Boji, Bobby ve Arka Pencere

Geçen gün, İstanbul toplu taşıma araçlarının sembollerinden köpek Boji’ye vatandaşın biri tarafından komplo kurulması çoğu insanı şaşkına çevirdi. Söz konusu vatandaş cebinden çıkarttığı dışkıyı toplu taşıma aracına sanki Boji yapmış gibi görünmesi için bıraktı ve bu olay bir video kaydıyla ortaya çıkana kadar Boji’nin üzerine kaldı. Bir köpeğe komplo kurulmuş olması düşüncesi başlı başına insanı hayrete düşürmektedir. Kim ne maksatla, neden böyle bir şey yapar, sırf bunun için cebinde dışkı taşır anlaşılması benim açımdan oldukça güç. Ama vesile ile biraz da bunun üzerine düşünmek istedim çünkü bir şekilde kendi şaşkınlığım, hayrete düşmüşlüğüm beni bu konu üzerine düşünmeye itiyor.

Bu olayı Elis Şimşon’un Levinas’ın “Bir Köpeğin Adı ya da Doğal Haklar” metninden hareketle Levinas felsefesini ele aldığı makalesi, Anna Burns’un Sütçü romanında Fransız kursu ve köpekler üzerinden kurguladığı sahnelerde ele aldığı sorunlar ve Nietzsche’nin soylu (etkin) ahlak ve köle (tepkisel) ahlakı kavramlarıyla ayrıca Yapı Kredi Kültür ve Sanat Yayınları ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin işbirliği ile gerçekleşen Burası/This Place[1] sergisi ve bu sergide yer alan Nermin Er’e ait Karşılaşmalar I ve Karşılaşmalar II eserleri çerçevesinde düşünmeye çalıştım. Boji özelinde deneyimlenen olayı veya başkaca akıl almaz kimi olayları anlamlandırmak oldukça güç olsa da tam bu nedenle bu tarz olaylar üzerine düşünmek için güçlü ve zengin bir çerçeve sunuyor.

[2]

Elis Şimşon, Levinas düşüncesinde hayvan sorununu incelemek için Levinas’ın oldukça kısa bir metni olan “Bir Köpeğin Adı ya da Doğal Haklar”ı ele alıyor. Bu metninde Levinas “Benim kutsal halkım olacaksınız. Bunun içindir ki, kırda parçalanmış hayvanların etini yemeyecek, köpeklerin önüne atacaksınız.” (Eski Ahit, Mısır’dan Çıkış 22:31) ayetini yorumlamaktadır ve insanın ağzına girenlerle ilgilenip ağzından çıkanlara o kadar ilgi gösterilmemesine eleştirel bir şekilde yaklaşır.[3] Mısır’dan Çıkış’a ilişkin anlatıda Yahudi halkına Mısır’dan çıkarken eşlik eden köpekler kendilerinden beklenmeyecek bir şekilde hiç ses çıkarmamış, havlamamış, hırlamamıştır. Bu köpekler Yahudi halkının kurtuluşunda onlara yoldaşlık ve tanıklık etmiştir.[4] Levinas’a göre köpekler oyun bozan varlıklardır. İşte bu sebeple der Şimşon, bu ayette bahsi geçen köpekler Levinas’a Nazi esir kamplarındaki Bobby’i anımsatır. Bobby kampa istediği gibi girip çıkar bu şekilde kampın düzenini bozar. Sınırları alaşağı eder. Sınırları yok etmesi yalnızca fiziksel değildir. Maymun sürüsü olarak tanımlanan esirleri görünce onlara neşeyle selamlayıp havlar ve kuyruğunu sallar. Esirlerin insanlığını tanıyarak baskın ve baskıcı politik söylemin ortaya çıkardığı sınırları da yok sayar, yıkar. Bobby esirlerin insanlıklarına tanıklık eder.  Bu sebeple Bobby, Mısır’dan Çıkış’ta Yahudi haklına yoldaşlık ve tanıklık eden köpeklerle aynı soydandır. Ve yine bu sebeple Levinas için Bobby logos ve etikten mahrum olmasına rağmen hayvansılığı aşan bir yerdedir.[5]  

