Toplumsal psikoloji genellemeye, kasıt aramaya ve bu yargıları uçlaştırmaya yatkındır. Birey olarak toplumsal hayatta yaşanan sorunların, içine doğulan ve çoğu durumda ahlâki üstünlükler atfedilen kimliklerle dışsal öznelerin ilişkisine vehmedilmesi de belli gerilimler altında oldukça olasıdır. Bu özneler, ortak deneyimlerin “groupthinking” yoluyla tekrar tekrar yorumlanmasıyla da yavaşça ete kemiğe bürünüp çeşitli formlarda “biz ve onlar” kalıpları yaratır. Bu biz ve onlar entiteleri tarih içinde çeşitli formlarda ortaya çıksa da psikolojik olarak hemen hemen aynı örüntüleri takip ettiğini görebiliriz. Alışılmadık, öngörülemez ve her an düşmanca olabilecek bir çevrede kendi kabilenin korumasına sığınmak zihnimizin en temel çalışma prensibine uygundur. Muhafazakârlaşmanın gelişme imkânı bulduğu en verimli habitat da kavramın refleksif doğası itibarıyla bu tarz hareketli zeminler olmuştur.
Son dönemlerde Türkiye politik gündemine, özellikle de espri düzeyinde daha fazla konu olan bir kategoriyi; Erdoğan âşığı, muhafazakâr-milliyetçi “gurbetçi” kategorisini anlamak için de bu toplumsal psikolojinin temel dinamiklerini hesaba katmak önemli sanırım. Bu kategori bir yandan Türkiye gibi gençlerinin Avrupa’ya göç etmek için can attığı, aşırı sorunlu bir ülkenin dünyaya dair algıları daha gelişkin kesiminde bir akıl tutulması yaratırken diğer yandan da milliyetçiliğin aslında ne kadar “hayal edilmiş bir cemaat” üzerine bina edilmiş olduğunu da gösteriyor. Fakat hayal edilmiş olması ulus fikri ve hissinin etkisini azaltmıyor bilakis ona müthiş bir esneklik ve adaptasyon yetisi sağlıyor. Bir oyun hamuru gibi tekrar tekrar şekillendirilip kullanılabiliyor. Almanya’da yaşayan Türklerin Türkiye’de oy kullanma hakkı olan yaklaşık 1,5 milyon, oy kullanan yaklaşık 660 bin seçmenin tercihlerinde[1] etkili olan en önemli ideolojik belirleyenin de muhafazakârlıkla simbiyotik yaşayan bir milliyetçilik olduğu yadsınamaz. Fakat milliyetçiliğin mütemmim cüzü sayılabilecek vatanında yaşama ülküsünden vazgeçmek için “ülkemize döviz gönderiyoruz” savunması ötesinde de bu milliyetçiliğin besleneceği damarların olması zaruri. Her ne kadar kuşaklar ve entegrasyon seviyelerindeki farklar belirleyici olsa da bir yanı hâlâ Türkiye’ye dönmek isteyen ve sosyopolitik olarak Almanya’dan ziyade Türkiye’ye ait hisseden önemli bir kitle var. Ve bunların büyük bir kısmı Erdoğan’ı destekliyor. Kabul etmek lazım ki hem Türkiye’nin yönetim biçiminden memnun olup hem de Türkiye’de yaşamanın bedelini ödemeyen ve yaşam standardı görece yüksek olan bu kitlenin milliyetçiliği epey iğreti. Fakat bu kitleyi Türkiye kamuoyunda sokak röportajları seviyesinde gündem olan karikatürleştirilmiş “Almancı” stereotipleri üzerinden değerlendirmek de çok kestirme bir bakış. Bu milliyetçilik önemli oranda Türkiye siyasal ikliminden miras alınıyor ve muhafazakârlıkla da içe kapanarak sürekli besleniyor. Fakat tüm bu döngüyü ivmelendiren ve Türkiye’den bakarak anlaşılması güç olan bir faktör de meselenin göçmenlik ayağı... Bu göçmenlik ve sosyokültürel olarak önemli farklar bulunan bir coğrafyada azınlık olma halinin ulusal aidiyete etkisini yakın zamanda yaşadığım bir deneyim üzerinden paylaşmaya çalışayım.
