Tecellinin içinde ecel durur sevgilim, görmedin mi?
Adaletin içinde bir zalim oturur.
(Birhan Keskin, “Taş Parçaları”, Y’ol)
Geçtiğimiz hafta Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’nin iddialarının akabinde, İzmir’de üç Suriyeli gencin yakılarak öldürüldüğü vaka gündeme geldi. Bu vakanın, suçun, katliamın, nefret saldırısının kâfi derecede gündeme gelmediğine dair haklı tepkiler de verildi. Çok feciydi elbette olup biten (ve bitemeyen)… Biri çocuk yaşta, üç kişi Mamoun al-Nabhan, Ahmed Al-Ali ve Muhammed el-Bish’in, failin ifadesine göre tamamen ırkçı saiklerle, hem de yakılarak ve daha da fenası ciddi ciddi soğukkanlılıkla öldürülmüştü. Ve fail görevini icra eden birinin edasıyla, “iş”ini bitirip öylece yoluna gitmişti, belki elindeki benzin kokusuna bile aldırış etmeden…
Dehşet verici, iç yakan, yürek parçalayan şiddet fiili(/fiilleri)…
Geçtiğimiz günlerde yine mültecilerle alakalı bir haber daha gündeme geldi. İkisi halen kayıp olan, kırk beş mültecinin Meriç Nehri’ne belki de yine soğukkanlılıkla atılmış olmasıyla ilgili başlatılan soruşturmada, tanıkların ve askerlerin ifadesi alınmadan takipsizlik kararı verilmişti. Burada mesajlar aldığını söyleyen bir “cani”, yakarak “canice” öldürme falan yoktu görünüşte. Görev icra eder gibi yapan bir fail de yoktu, iddiaya göre görev icra eden birileri vardı. Henüz kaybolmamış (kaybedilmemiş) kırk beş mülteciden kurtulanların ifadesine göre, jandarma komutanının emriyle nehre atılmıştı mülteciler. Jandarma komutanının ifadesi bilinmiyor elbette. Zira dosya bir sonraki karara/emre kadar kapatılmış görünüyor. Diğeri kadar olmasa da (!) yine dehşet verici, iç yakan, yürek parçalayan mültecilere yönelmiş şiddet fiili(/fiilleri)… En azından duymak için yaratılmamış da olsa kulaklarını biraz olsun açabilen için…
Evet, burada mevzu bahis olan mültecilere, sırf mülteci olmalarından ötürü yönelmiş şiddet fiili değil, fiilleri… Sadece sistematik, zincirleme, birden çok olduğu, maalesef devam edeceği için değil, katman katman açıldıkça şiddete tesadüf edilen, şiddetle doğmuş, sonra tekrar şiddetle, bizzat kendisi şedit bir şekilde doğmuş bir siyasal sahneye tesadüf ediliyor olduğu için de.
Baştan başlayalım, menşeinden…
Primo Levi toplama kamplarında kendilerine şiddet uygulayan Nazilerin tutumlarından bahsederken şu soruyu sorar: “Bir insan nasıl dövülebilir hiç öfkelenmeden?”[1]
Üç insan nasıl öldürülebilir hiç öfkelenmeden? Sonra öldüren kişi nasıl yoluna gidebilir yine öfkelenmeden?
İçlerinde çocukların da olduğu kırk beş kişi nasıl nehre atılabilir hiç öfkelenmeden?
Ve elbette, tesadüfen hayatı kurtulmuş bir grup mültecinin suç iddiası karşısında nasıl takipsizlik kararı verilebilir hiç öfkelenmeden?
Elbette kişisel öfkeler ve/veya diğer kişisel bir şeyler bir yerlerine yapışmış olabilir bütün bu fiillerin ancak esas dinamiğin, saikin, menşein buralarda bulunamayacağı aşikâr. Hatta tüm bu farklı yerlerde, hatta farklı zamanlarda tesadüf edilen emsallerin buluştuğu noktada ister istemez işaret edilen şey “kökensel”, “mitik” ya da “nesnel” şiddet. Tam da bu yüzden o “cani”ye bütün sorumluluğu yıkıp, duyarlılıklarımızı dile getirip, yasa metinlerinde değişiklik talep edip, “vicdan”ımız rahat öylece yerimizde oturamayız. Zira “Oturduğumuz zeminin kendisi bizatihi şiddetin ta kendisi mi?” sorusu tepemizde ve altımızda sallanıp duracak.
Bu soruya cevap vermek üzere Žižek’in de belirttiği gibi “öznel şiddet, iki nesnel şiddet biçimini de içeren bir üçlü şiddet yapısının sadece en görünür kısmıdır”.[2] Bizi dehşete düşüren ve zaten düşürmesi de gereken, yukarıda bahsini etmeye çalıştığım öznel şiddet fiillerinin zemininde çok daha tehlikeli ve vahim olan “normal olanın şiddeti” yatar; normali kuran anormal veya yasayı kuran yasadışı şiddet.
Haliyle mesele hiçbir zaman sadece birinin, fail olarak ilk elden görülebilecek birinin, şiddeti değil. Benjamin’in, sonra Derrida’nın dediği gibi her yeni yasa, her devlet müessesinin tecessüm edişi şedittir. Žižek de yasakladığı şeye boğazına kadar batmış olan yasanın hâkimiyetini kuran “yasadışı” şiddeti anlatırken, kendi kendisini evvela kendi şiddetiyle kurban eden Tanrı’dan bahseder. İşte devletler ve onların kendisinden evvelki hiçbir şeye atıf yapmayan hukukları da bir “kurucu suç”la doğar. Bu istisnanın yine yukarıdaki emsallerde de görebileceğimiz gibi en çok kendini aşikâr kıldığı sahada, biyopolitik ters dönmüş haliyle de olsa ölüme hükmetme karşımıza çıkar. Zira mesele ister yaşatarak öldürmek, ister öldürerek yaşatmak olsun, yine de ilahi olan, aşkınlığa karşı ve tam da aşkınlık adına icra edilmeli.