Şimşon, aynı makalede Levinas düşüncesinde hayvan sorusunun ne şekilde değerlendirilebileceğini irdelerken düşünürün eserlerinde hayvanı ve hayvansılığı nasıl ele aldığını göstermeye çalışır. Bu noktada söz konusu makalede ele alınan, bu yazının bağlamı ile ilgili ve açıklayıcı olacak kimi kısımlara değinmekte fayda bulunmaktadır. Levinas’ın düşüncesinde Yüz önemli bir yer tutar. Bize “Öldürmeyeceksin” emrini veren ötekinin Yüz’üdür ve Yüz her entelektüel ve kavramsal kapasiteye direnir.[6] Şimşon, kimi yorumcuların Levinas’ın antroposantrik ve hümanist sınırlarına rağmen Yüz’ü metaforik bir biçimde ele alarak, insan olmayan hayvanlara kadar genişletilmesi imkanını bulacağını ifade ettiklerini belirtir.[7] Öte yandan bu girişimi şüpheyle karşılayan Levinas okurlarının da olduğuna dikkat çeker Şimşon. Levinas düşüncesindeki Yüz’ün insan yüzü olduğunda ısrar eden bu grup Levinas’ın sözcüklerine sadık kalmayı tercih eder: “Yüz konuşur, yüzün ifşası halihazırda bu konuşmadır.” Ancak Şimşon her iki yaklaşımın da aynı öncülden yola çıktığını ve bu öncülden yola çıkılmasının sorunlu olduğunu söyler. Bu öncülün de hayvanın yüzünün olup olmadığı ve hayvanla yüzyüze bir ilişki olmadığı takdirde hayvandan sorumlu olunmayacağı şeklinde olması ve her iki grup yorumcunun bu sebeple vardığı sorunun “Hayvanın yüzü var mıdır?” sorusu olduğunu belirtir. Oysa Şimşon’a göre Levinas düşüncesinin hayvan sorununa ilişkin Yüz’ü odağa almaksızın sunabileceği imkanlar bulunmaktadır.[8]

Levinas’ın Bütünlük ve Sonsuzluk eserinde sevgili ilişkisinden bahsettiği pasaj bağlamında Şimşon, Levinas’ın hayvana atfettiği özelliklere bakar. Sevgili, Levinas’a göre doğru söylemeyen bir hayvansılık olarak durur kişinin karşısında. Yüzü siliktir, gayri-şahsi ve ifadesiz tarafsızlığıyla hayvansılığa doğru uzanır. Burada hayvan sorumsuz, ifadesiz ve aldatıcı olarak nitelenir. Yüzü silik, anlamı belirsizdir, bu da onunla ilişki kurmayı imkansızlaştırmaktadır. Muğlaklığı aldatıcı olduğundan gerçek bir ilişki kurulmasına izin vermez. Gerçek bir ilişki kurulmaması sebebi ile oyun ortaya çıkar ve oyun Levinas için olumsuz bir anlam taşır. Etik ilişki başkasından sonsuzca sorumlu olmak olduğunda ciddi bir iştir, olgunluk gerektirir yani oyun ve oyunculuğun karşısındadır. Dolayısıyla oyun ve oyunculuk ile bir tutulan hayvansılık da olumsuz bir anlam taşır. Etik bir oyun değildir, ciddi bir sorumluluk ve olgunluğu gerektirir ve hayvan[9] bunu yerine getiremez.[10] 

Şimşon’a göre hayvan ve hayvansılığa verilen bu olumsuz anlama rağmen, Levinas’ın  Bobby’den öğrendiği bir şey olduğunu ve bunun mazlumluk deneyimi olduğunu belirtir. Nazi zulmünü kampta esir olarak yaşamış Levinas, insanın zulmüne uğrayan hayvanın yaralanabilirliğinin sesini duymuştur. Tarih boyunca insanın zulmüne uğrayan hayvan bu sefer, kampta insanın uğradığı zulme tanıklık etmiş, ona insanlığını hatırlatmıştır.[11]

İnsanın doğayla ilişkisinde doğaya içkin olduğunun, yaşamın kendinde başlayıp kendinde bitmediğinin farkına varmayıp, doğayı bir tahakküm nesnesi olarak ele almasının meydana getirdiği zararın bedelini yine kendisinin ödemek zorunda olduğunu uzun bir süredir somut olarak gözlemlemekteyiz. Buna benzer ve eklemlenebilir bir şekilde insanın, hayvan ile ilişkisini de tahakküm ve/veya iyelik üzerinden kurmasının sonucu benzer bir şekilde yabancılaşma ve yalnızlaşmadır. Hayvanlarla ilişkimiz aslında bir biraradalık ilişkisidir, iki tarafın da birbirini şekillendirdiği bir dinamiğe sahiptir. Köpekler özelinde bu biraradalığın tarihsel, kültürel boyutları haricinde bir arada evrimleşme gibi bir boyutu bile bulunmaktadır.[12] İnsan ve köpek zaman zaman yoldaştır, zaman zaman köpek insanın tanığıdır. Bazen de insana insanlığını hatırlatan ama aynı zaman da zalimliğini onun yüzüne vurandır. Günün somut koşulları doğaya yapılan tahribat ve yaşam alanlarının insanlarca hesapsızca istila ve talan edilmiş olduğu göze alındığında köpeklerle biraradalık ve içiçelik genellikle insan tarafından suistimal edildiğinden köpek ne yazık ki bu ilişkide zulme uğramaya açık olan taraf gibi görünmektedir.

