sınıfı okutulan bu çocuklar, hazırlığı geçemez ve üst üste kalırlarsa korkulu rüyaları olan “Sonderschule” denilen zihinsel engelliler okuluna alınıyordu. Alman öğretmenlerin görmezden gelmesi ve Alman hükümetinin yabancı işçi çocuklarına yönelik uygun eğitim politikalarının olmaması sebebiyle pek çok göçmen çocuk uzun süre hazırlık sınıflarında oyalanmış, bir türlü normal okula gidememiş, hatta bazı Türk çocukları zorunlu eğitim yıllarını bu hazırlık sınıflarında tamamlayarak sertifika almadan okul yaşını geçmiştir.

Fakir Baykurt’un öykülerinde bu okullara gitmek zorunda kalan, gideceği için ölesiye korkan çocuklara sıkça rastlarız. Bu çocukların incinmiş kendiliklerinin onarılması, Gymnasium’a girmek kadar güçtür.

Ergenlik çağına geldiklerinde, kendilerini utangaç, suskun ve ezik olarak nitelendiren gençler, kendi kültürlerinden farklı ortamlarda uzun süre bulunduklarında yeni bir kimlik arayışına girmektedir. Kimlik meselesi, doğası gereği, ergenlikte tüm gücüyle yüzeye çıkar. Okul öğretiminin yetersizliğine ek olarak, ağır işlerde tam zamanlı çalışan anne ve babaların ilgi ve desteğini de alamadan büyüyen çocuklar, kimlik ve aidiyet sorunu yaşamaktadır. Kimlik oluşumun etkileyen önemli bir kavram aidiyettir. Aidiyet olgusu, yaşanılan coğrafyaya, topluma, arkadaşlara, okula ait olma; onun bir parçası olduğunu hissettirme fonksiyonu da taşır. Bu konuda önemli bir yoksunluk çekerek büyüyen göçmen çocukların, suça meyletmelerinde aidiyet kuramamış olmaları da bir etkendir.  

Göç her zaman kültür şokuna neden olur. Bunun sonucu ortaya çıkan kaygı; sıla hasreti çekilen memleket ve orada bırakılan sevdikleri nedeniyle yaşanılan kayıpların doğurduğu yas göçmenin ruhsal dünyasını sarsar. Bu sarsıntının şiddetiyle göçmen, kaybettiği sevgi nesnelerine (terk ettiği kültüre) özlem duyar. İçsel düzeyde iki uç arasında, memleketinden kaynaklı kendilik temsili ile yerleştiği ülkenin bir sakini olarak yeni yeni gelişen kendilik temsili arasında gidip gelir. Bu iki kendilik temsilini uzlaştıramaması kimlikte iki soruna yol açar. Kişinin önceki kültürünün idealize edilmesi: “etnomerkezci geri çekilme”[8] veya toptan o kültüre -miş gibi- dahil olunması: “fobi-karşıtı benzeşim”.[9]

Bu iki olgunun nasıl tezahür ettiğini gurbetçi ailelerimiz ve çocuklarında görürüz. Yaşadıkları çatışmalara şahit oluruz. Fakir Baykurt’un “Barış Çöreği” isimli öykü kitabında, kitabın karakterlerinden Nurten babasına şöyle der: “Türkiye’den kalkıp 3.000 km batıdaki Almanya’ya geldiğin halde tıpkı oradaki gibi düşünmeyi sürdürdün.”[10] Çocuk bu cümleyle sadece babasını değil, babasının temsil ettiği kültürü de eleştirmektedir.

Göçmenin geçmişini idealleştirmesini sadece bir tane oyuncağı olan, duygusal yoksunluk halindeki bir çocuğun, o oyuncağa sarılmasına benzetebiliriz. Freud, Yas ve Melankoli adlı eserinde, sevilen bir kişinin kaybı, anayurttan ayrılma, bir ülkünün yitirilişi gibi hallere yasla tepki veren insanın, kendilik duygusunda bozulma olması durumunun melankoli ve yas arasındaki en önemli fark olduğunu belirtmektedir. “Yasta dünya yoksul ve boş bir hal alır, melankolide ise yoksullaşan ve boş hale gelen Ben’in ta kendisidir.”[11] Kişinin benliğindeki zedelenme yabancılaşma duygusunu iyice güçlendirir. Özellikle, üçüncü kuşak göçmenlerde kimlik bunalımı gibi sorunlar sıklıkla yaşanmıştır. Irkçılık, yabancı düşmanlığı, ana toplumda kendilerine yer edinememe, yeteneklerini sergileyememe bir açıdan, onların ait olduğu kültüre (menşe ülkenin kültürüne) daha çok sarılmasına sebep olmuştur.

“Kelime dağarcığımız çok fakir olduğu için hayatta başımıza gelen pek çok şey isimsiz kalır,” diyen Berger’in bu sözünü göçmenler üzerinden okuyacak olsak; bir deney nesnesi gibi bugüne kadar pek çok makalenin, araştırmanın konusu olan göçmenler hakkında ne kadar çok ve ne kadar az şey bildiğimizi fark ederiz.