Tam bu noktada Derrida, Schmittçi manasıyla istisna hali denilenin öldürmeye dair hükümde ve fakat yasal (/yasadışı) öldürmeye dair kararda bariz bir biçimde bulunabileceğini ifade eder. “İdam cezası” üzerine yazılarında “Ölüme kim karar verir?” sorusunu gündeme getirir. Bir gün öleceğimiz aşikâr, bundan kaçış yok, ancak ne zaman öleceğimizi bilmiyoruz. “Ölüm”ün tarihini bilme ve bu bahisle bu tarihi/zamanı belirleme ehliyeti, haliyle öldürme kudreti ancak ve ancak Tanrı’ya ve ister istemez ilahi kudrete sahip olana atfedilir. Bir gün ölecek olmamızı biliyor olmamızla, ne zaman öleceğimizin, üstelik de başkalarınca biliniyor ve bilinmekle de kalmayıp, aynı zamanda belirleniyor olmasının manası başka elbette. Başkaları burada “öteki(ler)” olarak değil, bilakis iki kişi/yüz yüze oluşun “oyun”unu bozan üçüncü taraf(lar) olarak karşımıza çıkar. “Öteki”nin tekinsizliğinden, müphemliğinden bizi bir an için bile olsa kurtaran, zira her şeyi belirlenebilir, hesaplanabilir kılan (kılıyormuş gibi yapan) “üçüncü taraf” ve onun âdeta bir idam cezası mahkûmunun tepesine inen giyotin gibi pat diye inişi, yani şiddeti… “İlahi siyaset” ya da “siyasi ilahiyat”…
Tabii burada şu soru ister istemez hatıra geliyor: Madem burada nesnel/kökensel şiddet var, madem zaten yasanın tam kalbinde o şiddet var zaten, neden olan daha çok -mesela- mülteciye oluyor? Benjamin’in o veciz ifadesinden tekrar (ve muhtemelen tekrar) alıntılayarak: “Hukuku güvence altına alabilecek tek şey olan şiddetin bakış açısıyla, eşitlik yoktur”[3] ve “Necessitas legem non habet/zorunluluğun (da) yasası yoktur.”[4]
Neticede yasa koymak her şeyden evvel kayıt, akabinde pay etmek demek. Yasa kayıt eder; mesela birisine vatandaş kimliği, ötekine mülteci kimliği verir (ki bazen onu bile vermez). Hatta vatandaşı da mülteciyi de kendi içinde ayırır. Elbette söz konusu mültecilerin haklarını korumak için yasalar yürürlüğe sokulmuş, hatta uluslararası çapta sözleşmeler imzalanmış. Ancak yakın zamanda Douzinas’ın bir söyleşide belirttiği gibi “Evet, şayet bir kişi siyasi statüsünü kaybederse o kişi tabii ve devredilmez haklar çerçevesinde diğerlerinin koruması altına girmeli, bu halde insan haklarının koruması altına girersiniz. Esasen bunun tam tersi olur, zira kişi artık sadece bir insandır ve siyasi olarak bir vatandaş değildir. (…) Artık çıplak bir yaşam sürmektedir.”[5]
Artık çıplak bir yaşam süren, siyasetle ve bu bahisle “adalet”le alakası kalmayan mülteciyi, evrensel hukuk ilkeleri de dahil olmak üzere koruyacak herhangi bir hukuki kural ve ilke söz konusu olmaz. Ayrımlar/ayrımcılık çoktan/zaten sosyo-sembolik düzlemde, haricide bırakan normatiflik zemininde tecessüm etmiş. Neticede insan olduğumuz için hakka sahip olmayız, hakka sahip oldukça “insan” mertebesine erişiriz ve evrensel olan tam da evrensel olduğu noktada, sınır çekip bir harici yaratır. Evrensel etik değerler tam da kendini öldüren Tanrı misali hep bir haricisini inşa eder. Bu sırada bizi, kendine “insan” diyeni de “kara vicdan” ve/veya “empati” tuzağına çeker. Bu sırada ve yasal ve/veya yasadışı şekilde “insan”lar ölür, bazı “insan”lar, mesela “mülteci”ler daha fazla ölür.
Evrensel olanın, “üçüncü taraf”ın/“deus ex machine”nin ayartısı… Oysa “ağrının/acının hükümranlığında her şey nasıl da tikelleşir”.[6]
[1] Primo Levi, Bunlar da mı İnsan, çev. Zeyyat Selimoğlu, Can, İstanbul, 2013, s. 19.
[2] Slavoj Žižek, Şiddet, çev. Ahmet Ergenç, Encore, İstanbul, 2018, s. 13.
[3] Walter Benjamin, “Şiddetin Eleştirisi Üzerine”, Şiddetin Eleştirisi Üzerine, Haz. Aykut Çelebi, çev. Ece Göztepe, Metis, İstanbul, 2010, s. 37.
[4] Bkz. Giorgio Agamben, İstisna Hâli, çev. Kemal Atakay, Ayrıntı Yay, İstanbul, 2018, s. 36.
[5] FSP ve İHO tarafından düzenlenen “Eleştirel Hukuk Çalışmaları, Biyopolitika, İstisna Hali” başlıklı Costas Douzinas çevrimiçi söyleşisinden.
[6] Sevgili Bilgehan Canıgür’ün ifadesi.