Köpeklerle insanların ilişkisinin bir biraradalık ilişkisi olması üzerine düşünmek için vesile olan yazı bağlamında değinmek istediğim esere yer veren Burası/This Place[13] sergisi küratörü Kevser Güler söz konusu serginin “Kentte paylaşılan mekânı toplumsal olanın kesişiminde, ‘doğa’ ve ‘çevre’ tahayyüllerinin tarihsel, kültürel ve politik dönüşümlerine dikkat çekerek” ele almakta”[14] olduğunu ifade eder. Sanatçı Nermin Er’in bu sergi kapsamında yukarıda görseli bulunan “Karşılaşmalar I ve Karşılaşmalar II” isimli eserleri sergilenmektedir. Güler, bu işlerin sanatçı tarafından kentlerin sunulan klişe siluetlerini sorunlaştıran işler olduğunu belirtir ve resimlere yaklaşınca belirginleşen köpek figürlerine dikkat çeker.[15] Bu eserler insanın doğa ile olan, onu ve ona olan içkinliğini anlamaması sebebi ile kurduğu hatalı, tahakküm ve iyeliğe dayalı ilişkinin nasıl katlanarak çoğaldığını, insanın yalnız kendiyle doldurduğu ve içini boşalttığı yaşamın kontrolsüz bir kentleşme ile başka canlıların yaşam alanlarını talana dönüştüğünü ve yaşamın bir şekilde yine de kendinde yer arayıp bulmaya çalıştığını düşünmek için oldukça elverişlidir. Nermin Er bu eserlerinde kent siluetine yerleştirilmiş köpekler, insana uzun süreli yoldaşlıklarını, tanıklarını ve belki onlar için daha da fazlası olduklarını, yaşamın ortaklaştığını da hatırlatmak için orada gibidir.  İnsana onların zulmünü söylediklerine benzer bir şekilde yıkıcılığını da söylemek ister gibidir. Boji pekala bu kent siluetine yerleştirilmiş köpek figürlerinden birinin adı olabilir.

[16]

İnsanın hayvanla ama yazı özelinde Boji’nin başına gelenlerden yola çıkıldığı için köpekle ilişkisini düşünmeye çalışırken ele almak istediğim diğer bir eser Anna Burns Sütçü adlı romanı. Söz konusu roman hem insan ve köpek ilişkisine açılım getirirken yazı bağlamında yine insanın doğa, hayvan, öteki ile olan ilişkisine ilişkin değinmek istediğim başkaca unsurlar için düşünce ortamını vermektedir.

Romanın protagonisti yürürken kitap okumayı seven kadın karakter ilişkisi olmadığı halde Sütçü ile ilişkisi varmışçasına iftiraya uğrar. Roman bunun nasıl gerçekleştiğini ve neden özellikle Sütçü ile ilişkisi olduğunu söylentisinin ağır bir itham olduğunu aktarır. Bunu yaparken yazar söz konusu coğrafyaya hâkim olan önyargıları, ayrımcılıkları, yorgunluğu, yaşananların ağırlığı ile o coğrafyaya hâkim olmuş olan katılaşmışlık, çıkışsızlıkla gelen karamsarlık ve kötümserliği oldukça kuvvetli sahneler ve anlatım ile verir. 

Romanın ele almak istediğim kısmının başında yazar, protagonistin anne ve babasının karakterleri üzerinden genel olarak toplumdaki inanç ve siyasete ilişkin duruşu ve bu duruşların birbirini beslemekten ve dönüştürmekten uzak bir kutuplaştırıcı haline işaret eder. Bireylerden bahsederken hep toplumsal olana değinen bir anlatı Burns’ün anlatımı. Devamında protagonistin katıldığı Fransızca Kursu’nda yaşanılanlar ele alınır. Kurstakilerden biri okudukları Fransızca metinde basitçe anlatılacak olan gökyüzünün mavi olduğu gerçeğinin neden bu kadar dolandırılarak ifade edildiğini öğretmene sorar. Öğretmen buradan bir tartışma açar ve kurstaki öğrencilere gökyüzünü yalnızca mavi mi olabileceğini sorar ve bütün öğrenciler gökyüzünü yalnızca mavi olabileceği konusunda hemfikir ve ısrarcıdır. Protagonist ise herkesin aslında gökyüzünün yalnızca mavi olmayacağını bildiği halde bu hususta ağız birliği etmesi ve diretmesini yılmışlıkla gelen bir güvensizlik ve herhangi bir umuda bel bağlanırsa ortaya çıkacak kaybetme korkusunun baskınlığıyla açıklar:

“Elbette ki göğün maviden ötesi hatta iki ötesi olabileceğini biliyorduk ama ne diye kabul edecektik? Şahsen ben etmemiştim. Bir hafta önce belki erkek arkadaşla ilk günbatımımı deneyimlerken bile. O akşam gökte kabul edilebilir üç renkten -mavi (gündüz göğü), siyah (gece göğü) ve beyaz (bulutlar) fazlası olduğu halde ağzımı açıp bir şey dememiştim. İşte şimdi sınıftakiler de -hepsi benden büyük, bazısı otuzunda- demiyorlardı. Kabul etmemek bir adetti, ayrıntıyı kabullenmemek. Çünkü bu tip ayrıntı seçenek demekti, seçenekse sorumluluk; peki ya sorumluluğumuzda başarısız olursak? Baş edebileceğimizden fazlasını görebilmenin sonuçlarını gereğince sorgulayamazsak? Daha beteri, ya o şey – her neyse- güzel bir şeyse, hoşumuza giderse, ona alışırsak, onunla neşelenmeye başlarsak, zamanla ona bel bağlarsak ama o bir daha dönememek üzere gider veya elimizden koparılırsa? İyisi mi hiç olmasın hissi, bizim için yaygın olan histi ve işte mavi de bu yüzden göğümüzün olabilecek tek rengiydi.”[17]