Dünya göçmen nüfusu 2020 yılında 280 milyon kişiye ulaşmıştır. Göçmenlerden oluşan bir ülke var olsaydı bu ülke, Çin, Hindistan ve ABD’nin ardından dünyanın en kalabalık ülkesi olurdu. 280 milyon kişinin göç etmek üzere gittiği ülkelere baktığımızda, bunların %74’ünü otuz ülkenin oluşturduğunu görürüz. Bu ülkelerin on sekizi yüksek gelir grubuna dahil ülkelerdir. Göçün arkasında daha iyi yaşam koşullarına ulaşma isteği olduğu aşikârdır. Ancak günümüzde bunu sadece ekonomik sebeplerle ya da savaşların neden olduğu çaresizlikle açıklamak da pek yeterli değildir. İnsani gelişmişlik endeksi ve göç arasındaki ilişkinin nedenselliği analiz edildiğinde, sağlık ve yaşam standardında artış yaşayan ülkelerin aldığı göç miktarında da artış olduğu sonucuna ulaşılmıştır.[12] 

Bugün Türkiye, bir dönem Türklerin Almanya’da aldığı yaraları çok iyi bilen bir ülke olarak, nüfusunun %2’sini teşkil eden 6 milyon göçmeni topraklarında barındırıyor. Suriyeli mülteciler üzerinden, göç alan bir ülke konumunda, göçün etkilerini tartışıyoruz. Topraklarımızda hayata tutunmaya çalışan bu insanlar, belki Almanya göçünün buruk yalnızlığını silmemize de vesile olur.

Tezer Özlü’nün Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta söylediği şu sözleri tersine çevirmek bizim için hâlâ mümkün. Ve bunu yapabiliriz: “Almanya’dan Türkiye yolculuğuna çıkmış yorgun işçiler önümde, E-5 üzerinde, buğday tarlaları kenarında oturuyor, dinlenmeye çalışıyorlar. Başaramayacaklar. Hiçbir zaman dinlenemeyecekler. Ölümleri bile bir dinlenme olmayacak. Onlar, yaşamları gibi ölümleri de ellerinden alınmış insanlar.”

Mektupların izindeki kendi göç hikâyemize noktayı “son mektup”la koyalım. Yazıldığı tarihten on dört gün önce alıcısının vefatı nedeniyle yerine ulaşamayan bir mektup bu. Yaşamı gibi ölümü de elinden alınmış olanların mektuplarından biri… Okuması mümkün olmasa da bu mektup o naif insana yazılmıştı… Ve bu yazı da anısına saygıyla, o güzel insana adandı…

18 Ocak 1974/Neckarsulm-Deutschland

Muhterem arkadaşım, Önderciğim. Nasılsınız? İnşallah sizi son gördüğümden daha iyisinizdir. Burada her gün sizden bahsetmekteyiz ve sıhhatinize yeniden kavuşmanız için dua etmekteyiz. Önderciğim beni soracak olursanız iyiyim fakat Almanya’daki iş krizi yüzünden huzurumuz kalmadı. Belki de yakında Türkiye’ye yolculuk görünecek. Türkiye’ye gelince bakalım nerede bir işe gireceğim. Önderciğim bu mektubu size acele olarak yazışımın sebebi şu; size fabrikadan ödenen son maaşınızı bildirmek istedim. Türkiye’deki Ziraat Bankası’na yatırıldığına dair bana verdikleri bir kâğıt var. Para elinize ulaştı mı sizden halen bir cevap alamadım. Bana lütfen para elinize ulaşınca bir haber verin. Sıhhat haberlerinizi hasretle bekliyorum. Eşinize hürmetler, küçük kızınızın yanaklarından öperiz.


[1] Mektuplar, 1972 yılında İzmit’ten Almanya’nın Necharsulm kasabasına, “Audi NSU Auto” firmasında çalışmak üzere giden, ancak orada yakalandığı rahatsızlık nedeniyle 1,5 yıl sonra ülkesine dönmek zorunda kalıp 1974 yılı Ocak ayında vefat eden Önder Unat’a aittir. Orijinal metinler aynı şekilde yazıya aktarılmıştır.   

[2] Elif Kömürcü, “Almanya’da Yaşayan Türk Göçmenlerin Sosyokültürel Sorunları”, Yayımlanmamış Yüksek Lisan Tezi, Ankara Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/handle/20.500.12575/30650

[3] 15 ve daha yukarı yaşlarda 73.800 kişi açık işsiz, bunların 2,500’ü yüksek tahsilli, 31 bini ilkokul mezunu olup işsizlerin 25 bini tam çalışma çağında olan 20-44 yaş grubu erkeklerden oluşmaktadır.

[4] “Kapımızda Polis” adlı öyküsünden.

[5] John Berger, Hoşbeş, Metis Yayınları, İstanbul, 2016, s. 35.

[6] Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk, YKY, İstanbul, 1993.

[7] Efnan Dervişoğlu, “Fakir Baykurt’un Almanya öykülerinde Türk göçmen çocukları”, Göç Dergisi, cilt 3, sayı 1, Mayıs 2016, https://dergi.tplondon.com/goc/article/view/553/545

[8] Salman Akhtar, Göç ve Kimlik, Sfenks Kitap, İstanbul, 2018, s. 76.

[9] A.g.e., s. 77.

[10] Fakir Baykurt, Barış Çöreği, Literatür Yayıncılık, İstanbul, 2015, s. 122.

[11] Sigmund Freud, Yas ve Melankoli, Telos Yayınevi, İstanbul, 2015, s. 22.

[12] Ebru Gül Yılmaz, “Uluslararası Göç ve İnsani Gelişmişlik Endeksi Nedensellik Analizi”, İstanbul Gelişim Üniversitesi Uluslararası Ticaret ve Finansman Bölümü, https://panel.gelisim.edu.tr/assets/2021/dokumanlar/uluslararasi-goc-ve-insani-gelismislik-endeksi_dbcf45d7d0b94ccf9557e18db73bb943.pdf