Bir süre önce bir dil kursuna katılmak üzere Almanya’ya geldim. Sosyal Bilimler formasyonumun bu coğrafyayla ilgili bende tetiklediği meraklardan biri de yukarıda andığım kitlenin Türkiye siyasetine bakışıydı. Dil öğrenmek için yurtdışına, özellikle de Almanya gibi Türk nüfusun yoğun olarak yaşadığı bir yere gelenler için sakınılması tavsiye edilen anadilini kullanma pahasına bu kitlenin milliyetçiliğini ve Erdoğan sevgisinin gerekçelerinin Türkiye’dekinden ne oranda farklılıklar içerdiğini anlamak istiyordum. Fakat havaalanına varır varmaz bu fenomeninin gerekçelerinden birini bizzat hissedebileceğim bir deneyim yaşamayı da beklemiyordum. Kamu çalışanı olarak, son dönemde Türkiye gündeminde çokça yer eden Gri (Hizmet) Pasaport ile Almanya’ya giriş yapacaktım. Fakat öngördüğüm gibi uzun bir sorgu odası mesaisine ek olarak öngöremediğim bir sınır dışı etme prosedürü uygulamaya çalıştılar. Ve sorun başladığından itibaren her kültürel, prosedürel ve sosyal farka istemsiz bir şekilde niyet atamaya başladım. Almanlarla ilgili en klişe özellikler bile “Türk olduğum için…” gibi bir duyguyu tetiklemeye başladı. Elbette durumu bu kadar hassaslaştıran esas etkenin Türkiye’deki resmî kurumların bu tür pasaportla insan kaçakçılığı yaptığı haberleri ve Türkiye pasaportunun uluslararası alanda itibarsızlaşması olduğunu biliyordum. Fakat hem kendimi daha iyi ifade edebilmek için yardımını istediğim Türk asıllı polisin meslektaşları yanındaki boynu bükük pozisyonu hem de daha sonradan sorgu odasını temizlemeye gelen Türk asıllı temizlikçi kadının “Sen de ilk günden Almanların gerçek yüzünü gördün” tarzında hayıflanması etnik aidiyetimi neredeyse sınıfsal bir kimliğe çevirdi. Eşitsizlik ânında hissedilmeye başlıyordu.
Günter Wallraff’ın En Alttakiler kitabının kapak fotoğrafı ve daha önce izlediğim Almanya’ya göç temasını işleyen filmler gözümün önüne gelmeye başladı. Kendimi Umuda Yolculuk filminde polise yakalanmamak için zorlu yollardan İsviçre’ye girmeye çalışan karakterler gibi hissettim. Hatta Almanları neredeyse bir Türk şovenizmi bakışıyla resmeden Gurbetçi Şaban filmi bile daha anlamlı gelmeye başladı. Nihayetinde türlü dil dökmeler ve avukat çağırma, dava açma tehditlerinden sonra yaklaşık iki saat süren, insanı zayıf ve suçlu hissettiren bir bekleyişin ardından arka kapılardan geçirilip bırakıldım. Daha sonra bu sınır hikâyemi anlattığım Türkler de ana örgüsü bir önyargının karşıt önyargıları besleyerek toplumsal güvensizliği katmerlemesi olarak tanımlanabilecek kendi ayrımcılık hikâyeleriyle konuşmaya eklenerek “biz ve onlar”ı bir kez daha onaylayan bir toplumsal histe buluştular. Özetle hemen her Türk’ün “Ausländer” (yabancı) olarak yaşadığı ayrımcılık hikâyelerinin sinerjisinden bir ait olamama ve hiçbir zaman eşit görülmeyecek olma anlatısı çıktı.
Nihayetinde bu azınlık olma deneyimleri Erdoğancı popülizmin en belirgin olduğu dış politika duruşundan da çok fazla etkileniyor. Güçlü Türkiye tezlerinin çoğu durumda kültürel gettolaşmaya Türkiye’den bile daha yatkın Almanyalı Türkler arasında karşılık bulması da bu bağlamda çok daha olası. Sığıntı olma hissini ulusal bir gururla maskeleme ve nostaljik bir vatan tasavvurunu “vaat edilmiş topraklar” olarak olumlama ihtiyacı da bu aynı zamanda…
Sonuç olarak dünyada göç hareketleri hızlanırken göçmen ve yerli kitlelerin genellikle sonradan deneyimledikleri kozmopolitizmin karmaşık sosyal ağlarına ne oranda dahil olabileceği önümüzdeki dönemlerde daha da önemli bir tartışma başlığı olacaktır. Kozmopolitizmin daha liberal çoğulcu değerleriyle milliyetçi muhafazakârlığın monolotik bakışı arasındaki gerilim birçok ülkenin seçim sonuçlarında okunan birincil tema artık… Ve dünya siyasetinin temel analiz birimlerinden biri haline gelen sağ popülizmin panzehirlerinden biri de bu çok kültürlülüğün toplumsal uzlaşıları daha geniş bir düzlemde tekrar birleştirebilme kapasitesinden geçiyor.
[1] Son başkanlık seçimlerindeki oy oranı için: “Almanya Cumhurbaşkanlığı Seçim Sonuçları”, https://www.sabah.com.tr/secim/24-haziran-2018-secim-sonuclari/almanya-secim-sonuclari