Öğretmenin bu diretmelere cevabı ise üzüntü dolu “ah benim yoksun sınıfım” hayıflanmasıdır. Bu da şaşırtıcıdır çünkü aslında öğretmen de aynı ülkenin vatandaşı ve aynı coğrafyanın belirlenimleri için yaşamaktadır. Buna takiben anlatı yine protagonistin anne babasına ve onlara atfettiği karakter özelliklerine döner.  İkisi de farklı uçlarda kendi içinde tutarlı ve mantığı olan ancak işlevsiz ve inatçı duruşlara değinip, üçüncü bir mizaç olan sevecen, hayata ve insana güvenmeye devam eden az sayıda kişi ile coğrafyadaki insanların genel olarak barışmakta güçlük çektiği ifade edilir.  Fransızca Kursu’ndaki bu sahne coğrafyanın düşünsel ve duygusal kırılganlığı, karamsarlığı ve mutsuzluğunu etkili bir şekilde göstermektedir.

Ardından Arka Pencere filminde öldürülen köpek sahnesine değinilir.  Köpeğin sahibi “Hanginiz yaptı bunu, ha? Aklım almıyor kim… Küçücük, çaresiz, dost canlısı bir köpeği öldürecek kadar alçalır… Şu koca mahallede herkesi seven tek varlıktı o. Sizi sevdiği için mi öldürdünüz sizi seviyor diye mi?”[18] Protagonisti sarsan, ürperten ve bu sebeple bu isyanın aklında kalmasına neden olan “sizi sevdiği için öldürdünüz” yakarışıdır çünkü yaşadığı yer ve tanıdığı insanlar göz önüne aldığında insanları sevdiği için bir köpeğin öldürülmesi onun aklına yatar:

“Öyle katıksız, öyle sevecen bir savunmasızlığı, şefkati ve saflığı vardı ki köpeğin de vasıflarının da icabına bakılması gerekiyordu. Daha fazla katlanılamazdı. Öldürülmeliydi. Muhtemelen meşru müdafaa içindeki tarafın, kendileri olduğunu düşünüyorlardı. Işık saçanlarla ilgili sorun da buydu işte. Işıltısı olmayan bir grup insan ele alın, hatta bir insan topluluğunu, koca bir ulusu ya da belki küçük bir devleti; fiziki ve enerjik düzlemde uzun süre karanlık akli enerjilerin batağına saplanmış, yine yıllara yayılan kişisel ve toplumsal ıstırabın, kişisel ve toplumsal tarihin vasıtasıyla kasvetin, kederin, korkunun ve öfkenin yükü altında ezilmeye şartlanmış küçük bir devleti… İşte bu insanlar asla ha deyince parlak ve ışıltılı bir sevimlilik abidesinin ortamlarına atılıp üstlerine ışık saçmasına müsamaha edemezler. Ortama gelince, o da yine itiraz eder, halkının karamsarlığına destek çıkar.”[19]

Arka Pencere’deki öldürülen köpek ve bunun protagoniste çağrıştırdıkları askerlerin protagonistin yaşadığı yerdeki köpekleri katletmesi anlatısına bağlanır. Bu bölümde köpeklere insanlar tarafından atfedilen özellikler sıralanır: dayanıklı, sadık, feodali insanın kendine atfettiği değere iyi gelen, birine itaat erme yönünde teslimiyetçi olan, aynı zamanda yırtıcı, koruyucu gözüyle bakılan makbul ve gurur duyulan hayvanlardır.[20] Askerler halkın köpeklerini katlederler. Amaçları retçileri ele vermeyen yerel halka ders vermektir. Köpekler askerler geldiğinde havlayarak, hırlayarak ses çıkarmakta bu durumda askerden kaçmak isteyen onlarla karşılaşmak istemeyen kişiler kendilerini askerlerle karşılaşmak gibi hoş olmayan bir durumdan sakınabilmektedir. Askerler halka köpeklerin çaresine bakabileceklerini, havlamalarını hırlamalarını retçileri onlara karşı uyarmalarının üstesinden gelebileceklerini göstermek için katlederler. Oysa protagonist köpeklerin yalnızca bundan ibaret olmadığını belirtir. Askerlerle retçiler dışında askerlerin sonsuzca ve olağanmışçasına yaptıkları tacizlere maruz kalanlar, özellikle kadınlar da karşılaşmak istemezler. Çünkü askerlerin ölmesini isterler ve bu askerlerin davranışı karşısında son derece olağan gözükür isteyen kişiye ve rahatlatıcı gelir. Bu nefret duygusudur. İşte köpekler bu yüzden de halka gereklidir. Bu nefret duygusunu deneyimlemekten ve birini ölmesinin onları rahatlatacağı fikrinden onları korudukları için.  Bu sebeple askerler köpekleri katlettiğinde düşündüklerinden farklı bir boşluğa da sebebiyet verir.

Levinas’ın, Sütçü romanında halkın askerlerce katledilen köpeklerini tıpkı Bobby gibi Mısır’dan Çıkış’ta halka yoldaşlık ve tanıklık eden köpeklerle aynı soydan geldiğini söyleyeceğini düşünmek sanırım hatalı olmaz. Bu köpekler de halka yoldaşlık ve tanıklık etmişler onların rahatsız edici ve ezici karşılaşmalardan kaçınmalarına yardımcı olmuşlardır. Bu sebeple de askerlerin hedefi olmuşlardır. Burada da köpeklerle ilişki bir tahakküm ve iyelik ilişkisinden farklı olarak bir birarada yaşama, yoldaşlık etme, birbirini koruyup kollanma ilişkisidir. Zaten yıllarca süren politik gerilimlerden yılgınlaşmış, karamsar halk için nefret duygusu gibi ağır bir duygu altında ezilmelerine karşı tampon bölge oluşturmuştur köpekler. Buradaki ilişki bir çıkar ilişkisi değildir, karşılıklılık içeren bir ilişkidir. Köpekler de halk tarafından beslenir ve kollanabildiğince kollanır.  

Batı Metafiziğinin dışlayarak kategorileştirme düşünme pratiğinde doğa, hayvan, beden, kadın hep ikincil ve tahakküm altına alınması gerekenler olarak kendine yer bulur. İnsan bedeni nasıl ki hem sınır hem imkân hem de ona ilişkin düşünmek Batı Metafiziğini sorgulamayı da berberinde getiriyorsa hayvanlara ilişkin düşünmek de aynı şekilde bir sorgulamadır. Hayvan, köpek bu nedenle de bir oyun bozan, sınırları bulandıran olarak karşımıza çıkar. Boji’nin toplu taşımada şehri turlaması da oyun bozan ve sınırları bulandıran bir eylemdir.

Sütçü romanından yukarıda aktarılanları Nietzsche’nın soylu (etkin) ve köle (tepkisel) ahlakı üzerinden düşünmeye çalışabiliriz.  Nietzsche için etkin kuvvetler yalnızca kendi iyi olma durumu ve genişlemesiyle ilgilenir buna özen gösterirken tepkisel kuvvetler eylemlerinin etkilerini kendilerinin dışında ararlar. Deleuze, Nietzsche okumasında bu sebeple tepkisel kuvvetlerin birleştikleri zaman dahi etkin olabilecek bir kuvvet oluşturamadığını belirtir. Tepkisel kuvvet, etkin kuvveti yapabileceğinden ayırır onu çözer, onun gücünü ve yapabileceklerini engelleyerek onun kendilerine katılmasını sağlamaya çalışır.[21] Bu sebeple tepkisel kuvvetler etkin kuvvetlerden zayıf değildir onu çözebilecek kadar da etkilidir ancak etkin kuvvetin yöneten ve genişleyen gücüne tepkisel oldukları, ona uyum sağlayıp onların başlatma gücüne tepki verdiklerinden köle gibidirler.[22] Etkin kuvvetlerin başlatıcı olması ve tepkisel olmaması onlara belirli bir esneklik, elastiklik verir çünkü başlatıcı olmaları ve tepkisel olmamaları sebebi ile önceden karar verilmiş bir nesneye yönlenmezler. Bu şekilde yönlenmediklerinden kıvrımlanabilmeye, sonsuz çeşit potansiyel taşımaya ve ileriye yönelik adımlarında öncesinde tahmin edilemeyecek çeşitlilikte bir çokluk taşıma becerisine sahiptirler.[23] Nietzsche’nin Ahlakın Soykütüğü Üstüne eserinde etkin ve tepkisel güçleri aristokrasi/soylu ve köle/düşük figürleri ile birleştirmesi sınıfsal bir ayrım değildir. Bu her iki durum da her insanda bulunan şeylerdir; herhangi bir sınıfsal aidiyet üzerinden varlık göstermezler.[24]

Soylu olmak; sağlam, özgür, sevinçli, canlılığa sahip istenci varsayar. Bu değerler kendi güdümlüdür, kendini olumlar ve güçlüdür. Soylu, aristokrat etkin tutum kendini genişletmek kendini üretmeyle ilgilidir. Kendi kapasitelerini ve beraberinde onu etkileyebilecek beklenmedik olayları olumlar, geçmişe bakmaz, sadece geleceğe bakar (geçmiş olmuş bitmiştir, oysa gelecek açıktır, sınırsız olasılık barındırır). Etkin tutum kendi oluş imkanlarını neşeyle ve korkusuzca karşılar, bedenselliğinde yüksekliğin gücün ortaya çıkmasına can atar.[25] Geçmiş ilgisini çekmediği için aristokrat/soylu tutum unutkandır; bellek nostalji ve hıncı tutmaz. Bu da onu her zaman şimdinin yoğunluklarına açık kılar, geçmiş izlenimlerin tasalarından uzak tutar; dinamiktir, oyuncudur, şenliklidir. Oysa tam aksine kölenin tutumu her zaman tepkiseldir: her zaman başkasına duyduğu hıncın, intikam alma isteğinin, ölümcül ve kendini-dönüştüren bir ötekine karşı nefretin boyunduruğu altındadır. Kölenin tutumu temel olarak olumsuzdur; her zaman “hayır” der, dışarı ile ilişkisinde kendinden farklı olana, ötekine hayır der ve bu “hayır” onun yaratıcı tek eylemi olabilir. Dünyaya, yaşama, başkalarının etkilerine, kendi hüsranlarına küskündür, bir hayal kırıklığı içinde yaşar. Bu hınç ve bu düşmanca hisler, köleye ait tepkisel kuvvetlerin hilekâr, aldatıcı, dolaylı, sinsi olduğu anlamına gelir. Köle asla unutmaz; geçmişe sıkıca bağlıdır ve bu yüzden şimdiye ve geleceğe gelmekten acizdir; her olmuş olan saklanır, hınç olarak biriktirilir ve düşmanlığı besler. Soylu ruh unutkan olduğundan onda böyle bir durum söz konusu olmaz.[26]

Levinas ve Nietzsche her ikisi de Batı Metafiziğine sert eleştiri okları yöneltmekte ortaklaşsalar da birbirlerinden oldukça farklı düşünceye sahip iki düşünürdür. İkisinin etiğe ilişkin düşünceleri birbirinden oldukça uzaktır. En basit haliyle Levinas canlıların en temel ve doğal kendini sürdürme çabasına karşı, kendi-için olma’yı merkeze alan düşünce karşısında öteki-için-olmayı sunar, etik anlayışı ötekinden başlar. Yazıda daha önce değindiğimiz gibi Levinas için oyunculuğun olumsuz bir çağrışımı vardır. Hayvansılık ve çocuksulukla eş tutulur oyunculuk ki bunların da Levinas düşüncesinde olumsuz çağrışımları vardır çünkü onun için etik ciddi bir iştir; ciddiyet, sorumluluk hatta olgunluk gerektirir. Halbuki Nietzsche düşüncesi kendi-için-olmayı merkeze alır ve bu şekilde ötekine, farklı olana nasıl açılabileceğini düşünür. Onun için çocuksuluk ve oyunculuk soylu ahlakına ilişkin olup üretkenliktir, tepkisel olmamak etkin olmakla birliktelik içindedir. Yine etkinlik ve edilginliğe iki düşünür tarafından farklı değerler verilir Levinas edilgin olma vurgusu yaparken Nietzsche için esas ve üretken olan etkin olmaktır. Birbirinden oldukça farklı olsalar da farklı oldukları bilinerek bu tür düşünürler birlikte ele alınabilir ve birbirlerinin düşüncesinde farklı ufuklar açabilirler.

Sütçü’de Fransızca Kursu’na katılan öğrenciler ve onların tutumunu düşündüğümüzde Nietzsche’nin köle ahlakı akla gelmektedir. “Hayır” onların tek yaratıcı eylemidir ve farklıya karşı ilk tepkileri “Hayır” dır. Gökyüzünün maviden başka renkte de olabileceği fikri daha önce düşünülmemiş olduğu için bir yenilik sayılabilir ve öğrencilerin buna tepkileri “Hayır”dır. Öyle olmadığını bildikleri halde bu “Hayır”da ısrarcıdırlar. Sütçü’nün protagonistinin belirttiği gibi kabul etmemek adettir çünkü kabul etmek kişiyi sorumluluk sahibi yapacaktır. Ancak insanlar uzun süreli politik baskı ve istikrarsızlıklarla yoğrulmuş bir coğrafyaya mensuptur ve yorgundurlar. Sorumluluk almayı istemezler, çünkü bir şeye sahip olup kaybetmektense hiç olmasın hissi onlar için tercih edilesidir. Haliyle geçmişe çakılı, anın yoğunluğuna kapalı geleceği ve getireceklerini ayrıca yaşamı olumlamaktan oldukça uzaktırlar. Sorumluluğu yerine getirmekte başarısız olma korkusuyla hareket etmektedirler. Fazlasını görmekten ve bunun sonuçlarından korkarlar. Korku da yine Nietzsche için köle ahlakına ilişkindir. Tekrarlayacak olursak öğrencilerin öğretmene tepkisi “Hayır”dır ve bu “Hayır” da diretirler. Öğretmenin insanı seven, yaşamı olumlayan sevecen hali de söz konusu coğrafyada nadir bir mizaçtır ve kabul görmez, yadırganır. Genel tavır bu “hayır” tavrıdır ve bu nadir insanların tutumunu da çözerek kendilerine dahil etmeye çalışır.

Bu noktada vurgulanan söz konusu sorumluluk fikri de önemlidir. Bu da bizi Levinas’ı düşünmeye yöneltir. Nietszcheci bir anlamda da tepkisel olup, tek yaratıcı eylemi yeniye, farklı olana ve haliyle ötekine “hayır” olan Sütçü romanındaki kurs öğrencileri, sorumluluk almaktan da korkmaktadırlar. Bu durumda Levinas düşüncesi çerçevesinde öteki ile bir iletişim olsa bile bu asimetrik bir ilişki olacak ve Levinas için tam anlamı ile etik bir ilişki olmayacaktır.  Levinas için etik sorumluluktur, öteki-için-olma bir sorumluluk halidir ve sorumluluktan korkan kişilerin bunu düşünebilmesi, hayata geçirebilmesi pek mümkün görünmemektedir.

Köpeklere dönecek olursak, Sütçü’de köpekler insanlar için retçileri askerlere karşı uyarmaktan fazlasıdır. Onları askerleri öldürdüklerini düşünüp bu hisle rahatlamaktan yani nefretten korumaktadırlar. Bir bakıma onları tepkisellikten, hınçtan, kendi içine hapsolmaktan korumakta; onlar için belki böylece kendini genişletmek, kendini olumlamak, kendini üretmek için alan açabilmeleri için imkân sağlamaktadırlar.  Köpeklerin oyun bozan olarak görüldüğünü sınırları yerle bir ettiklerinden bahsedip, göstermiştik. Sınırlar kendinde hem bir imkânsızlık hem de imkân taşıyabilirler ve işte köpekler oyun bozan tavırları ile bu sınırların dayattığı imkânsızlığı belki yerle bir ederek ondaki imkânı açığa çıkarmak için yardımcı olabilirler.

Tüm bu anlatılanlar doğrultusunda Boji’yi ve yaşanılanları nasıl düşünebiliriz? Boji ve yaşanılanın neden yaşandığını, yani bir köpeğe neden kumpas kurulduğunu gerçekten anlayabilmemiz mümkün mü bundan pek emin olamıyorum ancak bu olayın spekülasyon yapmak için oldukça elverişli olduğu da açık. Öncellikle Boji bir köpek olarak toplu taşımaya keyfince girip çıkıp yolculuk etmektedir. Burada etkinlik ve edilginlik meselesine dönerek bir şeyler söylemeye çalışacağım. Şimşon, hayvanlara insan merkezci bir bakışla bir şeyler atfedip atfetmediğimizi akılda tutmakta fayda olacağını ifade eder.[27] Etkin olarak anlamak; bir şeyi olduğu şey olarak anlamak ve kendi anlayışının sınırlılığını ve sınırlarını bilmek dersek edilgin bir tutum insanın kendi de dahil her şeye kendi düşüncesinin de sınırlarını ayırt etmeksizin ve anlamaya çalışmaksızın bir şeyler atfetmesidir diyebiliriz. Sınırların altüst edilmesi bazen işte insanın kendine dair bu atfetme yanılgısının insanın yüzüne vurulması ve hizalanması şeklinde de olabilir.  İnsan merkezci bir bakış ile zaten bildiğini varsaydığı için anlamaya da tenezzül etmeyecek insan kendinde olan bir şeyleri Boji’ye atfetmiş olabilir. Toplu taşımanın işlevini düşündüğümüzde Boji toplu taşımayı görebildiğimiz ölçüde kendi keyfince kullanıyor. Boji’nin köpek olduğu gerçeğini görmezden gelip ona insani bir şey atfeden kişi onun aylaklık yaptığını düşünülebilir. Toplu taşımanın işlevini düşündüğümüzde Boji farklı olandır. Boji’ye kumpas kurulmasını yalnızca, kumpas kuranın kişiselliğinde alamayız. Bu coğrafyanın kendi dinamikleri ve etkilerini de bu olayda görmezden gelmemeliyiz. Çok uzun süren baskıcı yönetimler, çekişmeler, insanların birbirlerine kurdukları kumpaslar bize yabancı değil. Böyle bir politik iklimin kişiyi etkilememiş olması düşünülemez. İnsan uzun süre böyle bir politik iklime maruz kaldığında, Burns’un Sütçü romanındaki kişiler gibi farklı olandan, yenilikten korkarak hiçbir his hissetmemeyi, seçenekleri görmezden gelerek sorumluluk almamayı tercih edebilir. Bu bence yüzeyin de görünmediği bir içe gömülmüşlük haline tekabül eder. Ötekine açılıp açılmama problemi haricinde, insan burada artık adeta kendi kendini emen bir kara delik gibidir. Haliyle bu kişinin tek yaratıcı eylemi “hayır” olabilir. Yaşamı, kendini olumlayamaz, kendini üretemez. Tepkisel olduğundan, etkin olanı da çözerek kendine dahil etmeye çalışır. Yine insan merkezci bir yerden konuşuyor olma pahasına insan artık insanlığına dair de hiçbir şey bilmek istemiyor gibidir ve kendi insanlığına dair olana da tepkisi “hayır” şeklindedir. İşte bu sebeple Burns’un protagonistinin Arka Pencere filminde öldürülen köpeğin sahibinin haykırdığı “Sizi sevdiği için öldürdünüz” serzenişi, köpeğin öldürülme sebebi olarak onun aklına yatmıştır. Sevgi, mutluluğu haliyle üretkenliği çoğaltan en insani duygulardan biri değil midir? İnsanın sevgi duygusunu köpeğe atfetmiş olması ya da köpeğin gerçekten insanları seviyor olduğu farketmeksizin eğer ki köpeğin hatırlattığı sevgi duygusuysa, kendine bile tahammülü olmayacak duruma gelmiş kişi, en insani özellikleriyle de yüzleşmek istemeyecek, buna da “hayır” diyecek ve tepkisel yaklaşacaktır. Bu sebeple bir vesileyle eğer köpek, bu kişiyi bunlara zorluyor gibi gelirse o köpeği orada istememesi ve ondan kurtulmak istemesi son derece anlaşılırdır. Bu kadar karanlık bir noktaya mı geldik tam olarak bilemiyorum ama yaşananlar insana ister istemez bunları düşündürtüyor. Bu coğrafyada artık çok uzun süredir bir yaşayış ortaklığımız olan köpeklere bile yer açamayacak kadar yalnızlaşmış, kimsesiz hissediyoruz belki. Öteki zaten ufkumuzda olmadığı gibi kendi yüzeyimiz de bize muğlak ve bulanık, kendini anlama ve anlamlandırmanın da uzağına savruluyor gibiyiz. Nermin Er’in kenti sorunsallaştırırken kentin siluetine yerleştirdiği köpekleri “hayır”layan insan haliyle yaşamı da “hayır”lıyor, olumsuzluyor.

Yazıyı sonlandırırken yeniden Şimşon’un Levinas yorumuna dönmek istiyorum. Daha önce değindiğimiz gibi Levinas’ın Bobby üzerinden dolaylı olarak öğrendiği şey Şimşon’a göre mazlumluktur. İnsanın zulmüne uğrayan hayvanın yaralanabilirliğini görmüştür Levinas Bobby’de. İşte Boji olayında da aynen insanın hayvan zülmünü ve hayvanın nasıl savunmasız ve yaralanabilir olduğunu görüyoruz. Aslında farklı olan, öteki olan, azınlık olanın da hep böyle bir savunmasızlığı, zulme açıklığı ve yaralanabilirliği var. Bu yüzden Spinoza’ya atıfla despot, diktatör hüzünlü duygularla beslenir. Hüzünlü duygular kişinin tek yaratıcı eylemini “hayır” da sabitler. İnsan ne insanlığını ne ötekini ne farklı olanı ne de yaşamını olumlayabilir. Bu sebeple Boji olayı yalnızca bir bireyin yaptığı, o bireyle anlaşılabilecek bir olay değildir. Bizim içinde yaşadığımız coğrafyanın yaşanmışlıklarının, birikmişliklerin, baskıcı yönetimlerinin burada yaşayanlarda bıraktığı tahribatın bir dışavurumudur.


                                                                                                                    

[1] Sergi, 27 Şubat 2022 tarihine kadar devam etmektedir.

[2] Nermin Er, Karşılaşmalar I, Karşılaşmalar II.

[3] Elis Şimşon, “Levinas ve Bobby”, Felsefede Hayvan Sorunu, Cogito, sayı:80, İstanbul, YKY, Bahar 2015, s. 47.

[4] Bu kısma söz konusu makalede değinilmemektedir. Ancak Şimşon Göçebe Düşünce Derneği’nin 13.11.2021 tarihli “Köpeklerle Felsefe” etkinliğinde Levinas’ın söz konusu makalesi çerçevesinde yaptığı detaylı sunumunda bu unsuru aktarmıştır.

[5] Age, 47.

[6] Age, s. 40.

[7] Age, s. 41.

[8] Agy.

[9] Sevgililik bağlamında hayvansılık ile dişilik bir arada ele alınmıştır. Sorumluluk ve ciddiyeti dişi de yerine getiremez ancak makalenin bağlamı ile ilişkili olmadığı ve başka bir makale konusu olabileceğinden ayrıca belirtilmemiştir.

[10] Age, s. 45-46.

[11] Age, s. 48.

[12] Göçebe Düşünce Derneği’nin 13.11.2021 tarihli “Köpeklerle Felsefe” etkinliğinde Emre Koyuncu sunumunda bu hususa değinmiştir.

[14] Kevser Güler, Burası/This Place, Yapı Kredi Yayınları, 2021, s. 14. (sergi kataloğu)

[15] Age, s. 29.

[16] Nermin ER, Burası/This Place, Karşılaşmalar I, Karşılaşmalar II detay.

[17] Anna Burns, Sütçü, çev. Duygu Akın, İthaki Yayınları, İstanbul, 2020, s. 77-78.

[18] Age, s. 96.

[19] Age, s. 96, 97.

[20] Bu noktada bu atfetme meselesinin önemine değinmekte fayda var. Elis Şimşon, Göçebe Düşünce Derneği’nin daha önce de değinilen seminerinde hayvanları gerçekten anlıyor muyuz yoksa onlara bir şeyler mi atfediyoruz bunun düşünülmesi gerektiğini ifade etti. Hayvana ya da insana bir şeyler atfetmek aslında onun kendi ufkumuza çekip, indirgemeye ve onu olduğu gibi olmaya bırakamamaya tekabül etmekte.

[21] Elizabeth Grosz, Uçucu Bedenler, çev. Kevser Güler, İstanbul 2020, s. 182.

[22] Agy.

[23] Agy, 182, 183.

[24] Age, s. 189.

[25] Age, s. 190.

[26] Agy.

[27] 20. Dipnotta daha detaylı olarak belirtildi.